28 Mayıs 2009 Perşembe

DELİL DOĞAN YOLDAŞA


Cirik Haci - FEZALİ
Cirik.Haci@gmx.de

DERSİM TEMAN KÖYÜ
DELİL DOGAN YOLDAŞA

Teman köyü orada Delil Doğan
Kurşunla vurdular yoldaşım seni
Alkanlar içinde hertarafın kan
Kurşunla vurdular yoldaşım seni

Kaçıncı gerilla Dersim dağında
Kan doldu dereler faşist ağında
Bir ölür binler yeşerir bağında
Kurşunla vurdular yoldaşım seni

Neler yaşadın Dersim dağı söyle
Kaç yiğide sen kefen sardın böyle
Anıt, tarihsin artık şehir, köyle
Kurşunla vurdular yoldaşım seni

Nice önder yiğit sardın koluna
Kurbanlar verdin özgürlük yoluna
Teslim olmayan sığındı dalına
Kurşunla vurdular yoldaşım seni

Selam olsu yüce komutan Delil
Kanın yerde kalmaz inan onu bil
Fezalim Haci yolunda açan gül
Kurşunla vurdular yoldaşım seni

27 Mayıs 2009 Çarşamba

MİZAHLIK BİR ÖYKÜ GAZİANTEP



Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com


Mizahlık bir öykü Gaziantep’te yaşandı. Bazı insanlar alkol alınca kafası hafiften çakır olur ama sarı sendikalarla, işveren örgütleri halka içmeden kafayı buldurma tekniğini ilerletmişe benziyor dersek yanlış olmaz.

Türk-İş, Hak-İş ve Kamu-Sen’in TOBB, TİSK ve diğer patron örgütleriyle krize çare bulmak gerekçesiyle el ele verip başlattıkları ve TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu tarafından kamuoyuna duyurulan “Eve kapanma, pazara çık” kampanyası Gaziantepli işçileri kızdırdı.

Hiçbir emekçi işçi eve kapanmıyor. Ne yazık ki, sermaye çevreleri emekçi işçilerin ve yoksulların boğazını sıkmaya devam ederken, sarı sendikalarda onlara çanak tutarken, IMF’nin, ABD’nin ve AB’nin dayatmaları sonucunda iktidar partisi ya da koalisyon partileri ülkemizi karanlıklara doğru götürüyor.

Aldıkları ücretle ayaklarına çorap alacak durumlarının olmadığını belirten Gaziantepli işçiler “Daha fazla harcamamızı istiyorlarsa ücretlerimize zam yapsınlar” diyor. Aldıkları 500–550 lira ücretle eve ekmek götürmekte zorlanan işçiler “Kira, elektrik, su parasını çıkınca 200–250 TL kalıyor. Bununla nasıl pazara çıkacağız” diye soruyorlar.

Koltuklarında oturan ve halkın arasına karışmayanlar, kendilerini üst tabakadan gören zenginler, “burjuvalar” İşçilerin “proleterlerin” yoksul halkın halinden nasıl anlayacaklar. Yangın sermaye çevresinde değil, halkın can damarındadır. Ekonomik, kültürel ve sosyal yaşamları birer birer gasp edilmiş ve çıkan yasalar hep sermayeden yana çıkmıştır. Ülkemizde gerçek olarak işçi sınıfını temsil edebilecek bir sendikadan söz etmek yanlışlıklar içerir ve alınacak kararlarda hep yanlışlıklar üzerine kurulur gider.

Gaziantep’te Mezarlık Kavşağı’nda işe gitmek için servis beklerken görüştükleri işçilerle yapılan konuşmalarda; işten atılmasalar da krizin kendilerini etkilediğini ve geçinmekte zorlandıklarını söylediler. Asgari ücrete çalıştığını belirten Oktay Çelik kira, elektrik, su parasından sonra geriye kalan 230 lira ile pazara çıkmasının imkânsız olduğunu ifade etti. Ekmek parası bile bulamadıklarını anlatan Çelik “Ayağımıza ayakkabı, çorap alacak paramız bile yok” dedi. Altı ay önce işe başladığını, bu güne kadar sadece iki aylık ücret ödendiğini, fazla mesai ücretinin de verilmediğini belirten Veysel Avşar ise “Kira ve benzeri ev giderlerinden sonra bana 225 TL kalıyor. Aylardır evime bir kilo sebze alamıyorum. Kampanyayı başlatanlar 225 lira ile kendileri pazara çıkabiliyorlar mı acaba?” diye sordu.

“Eve kapanma, pazara çık” kampanyasını düzenleyenlerin karınları tok, sırtları kalın olduğu bellidir. Asgari ücretli kölelerin yaşamları her yönüyle zordur. Bu ülkenin birde işsizleri var. Gizli işsiz dediğimiz öğrencileri var. Belirli kesim saltanat içinde, evet onlar lüks mağazalardan alış veriş yapabiliyorlar. Restoranlarda yemek yiyebiliyorlar. Hafta sonu tatillerini istedikleri yerde geçirebiliyorlar. Aklınıza ne geliyorsa onlar her olanaktan faydalanabiliyorlar.

Milletvekillerimizin maaşlarına zam yapılacağı zaman, ayrıca diğer olanaklardan faydalanmak için vekillerimizin elleri canla başla havaya kalkar. Diğer yüzünde asgari ücretli kölelerin maaşlarına ya da emekliye, memura zam yapılacağı zaman vekillerimizin ellerinin kalkıp kalkmadığı belli olmadığından zam denilen varlık bir türlü yerini bulmaz. Yetkili ağızlar laf birliği etmişçesine; “elimizden gelen budur” demeye getirmektedirler. Bu anlamda yukarıdakilerle aşağıda yaşayanlar arasında büyükçe bir uçurumun olduğu hiç kimselerin gözünden kaçmıyor.

Ülkemizin genelinde ev kiraları birbirini tutmaz. Kimi yerlerde yaşam standartları daha yüksektir. Özünde asgari ücret kölelerinin aynı yaşamın çilelerini birlikte çektikleri bir gerçektir.

Kendi yaşadığım ilçede bildiğim tanıdığım birkaç kişi aileleriyle başka ilçelere göç ettiler ve acı olanda oralarda ev kiraları ile sebzelerin biraz daha düşük olmasıdır. Yaşadığım yerde ev kiralamak istiyorsanız 90- 100 metre kare olan evler 500- 550 arasındadır. Diyeceksiniz ki, asgari ücretli köleler burada nasıl yaşıyor? Babadan, anneden miras yoluyla kalma evler. Karı kocanın ve çocuklarının birlikte çalışmasıyla ödenen ev kirası ve geriye kalan para ile yaşamların sürdürülmesi… Anne, babanın desteğiyle bir ev alınması…

Gaziantepli işçilerle yapılan söyleyişe devam edelim; “Krizden dolayı ücretsiz izne çıkarıldık. Bu bizi ekonomik olarak 3–4 ay geriye götürdü. Kendilerinin söylediği gibi pazara çıkacak durumda değiliz. Eğer daha fazla harcamamızı istiyorlarsa ücretlerimize zam yapmaları gerekir” diyen Soner Koçuşağı şu anki ücretleriyle daha fazla harcama yapmanın mümkün olmadığını söyledi. Patronları krizi bahane ederek çalışan işçilerin ücretlerinden kesintiye gittiğini, ücretlerin düzenli ödenmediğini ifade eden Mehmet Emin Yalçınkaya da mecbur kalmazsa çarşıya çıkmadığını belirtti.

Mizahlık bir öyküde emekçi işçilerin anlatımları ile ülkemizin durumu hakkında bilgi vermektedir. Emekçilerin krizi olmadığı halde faturaların acı bilânçosu hep birlikte çekmekteyiz. Sermaye krizi bahane ederek, işten çıkartmaları hızlandırırken, emekçilerin gasp edilen hakları hepten yok edilmektedir. Örgütsüzlüğün vermiş olduğu dağınıklık sermaye cephesinin işine yaramaktadır. Böylelikle bizlerle kafa bulmaktadırlar. Onlar şunu çok iyi bilmektedirler. Asgari ücretle yaşanmaz. Gün onların günü çünkü biz hala tepkisiz kalmaya devam ediyoruz. Çıkan seslerimiz ise duyulmuyor. Fazla söze gerek var mı?

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Ahmet Dere’nin İki Kitabı Çıktı





Haber: Pakize Aslan

zilanferase@hotmail.com

Uzun bir zamandan beri Avrupa’da Kürt Diploması faaliyetlerini yürüten Ahmet DERE yazdığı ilk kitabında Avrupa Birliği kurumlarıyla ilgili bilgiler, bu kurumların Kürt Sorununa olan yaklaşımları, Kürtlerin Avrupadaki Diplomasi faaliyetlerinin kısa tarihini ve pratik tecrübelerini anlatmıştır. Kürtçe yazdığı kitap « Avrupa Birliği ve Kürt Gerçekliği » ismini taşımaktadır. Mezopotamya Yayınları tarafından Şubat ayında çıkan kitap Avrupa’daki kürt derneklerinde bulunabilir.

Yazar Ahmet DERE bu kitabında aynı zamanda Legal Kürt kurumlarının diplomasi çalışmalarını, bu alanda yaşadıkları zorlukları ve AB nezdinde yaptıkları faaliyetlere de yer vermiştir. Araştırma ve Analiz biçiminde yazılan bu eser Kürtçe olmasıyla kendi alanında ilk olduğunu bellirtmek gerekiyor.

Kitabın başlıklarından bazıları şunlardır :

-- YEKÎTIYA EWROPAYÊ

-- KURD Û YEKÎTIYA EWROPAYÊ

-- KONSEYA EWROPAYÊ

-- CUDAHIYA DEWLETÊN ALMAN Û ÎNGILÎZ

-- DI ROJEVÊN YE DE KURD

-- PÊVAJOYA GUFTUGOYAN

-- AMERÎKA-YEKÎTIYA EWROPAYÊ Û KURD

-- KARÊ DÎPLOMASIYA KURDAN Û LOBÎ

-- PÊVAJOYÊN AGİRBESTAN Û YE

-- Kronolojî



Ahmet DERE’nin ikinci Kitabı Yunanca Çıktı

Ahmet DERE'nin ilk kitabi "Yekîtiya Ewropayê û Rastiya Kurd" Mezopotamya Yayinlarindan çikmisti. Ikinci kitabı ise Nisan ayının başında Yunanistan’da Gordios Yayınevinden çıktı. « Inkar Edilemeyen Halk, Kürtler » adını taşıyan bu kitap 2007 ve 2008 yıllarında ve Türkçe olarak kaleme alınmıştır. Gordios Yayınevi tarafından yapılan öneri üzerine yazılan bu kitap çalışması aynı yayınevi tarafından da yunancaya çevirilmiştir. Önsöz ve Giriş bölümleriyle birlikte toplam 260 sayfadan oluşup Gordios yayınevi tarafından Yunanistan ve Kıbrıs’ta dağıtılmaktadır.

Kitabın ön kapağında MED İmparatorluğu döneminde gücü sembolize eden iki başlı Aslan ve savaşı sembolize eden kalkan, aynı zamanda Kürdistan Ulusal Kongresinin de amblemi olan sembolü yer almaktadır.

Gordios yayınevi ve Atina Kurt Kultur Dernegi tarafindan 24 Haziran gunu Atina’da bir konferans duzenlenerek Ahmet DERE’nin bu ikinci kitabı tanıtılacaktır.

Yayinevi Tel: +302108252279

gordionsbooks@yahoo.gr

4 bölümden oluşan kitabın bölüm başlıkları şunlardır :

Bölüm I:

-- KÜRTLER KİMDİR

Bölüm II:

-- ORTADOĞU VE KÜRTLER

Bölüm III:

-- KÜRTLER VE AVRUPA

Bölüm IV:

-- ULUSLARARASI SAVAŞ HUKUKU

Bölüm V:

-- KÜRTLER VE BALKAN HALKLARI

24 Mayıs 2009 Pazar

SANATIN OLUŞUMUNA SEBEP OLAN UNSURLAR NELERDİR?



Hasse Gawé / Ressam

Sanatın oluşumuna sebep olan /etkili olan unsurlara sade bir şekilde maddeler şeklinde değinmek istiyorum. Sadece bu sebeplerin açılımında, alttaki yazımdaki amaç, hayatımızda her şekilde etkili olan sanatın ve sanatçının bir toplumun oluşumunda ve de kendi iç ivmesindeki dönüşümleri ve gelişimlerine değinmeye çalışıyorum; aynı zamanda tekelcilerin niçin sanatçılardan şüphe ile baktıklarının sebeplerini kısaca belirtiyorum.

1. DİN, 2. EKONOMİ, 3. SİYASİ OTORİTE

Ekonomi geliştikçe kişilerin sanat eserine olan ilgisi artıyor. Ve çeşitli sanat kolları ortaya çıkıyor. Teknolojinin gelişmesi ile bazı sanat kolları ortadan kalkıyor. Mesela hat sanatı, tespit sanatı. Teknolojinin gelişmesi ile sinema ve fotoğraf gibi yeni sanat kolları ortaya çıkıyor. Döküm kaynak teknolojisinin gelişmesi heykel sanatının gelişmesine sebep oluyor. Demir betonun kullanılması biçim değişikliklerine sebep oluyor. Alım gücü arttığı için sanat eseri için bir Pazar kuruluyor. Sanat eseri ve sanatçı devlet tarafından korunuyor. Burjuva kesimi sanatçılara destek veriyor. Devlet resim sergileri açıyor. Ekonominin gelişmesi ile sanatçılar maddi bakımdan destek buluyor.

Siyasi otorite sanatı nasıl etkilemiş? Sanatçının görevi toplumu aydınlatmaktır. Siyasiler bunu biliyor. Sanat her kesime hitap ettiğine göre siyasiler zaman zaman kendi fikirlerini benimsetmek için sanattan yararlanma yoluna gidiyorlar. Bu daha çok baskıcı yönetimlerde görülüyor. Eğer sanatçı siyasinin istediği eseri yapmazsa sanatçı cezalandırılıyor. Rejimin baskısına karşılık farklı sanat kolları ortaya çıkıyor. Siyasi mizah, taşlama, hiciv vb.

Din ve sanat : sanatın ortaya çıkışı din ile oluyor. Tanrıyı insan olarak düşündükleri için onları insan şeklinde çiziyorlar. Dinde değişmez belirli kurallar vardır. Sanatta ise kurallar sanatçıyı sınırlar. Bu yüzden sanatta kisiye göre değişebilir.

Ahlak ve sanat : ahlak bir toplumdaki kültürden meydana gelir. Sanatın ahlaka aykırı yapılması söz konusu olamaz. Sanatci yaşadığı toplumun kurallarına uyarak eser ortaya koyar.
Bilim ve sanat : sanat güzele ulaşmayı amaçlar. Öznel bir nitelik taşır. Çünkü ortaya konan sanat eserinde sanatçının bir yorumu söz konusudur. Sanatçı gerçeği aynen aktarmaz. Gerçeği değiştirerek ortaya koyar. Bilim ise gerçeklere ulaşmayı ve onları araştırıp ortaya koymayı amaçlar. Gerçeğin aynen ortaya konması söz konusudur.

Sanat ve teknik : teknik insanlarca faydalı olanı ulaştırmayı amaçlar. Sanatta ise estetik duygusunu uyandırmak esastır.

Sanat ve coğrafya : sanat faaliyetleri yaşanılan coğrafyanın durumundan etkilenir. Sanat adamı yaşadığı coğrafyadan mutlaka etkilenir.

Sanat ve uygarlık : sanatı iyice anlayabilmek için tabiatı çok iyi incelemek lazımdır diyor. (aristo) eski çağlarda insan yaşama sanatını öğrenmiştir. Örnek olarak mağaralara çizilen resimler . yaptıkları çanak çömlekler üzerine süsler yapıyor. Faydalı ile güzel farkı ilk devirlerde algılanmıyor. Sanat ile zanaat arasındaki ayrım anlaşılmıyor. Günümüzde bunun önemi ön planda. Faydalı olan ön plana çıkıyor. Elbisenin ısıtması ön plana çıkıyor.

23 Mayıs 2009 Cumartesi

AMERİKAN RÜYASINDA EĞİTİM SİSTEMİMİZ

Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com


"Böylelikle eğitim sistemimizin nasıl felç olduğunu görürken, geleceğimizi emanet edeceğimiz bizim çocuklarımızın durumları yanlış politikaların yanlış sonuçlarıyla iç açıcı olmadığını bilmekteyiz..."


Geçmiş yıllarda Adnan Menderes ile Süleyman Demirel ABD’nin yanında yer almıştı. Kimisi ülkemizi küçük Amerika yapma yolunda kollarını sıvadı. Kimileride Moskof tohumumu olacağız diyerek canım Amerikancılık yapmıştı. Amerikan süttozlarını ilkokulda, ortaokul ve lisede öğrencilere içirtilirken, Amerikan hayranlığını bir yandan yaymaya çalışıyorlardı.

Gelen iktidar ve muhalefet partileri de aynı yolu izleyerek Amerikan rüyasında yerlerini aldılar. Birde AB’ ye girelim sevdası başladı. Oysa yediğimiz kazığın haddi hesabı yok! Ben sizlere ülkemizin yer üstü ve altındaki zenginliklerimizin nerelere buharlaşıp uçtuğunu anlatmayacağım. Eğitim sisteminde Eğitim-senin okullardaki yapmış olduğu anketten söz edeceğim. Nede olsa ısrar ve dayatmalarla küçük Amerika oluverdik.

Eğitim-Sen, okullarda yaşanan şiddetin boyutunu tespit edebilmek amacıyla bir anket çalışması düzenledi. Anket öğretmenlerin gözüyle okullarda ve öğrenciler arasında yaşanan şiddeti yakın plana aldı. Türkiye genelinde 1010 öğretmen üzerinde uygulanan ankete katılan öğretmenlerin yüzde 15,4’ü kadın, yüzde 84,6’sı erkek. Ankete katılanların yüzde 60'ı ilköğretimde, yüzde 23'ü mesleki ve teknik ortaöğretimde, yüzde 16,9’u da genel ortaöğretim kurumlarında görev yapıyor.

Bu anket bizim gerçeklerimizdir ve yanlış yönlendirmelerin, başka ülkelerin eğitim sisteminin çarpıkta olsa ülkemize uygulanmasıdır. Her yıl müfredat denilen işleyiş değişmektedir. Ders kitapları da değişirken, bilimsellikten uzak ezbere dayalı ve kişisel menfaatler üzerine kurulu kapitalizmin eğitim sistemini uygulanmaya çalışılmaktadır.

Yapılan araştırmaya göre, öğrencilerin yüzde 74,9’u şiddet uygularken, öğretmenlerin yüzde 23'ü de öğrencilerinden şiddet görüyor. Eğitim sistemimiz, iktidara gelen hükümetlerce ileriye dönük beş yıllık plan ve projeler eğitimciler tarafından hazırlanmadı. Hükümetlerin kendi düşüncelerine dayalı yarım yamalak geçici işleri yoluna koyarak bu yıl geçsinde nasıl geçerse geçsin mantığı hâkimdi.

Amerikan okullarında da şiddet yaşanırken uyuşturucu ve diğer kötü alışkanlıklar da yaşanmaktadır. Ülkemizin okullarında da aynı olaylar yaşanmaktadır. Anketin içimizi karartan diğer bölümlerine bir göz atalım; Öğrencisi tarafından şiddete maruz kaldığını ifade eden öğretmenlerin yüzde 65,1’i sözlü şiddete maruz kalırken, yüzde 16,9’u psikolojik şiddete, yüzde 14,4’ü ise fiziksel şiddete maruz kalıyor. Öğretmenlerin yüzde 3,6’sı ise öğrencileri tarafından cinsel şiddete uğradığını açıkladı.

Böylelikle eğitim sistemimizin nasıl felç olduğunu görürken, geleceğimizi emanet edeceğimiz bizim çocuklarımızın durumları yanlış politikaların yanlış sonuçlarıyla iç açıcı olmadığını bilmekteyiz.

Öğretmenlere göre öğrencileri şiddete iten en büyük etken ise, yüzde 33,6 ile öğrencinin ailesinden ya da çevresinden şiddet görmesi. Bunu yüzde 31,7 ile ebeveynlerin ilgisizliği, yüzde 16,8 ile mafya, aksiyon, korku filmleri ya da dizileri, yüzde 8,7 ile eşlerin ayrı olması, yüzde 4,9 ile bilgisayar oyunları, yüzde 3,7 ile yoksulluk takip ediyor.

Araştırmaya göre, öğrencilerin yüzde 83,8’i atari salonlarına ya da internet kafelere gidiyor. Atari salonlarına ya da internet kafelere gitmeyen öğrencilerin oranı ise sadece yüzde 16,2’de kaldı.

Ankete katılanlara göre öğrencilerin yüzde 85'i fiziksel şiddeti yumruk atmak, kafa atmak gibi bireysel güç kullanarak gerçekleştiriyor. Öğrencilerin yüzde 12,9’u kesici aletlerle, yüzde 1,6’sı sopayla, yüzde 0,5’i de silahla şiddet uyguluyor. Araştırmaya göre, öğrencilerin yüzde 43'ü okula geliş-gidişlerinde bıçak, kelebek, ustura, jilet gibi kesici alet taşıyor.

Ankete katılan eğitimcilere göre; öğrencilerin yüzde 84'ü şiddeti arkadaşlarına, yüzde 13,6’sı herkese, yüzde 2,1’i öğretmenlerine uyguluyor. Eğitimcilere göre öğrenciler şiddeti en çok okul çevresinde uyguluyor. Ankete katılanların yüzde 47,5’i öğrencilerin şiddeti okul çevresinde, yüzde 23,4’ü okulda, yine yüzde 23,4’ü sokakta uyguladığını söylüyor. Bu soruya diğer yanıtını verenlerin oranı yüzde 5,7 oldu.

Eğitimcilerin yüzde 91,2’si madde bağımlılığının şiddeti tetikleyen etkenlerden birisi olduğunu düşünüyor. Ankete katılanların yüzde 77'si şiddet uygulayan öğrencinin okulda başarı düzeyini "başarısız" olarak tanımlarken, yüzde 22,3’ü vasat olarak tanımlıyor. Bu soruya başarılı yanıtını verenlerin oranı ise sadece yüzde 0,7’de kaldı.

Şiddet uygulayan öğrencilerin yüzde 76,2’si ise alt gelir grubunda yer alıyor. Şiddet uygulayan öğrencilerin yüzde 20'si orta gelir grubunda bulunurken, yüzde 3,8’i de yüksek gelir grubuna sahip.

Eğitimcilerin yüzde 75,3’ü şiddete yatkın öğrencinin kişilik yapısını saldırgan diye tanımlarken; yüzde 11,4’ü içe kapanık, yüzde 7,7’si soğukkanlı, yüzde 4,6’sı sosyal, yüzde 1'i de çekingen olarak tanımlıyor.

Öğrenciler arasında en çok ise "tehdit" sucu işleniyor. Öğrencilerin yüzde 70,3’ü tehdit, yüzde 9,7’si yaralama, yüzde 9,3’ü taciz, yüzde 5,4’ü hırsızlık, yüzde 2,8’i şantaj, yüzde 2'si gasp suçunu işliyor.

Öğretmenlerin yüzde 47,5’i disiplin yönetmeliklerinin yetersizliğinin öğrencileri şiddete teşvik ettiğini düşünürken; yüzde 33,5’i öğrencilerin sosyal ve sportif aktiviteler yapabileceği mekânların yetersizliğinden şiddetin ortaya çıktığına inanıyor. Öğretmenlerin yüzde 12,1’i ise rehberlik sistemindeki eksikliklerin, yüzde 4,4’ü okul yönetimine yeterli kaynak aktarılmaması, yüzde 2,4’ü de derslerin boş geçmesinin öğrenciyi şiddete teşvik ettiğini savunuyor.

Ankete katılan eğitimcilerin yüzde 45,2’si ise okulunda özel güvenlik ya da kamera sistemi olduğunu, yüzde 54,8’i okulunda özel güvenlik ya da kamera sistemi olmadığını açıkladı.

Türk Eğitim-Sen Genel Başkanı İsmail Koncuk; "Ortaya çıkan manzara okullarda şiddet konusunda alınan önlemlerin ne denli yetersiz olduğudur. Okullarda disiplin yönetmelikleri yetersizdir. Çoğu okulda güvenlik önlemi yoktur. Rehberlik hizmetleri ihtiyaca cevap verememektedir. Kalabalık sınıflar, boş geçen dersler şiddeti tetiklemektedir. Medyada yer alan şiddet içerikli görüntüler, haberler, dizi ve filmler öğrenci için olumsuz davranış oluşturmaktadır. Okullarda öğretmenin etkinliğinin son yıllarda azaltılması öğrencinin şiddeti rahatlıkla uygulamasına zemin hazırlamaktadır. Okul çevresinde sıkı gözetim yapılmamakta, okul önlerindeki, köşe başlarındaki seyyar satıcılar tam anlamıyla denetlenmemektedir. İşte tüm bunlar şiddetin uygulama alanı bulmasına yol açmaktadır. Önlemler hızla alınmazsa okullar çete yuvasına dönecek, eğitim kurumları eli silahlı, sopalı çocuklarla dolup, taşacaktır."

Bu olanlar bir sistem sorunudur. Ankette yazılanlara katılmamak elde değildir. Ülkemizin ekonomik, sosyal, kültürel sorunları da iflas etmiştir. Bu halkaların hepsi birbirine bağlıdır. Bunların düzelmesi için Emperyalizmin ülkemizdeki tüm varlığını silmemiz gerekir. O da örgütlü bir güçten geçer. İlk önce insan sevgisini, bilincini taşıyarak kitlelere paylaşımı, kardeşliği ve sınıf mücadelesini vermemizden geçer. Eğitimde fırsat eşitliği olmadığı gibi yoz kültür verilmektedir. Öğretmen kalitesi düşerken, eğitimin kalitesi de birlikte düşmektedir. Bu işler bilinçlice Kapitalizm tarafından yapılmaktadır. Dikkat ederseniz ülkemizi yönetenler hala Amerika ve AB rüyasıyla hareket ediyor ve yapılan işlerin yansımalarıyla bizim altımız oyulmaya devam ediyor.

22 / 05 / 2009

21 Mayıs 2009 Perşembe

DUYGULARA SAHİP ÇIKMAK!


Faiz Cebiroğlu



"...İşgalin yarattığı korku, acı ve öfke, geleceğin umudu ve coşkusuyla birleşiyor. Böylesi içsel bir öz-güven ile duygularını ifade ediyorlar. Bu öz-güvenle biz “buyuz” diyorlar. Bu öz-güvenle, geleceğin “kaliteli çocukluk ve kimlikliklerini” kuruyorlar..."



Duygular, önemlidir. Duygulara sahip çıkmak ve bunları korumak çok önemlidir. Zira duygu / duygular “çekirdeğimizdir”; ve var oluşumuzun kalitesi oluyor. En zor koşullarda, işgal altında, duygularını ifade eden Kürt çocukları böylesi bir önemin bilincine varmışlar. Bastırılmış çocukluk, kimlik ve duyguları kurtarmak için bu bilinçle mücadele ediyorlar. Bu bilinçle, Türkiye’de “sömürge” kafalı aydın, eğitimci ve psikologlara insanlık dersi veriyorlar! Duygularına sahip çıkıyorlar. Önemlidir.

Duygular, önemlidir!

Duygulardan yoksun insan ya da duygularını hissetmeyen insan “taş insan” oluyor. Taş insan, taş insandır. İlkeldir. İnsanlar için zulümdür! Örnek olsun, Orta Asya’dan gelip, Kürdistan’ı, Anadolu’yu işgal eden Cengiz, Timur ve Moğol sürüleri, “taş insanlar” oluyor: Vahşiliktir!

Dünün vahşiliği, bugünde devam ediyor. Kemalist Cumhuriyet’in, Kemalist Cengiz, Kemalist Timur, Kemalist Moğol sürüleri, Kürt halkını hiç bir statüye tabi tutmayarak, onları tarihten silmek için uğraştı, uğraşıyor. Yıllardır insanlar, Kürdistan’da, fiziki ve ruhsal olarak “tutsak” altında tutuluyor. Burada küçük / büyük... hiç bir ayrım yapılmayarak, 7 – 10 yaşlarındaki işgalin çocuklarına, Kürt çocuklarına dahi bombalar atılıyor; üzerlerine panzerler sürülüyor.

Panzerler sürüluyor ama Kürt çocukları; “Panzerler üstümüze kalkar / Armut çiçeğindeyiz” diyor. Duygularına sahip çıkıyorlar. Kuşatılmış çocukluk ve kimlik ortamında, Armut çiçekleri, “çekirdeklerine” sahip çıkıyor.

İşgalin çocukları, Kürt çocukları,“kim olduklarını”, duygularda anlıyor; duygularda hem kendilerini, hem de başkalarını anlıyor.

Duygular, önemlidir. Böylesi zor koşullarda duygulara sahip çıkmak ve bunları korumak önemlidir. Duyguların işgal altında tutulduğu bir ortamda ve yaşanan bunca zulüme karşı, Kürt çocukların kendi duygularını tanıması ve bunları işgal meydanında Kemalist işgalcilerine karşı “sergilemesi” çok önemlidir! Yaratılan korku ortamında “öfkelerini” dile getiriyorlar. Yaratılan korku ortamında, “coşku” ve “umutlarını” sergiliyorlar.

Kemalist Cengiz, Kemalist Timur, Kemalist Moğol sürülerinin işgalin çocuklarına, Kürt çocuklarına saldırmaları bundandır.

Peki nereye kadar?

Baskı, zulüm ve işgal bir halkı susturmaya yeter mi?

Anlaşılan, son Kürdistan sahasında yaşanan ve Kürt çocuklarının başlatmış olduğu “intifada”, Kemalist işgalcilere korkular yaşatmıştır.

Ama korkunun ecele faydası yok.

İşgalin çocukları, Kürt çocukları duygularına sahip çıkıyor. İşgalin yarattığı korku, acı ve öfke, geleceğin umudu ve coşkusuyla birleşiyor. Böylesi içsel bir öz-güven ile duygularını ifade ediyorlar. Bu öz-güvenle biz “buyuz” diyorlar. Bu öz-güvenle, geleceğin “kaliteli çocukluk ve kimlikliklerini” kuruyorlar.

Kürdistan’da duygulara sahip çıkmak bu oluyor. Budur.

Yazarlığıma dair



Hasan Bildirici


"En son aldığım giysinin faturası dört yıl önceye ait. Kaldığım şehirlerin restoranlarından, gece hayatından ve masraf gerektiren eğlence mekanlarından uzak durdum. Yaşadığım İsviçre şehrinin hiçbir Kürt restoranı beni tanımaz. 16 yıldır beni çok görmek isteyen ablama bir uçak bileti bile alamadım...”



Basıldığı günden beri ilgiyle okunan Dönüşü Olmayan Yol adlı romanımın ikinci cildini bitirdim. Kürt çocuklarının inanılmaz fedakarlıklar içeren özgürlük mücadelesini tek cilde sıkıştırmak mümkün olmadı. Öyle anlaşılıyor ki, ikinci ciltte yetersiz kalacak. Dönüşü Olmayan Yol kitap dizisini, üçüncü kitap olan “Uçurum Atlıları” ile tamamlayacağım. Üçüncü kitap büyük ihtimalle, zaman olarak PKK Genel Başkanı Öcalan’ın tutsak alındığı yıllara gelip dayanacak.

Üç dizilik kitap serisiyle Kürt çocuklarının özgürlük düşlerini ve direnişlerini gücüm ve yeteneğim oranında edebiyatın kaydı altına almış olacağım. Gerisi geleceğin Kürt nesilleri açısından kolaydır. İstedikleri an bu kitapları yetkin bir şekilde Kürtçe’ye çevirebilirler. Bu kitaplar zaten Kürdistan’ındır. Kürdistan’ın ana toprağı gibi helaldir.

Dönüşü Olmayan Yol’un ikinci cildini son okuma için açtığımda çok hevessiz olduğumu hissettim. Defalarca denediğim halde birkaç sayfa bile ilerletemedim okumayı. Cümleler dağ gibi önüme dikildi. Yazdıklarımı beğenmedim. Bir çöküntü gibi yıkılıp kaldım.

Tıkanmıştım, zaten ne zamandır tıkandığımın ve bir çıkış aradığımın farkındaydım. Ben tıkanıklarımı hep Kürdistan halkı ve dostlarımızla tartışarak aştım.

Bir kitap nasıl yazılır, nasıl basılır, okurlara nasıl ulaştırılır?

Bunların değişik yolları var. Ancak en klasik yol şudur: Yazar, kitabını bir yayıncıya götürür. Yayıncı inceler. Beğenip basarlarsa yazara telif hakkı öderler. Öderler veya ödemezler. Yol bu. Ben bu yolun en büyük mağdurlarındanım. Değişik yayınevlerinde basılmış ilk dört kitabımın bir örneği bile bulunmaz kitap piyasasında. Basıldıktan birkaç ay sonra tükenmiş, tükendikleriyle kalmışlardır.

Sürgünde bir yazar için bu yolun bir sevinci ve heyecanı da yoktur. Sen sürgündeyken ülkede basılan kitabın nasıl dağıtılır, kimler ne düşünür, ilgi nasıldır bilemezsin. Sonra yasaklanır kitap. Kitap ülkede kelepçeli kalır, sen sürgünde...

Dönüşü Olmayan Yol’un ilk cildini Doz Yayınları bastı. Kitap yayınevini üç yıla mahkum etti. Telif hakkım olan iki yüz adet kitabı yayınevi bana gecikmesiz gönderdi. Daha sonra yayınevinde istediğim dört yüz adet kitaba 3 bin euro para ödedim. Yüzde kırk indirimli olduğu halde bu parayı ödedim. Ödemek zorundaydım. Yazar olmak, yayınevinden istediğim kadar kendi kitabımı çekme hakkı tanımaz bana.

Avrupa ve dünyanın değişik ülkelerindeki arkadaşlara kitap ulaştırabilmek için kendi kitaplarımı satın almak zorundaydım. Sağ olsunlar, çoğu arkadaş gönderdiğim kitap paralarını iletti, fakat kitap isteyen 200 kişiden 50 kişi kitap paralarının üstüne yattı. O durumda kırıldım, kendimi aldatılmış hissettim...

O kişilerin listesini adresleriyle birlikte çıkarıp masamın üstüne koydum. Beni bir daha aldatmamaları için yaptım bunu.

Bu sorun değil, bu tür şeyler kolay atlatılır.

Fakat atlatamadığım ve altından kalkamadığım durumlar var. Bu kitap karmaşasından kurtulmak için kitapları artık kendi olanaklarımla basmaya karar verdim. Son Mektup, Şervan 2. Baskı, Geçmişin Gölgeleri ve Pusu adlı kitaplarımı kısıtlı olanaklarımı zorlayarak bastırdım. Bu kitapların bana maliyeti 6 bin euro civarında bir paraya mal oldu. Baskı paralarının yarısını ödedim. Kalan yarısını yeni basılan kitapların satışından gelecek paralarla ödemeye çalışıyorum...

Bıktırıcı, sıkıntılı, bunaltıcı bir uğraş... Devleti, statüsü, destekleyeni ve koruyanı olmayan sürgünde bir Kürt yazarının, sürekli üretmek isteyen bir yazarın trajedisi aslında.

İsteyenlere internet üzeri ulaştıracağım 100-200 kitap parasıyla eski kitapların matbaa giderlerini karşılayıp, yeni kitaplara kaynak yaratmaya çalışmanın aslında umutsuz ve bıktırıcı trajedisini hep yaşıyorum.

Her yazımın altında kitap duyurusu yapmam bundandır aslında.

Bu tarzla ancak buraya kadar yol alabildim.

Dün gece kitabımın son okumasını yaparken kendime acıdım. Hep çalıştım, uykumu birkaç saate indirdim. Yemek masraflarım az olsun diye mağazaların kapanış saatlerine koşup indirimli yiyecekler aldım. En son aldığım giysinin faturası dört yıl önceye ait. Kaldığım şehirlerin restoranlarından, gece hayatından ve masraf gerektiren eğlence mekanlarından uzak durdum. Yaşadığım İsviçre şehrinin hiçbir Kürt restoranı beni tanımaz. 16 yıldır beni çok görmek isteyen ablama bir uçak bileti bile alamadım.

Buna rağmen kitap basım masraflarının altından kalkamadım. İnternet üzeri gönderdiğim birkaç yüz kitabın geliri bir sonraki kitabın masraflarını karşılamaya yetmedi.

Hapishanede de aynı koğuşlarda birlikte kaldığımız Selim Çürükkaya bir gün benim için kendi sitesinde şöyle yazmıştı.:

“Hasan Bildirici' yi çok yakından tanırım; Müthiş bir kalemi var. Gözü kör olsun feleğin, değeri bilinseydi Hasan'ın, bir gün edebiyat bayrağını dünyanın damına dikecek adam olacağı muhakkaktı.”

Evet Selim böyle demişti. Bir cümle de ben ekleyeyim. Kalemin müthişliği yetmiyor, kalemi benden daha yetkin kullanan dil ustaları var. Bir de büyük yürek gerekiyor. Büyük yürekle birleşmiş müthiş kalemin yıkıp geçmeyeceği set yoktur.

İmkansızlıklar... Beni ateş çemberi gibi kuşatan imkansızlıklar... Ne arşivim var, ne herhangi bir arşive girme olanağım var. Yazdığım kitapların çevresi bir tarafa, normal bir basım yapma olanaklarından da yoksunum. Bir yazar düşünün ki, mesleği gereği yeni çıkan romanları alacak ekonomik olanağı bulunmuyor....

Bir yazar düşünün kitaplarının yarısının piyasada tek örneği yok. Yine bir yazar düşünün kitaplarını kendi basıyor, taşıyor, ilanını veriyor, paketliyor, buna rağmen bir sonraki kitabına olanak yaratmada zorlanıyor...

Tarihte bir çok yazarın bu şekilde acı çektiği söylenir. Fakat acı çeken o yazarların aynı zamanda bir devletleri olduğu için vakti geldiğinde kendi devlet ve toplumlarının en saygın insanları olurlar... Nazım Hikmet öyle, Neruda öyle... Ancak bizim o şansımız hiç olmayacak. Vatanımızı gasp etmiş Türk devleti Türk sanatına, edebiyatına, kültür ve siyasetine yatırım yaparken bizler yetim olma özelliğimizi sürdüreceğiz... Ömürlerimiz yoksunluk ve takiple geçecek.

Siyasetçiler belki Türk parlamentosunun milletvekili olabilecek, ancak ulus hakkını isteyen hiçbir Kürt yazarı Türk devletinden destek görmeyecek; aksine, baskı ve şiddet görecektir... Onun için diyorum ya, ah devletsizlik... Bir Kürt devleti olduğu zaman kavga dövüş hiç olmaza hakkımızı isterdik. Bu devletle kavga ettiğimizde, ya sev ya terk et diyor.

O yok, bu yok, şu yok... Ancak ben hala yazıyorum ve tıkandım.

Tıkanıklığımı, Bazı Kürtlerin çok sık tekrarladıkları gibi Türk basın ve yayın olanakları ile Fethullahçı projeler kullanarak gidermek yoluna gitmem. Ben, Kürdistan halkının boyun eğmez asi bir yazarıyım. Irkçılıktan nefret ederim, fakat ilişkiye geçtiğin an seni benliğinle birlikte satın almayı deneyen Türk basın ve medya üç kağıtçılığından ölene kadar uzak duracağım. Ne basım için bir kitap göndereceğim, ne gazetelerine yazı yazacağım ne de herhangi bir destek isteyeceğim. Ben Kürdistanlıyım, orada doğdum, orada var oldum. Halkımla birlikte kavgalar tutuştum. Ya onlarla birlikte var olacağım, ya da usul usul yitip gideceğim... Sorunlarımı bu nedenle Kürdistanlılarla tartışıyorum.

Benim önümde üç kitap projesi var. Bu üç kitap projesi beni zorlayacak. Dönüşü Olmayan Yol 2, Dönüşü Olmayan Yol-Uçurum Atlıları ve kaybolmaması için binlerce makalemin en seçkinlerinden oluşturacağım Sürgün Yazıları... Bu üç kitabı tamamlayıp, dünya edebiyatına doğru yelken açmaya çalışacağım.

Bunu başaracak güç, kudret ve roman potansiyeline sahibim. Ben, Ermeni yıkıntıları üzerinde doğup büyüdüm. Çocukluğum, Van Gölü kıyılarındaki Ermeni yıkıntıları arasında geçti. Bu yıkık köylerin birinde, tam Van Gölü dalgalarının patladığı yerde bir köy çeşmesi vardı. Gölün hırçın zamanlarında dalgalara karışan çeşme, bir kadife kadar durgun zamanlarında açığa çıkardı. O çeşme bir Ermeni çeşmesiydi. O çeşmenin ait olduğu köyün yıkıntılarını çocukken tırnaklarımla kazırdım. Ermeni genç kızlarına ait takılar, taraklar bulurdum. Bir gün hala tütün kokan bir pipo buldum. Sonra bir çocuk ayakkabısı çıktı taşın altından. Delirdim, mahvoldum... Çocuk ayakkabısı sanki ağlıyordu.

Babama yitirilmiş köyün hikayesini sordum. Tersledi, sorma dedi. İnat edip ağladım, öğrenmek istedim:

“Lanet çocuk,” dedi. “Kabuk bağlamış yaraları neden kanatıyorsun! O köy, halkı öldürülmüş bir Ermeni köyüdür.”

İşte o zaman o yıkıntılardan korkup kaçtım. Fakat ovanın neresine gittimse taş altında bulduğum o çocuk ayakkabısıyla karşılaştım. O ayakkabı hep ağlıyordu. Sonra Paris’te çok yaşlı bir Ermeni kadın tanıdım. 1915 katliamında 13 yaşındaymış. Çok az Türkçe ve Kürtçe biliyordu. Yolu tam da, kimliklere plastik kapladığım caddeden geçerdi. Bir gün yanıma oturdu. Yaşlı yüzünü omzuma yasladı. Toprağım gibi kokuyordu kadın; annem gibi, ninem gibi, yengem gibi...

Katliamdan kurtuluş hikayesini anlattı.

“Katliam sırasında on üç yaşındaydım. Bütün ailem öldürüldü. Van Gölü civarındaki köyde külotumu çıkarıp elime aldım, ancak Antep’de giye bildim. Üç aylık yolculuk boyunca önüme çıkan herkes üstümden geçti. Canımı öyle kurtardım.”

Kızcağız sonunda İstanbul’a ulaşmış. Oradan da Paris’e... Paris’te bir kiliseye sığınmış. Ve o günden sonra bir daha erkek eli dokundurtmamış kendisine...

Bir yıl içinde çıkaracağım 3 kitabın ardından yazmaya başlayacağım roman bu. Belki büyük bir iddia olarak göreceksiniz, Ermeni katliamını en iyi onların yıkıntıları üzerinde büyümüş bir Kürdistan Yetimi anlatabilir.

Bkitabın adı “Ağlayan Ayakkabı” olacak. Küçükken, yıkık Ermeni köyünde bulduğum çocuk ayakkabısı ve Paris’te karşılaştığım Ermeni kadından hareket edecek romanın ön hazırlığı bile bir yıl sürer. Bütün Ermeni kaynaklarını taramak gerekiyor. Yaşadığım evin duvarlarını bu roman projesiyle çizmem gerekiyor... Son yıla ait dünya edebiyatının en önemli yapıtlarını okumam gerekiyor. Ve ondan sonra belki de ilk cümleye şöyle başlamak gerekiyor:

“1920 yılının ıslak bir Paris akşamında...”

Bu romanı tamamladıktan sonra çevri işleriyle kesin uğraşacağım. Kim bilir belki benim dünya edebiyatına girecek ilk kitabım bu olabilir. Bu aynı zamanda, Kürdistan halkının, katledilmiş kardeş Ermeni halkına mütevazı bir kültür armağanı olacak... Bir Kürt yetimin tuttuğu Kürdistan bayrağı, dünya edebiyatının doruklarında sonsuza dek dalgalanıp duracak. Eğer ağırlıklarımdan kurtulursam bunu başarabilirim.

Bu romandan sonra, eğer gasp edilmiş vatanım Kürdistan topraklarına gidebilmişsem; Zilan, Koçgiri, Dersim ve Şeyh Sait’i yazacağım. O vakitlerin son gözyaşlarını şimdinin özgürlük nehirlerine akıtacağım. Aylarca isyan dağlarında yatıp kalkacağım. Onların geçtiği vadilerden geçip, su içtikleri çeşmelerden içeceğim... Eski isyancılarla birlikte pusu atıp, pusu yiyeceğim... Ta ki, o dönemin ruhuna erene kadar... Ondan sonra da o kitapların ilk cümlesini yazamaya başlayacağım... O zaman muhtemelen ömrümün sonbaharı olacak... Bir Kürdistan yetimi, gelecek özgür Kürt nesillerinin belki de övünebileceği ve canları istediğinde kullanabilecekleri yirminin üstünde roman bırakarak bu dünyadan göçüp gidecek...

Hayat planım bu.

İçinde bulunduğum tıkanıklığı aşabilmem ve çerçevesini çizdiğim hedeflere ulaşabilmem için, ara birer basamak olarak gördüğüm ve yukarıda sözünü ettiğim üç kitabımın basımı için Kürdistanlılardan ve dostlarımızdan destek istiyorum.

Bu kitapların basımında bana destek olacak kişi ve kuruluşların ismini, her sayfasını çıldırtıcı bir emek ve duyarlılıkla yazdığım kitaplarımın ilk sayfalarında belirtmek istiyorum. O sayfa, bu kitapların basımını destekleyecekler için anne sütü kadar helal bir yerdir...

Bu çağrımı kimsenin yanlış anlamasını istemiyorum. Yanlış yorumlamasını da istemiyorum. Çok basit projeler için onbinlerce dolar veya başka para biriminde destek alan o kadar kişi, kuruluş ve yazar var ki... Bir kitap projesi için elli-yüz bin dolar para alanları biliyorum.

Benim, yeni basılacak üç kitabımın matbaa masrafının 6 bin euroyu geçeceğini sanmıyorum. 3 bin euro civarında bir borç da yeni basılan üç kitabımdan kaldı. Kapatamadım, çok uğraştığım halde denkleştiremedim. 3 bin euro matbaa borcum varken, yeni kitaplar için yeni matbaa borçlarını göze alamam.

Bu nedenle, ekonomik olanağı olan ve kültüre ufak bir yatırım yapmayı kendisi ve bütçesi için yük saymayan Kürdistanlılardan ve dostlarımızdan destek istiyorum. Bu desteği istemeye mecburum. Bu destek doğrudan matbaa yardımı şeklinde de olabilir. Çünkü sorun zaten matbaa giderlerinden kaynaklanıyor. Yoksa geçimimi kendi olanaklarımla bir şekilde zaten karşılayabiliyorum.

Bu çağrım, belirli olanakları olan kişi ve kurumlar içindir. Benim durumumda olan düşük gelirli dost ve arkadaşlarımızın bütçelerini zorlayacak herhangi bir destek davranışında bulunmamalarını özellikle rica ediyorum. Onlar zaten kitaplarıma ulaşmak ve bizleri takip etmekle gerekli desteği hep sunuyorlar... Bu çağrıyla gerekli desteği bulsam da bulmasam da çerçevesini çizdiğim hedeflere ulaşmak için elimden geleni yapacağım. Bu yazıyı okuyan dostlardan ricam, kendi olanakları olmasa bile yazıyı olanak sahibi Kürt yurtseverlerine iletmeleridir. Çünkü herkes Kürdistan-Post’u okumayabiliyor.

Kürt dünyası artık eskisi gibi olanaksız ve yoksul bir dünya değil. Mir Bedirhan’ın torunu Celadet Bey’e kitaplarını ekmek parasına kiloyla sattıran çaresiz Kürt günleri mazide kaldı.

Biz şimdi çaresizliğin değil, yeniden doğuş ve yükselişin sancılarını yaşıyor ve yollarını tartışıyoruz.

Başaracağız.

Hepinize saygılarımı sunuyorum...

*****

Yeni çıkan kitaplarla birlikte, bende bulunan kitapların listesi aşağıdadır... Kitaplardan isteyen arkadaşların; bana, isim ve adreslerini bildiren bir email yazmaları yeterlidir.

Pusu........................................................10-€

Şervan.....................................................10-€

Van Gölü’nde Yılanlı Bir Günün Esrarı..........10-€

Geçmişin Gölgeleri..................................15-€

Son mektup..............................................15-€

Dönüşü Olmayan Yol...............................20-€


Eposta: bildiricihasan@hotmail.com

-------------

kaynak: http://www.kurdistan-post.com/

19 Mayıs 2009 Salı

F TİPİ HAPİSHANESİ DEDİKLERİ YER



Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com

Gazetenin sayfasında F Tipi Hapishanesiyle ilgili bir yazı gözüme ilişti ve İHD İzmir Şubesi, Kırıklar 2 No’lu F Tipi Cezaevi’nde yaşanan hak ihlallerine ilişkin rapor hazırladı. Cezaevine giderek tutuklu ve hükümlülerle görüşen İHD İzmir Şubesi Yöneticisi Canan Uçar’ın hazırladığı rapor, cezaevlerinin, Eski Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in iddiaları gibi, ‘güllük gülistanlık’ olmadığının altı çizilmektedir.

F Tipi Hapishaneleri DSP, ANAP, MHP koalisyonu döneminde Adalet Bakanı olan Sami Türk tarafından pratikte yaşama geçirildi. O zamanlarda basın bile F Tipi hapishanelerinin şakşakçılığını yaptı. Lüks otel konumunda olduğunu ve modern aletlerle işlemlerin yapıldığı ballandırılarak kamuoyuna anlatıldı. Oysa F Tipleri devrimci tutsakları esir alma ve insanlardan tecrit etmek için yapıldı.

Oralara düşenler havasının nasıl olduğunu bilir. Bizlere F Tipi Hapishaneleri için anlatılanlar abartısızca doğrudur. Devrimcilerin ağırlıklı bulundukları cezaevleri 19 Aralık1999 günü iktidarı oluşturan koalisyon hükümetinin emriyle cezaevlerinde operasyon başlatıldı. Kaba kuvvet sayesinde etkisiz hale getirilen devrimciler ülkemizde bulunan F tipi hapishanelerine hoş geldin karşılamalarıyla tıka basa dolduruldular.

Ülkemizde ülkeyi yönetenlerin tek gurur duyduğu olay ise harf sırasına göre cezaevleri açmaktır. Neymiş modern ve ıslah edici cezaevleriymiş. Gerçekten ıslah ediyor mu? Sizler hiç cezaevinden çıkan insanların ister adli isterse siyasi olsun ıslah olduğunu gördünüz mü?

Rapora göre cezaevlerindeki Kırıklar 2 No’lu F Tipi’nde son durum şöyle:

*Necmi Üçler’in cezaevi müdürü olarak atanmasının ardından, Kürtçe konuşan tüm tutuklu ve hükümlüler, disiplin cezası alıyor
*Haftada 10 saat olan sohbet hakkı, 2 saat görüşme, 4 saat atölye ve 1 saat spor olmak üzere 7 saatle kısıtlandı.
*Tutuklular, yakınları dışında 3 ziyaretçi hakkını, tutuklandıkları günden itibaren 10 gün içinde kullanmadıkları takdirde bu hakkı kullanamıyor.
*Sosyal ihtiyaçlar veya ailevi gerekçelerle oda değiştirme talepleri kabul edilmiyor.
*Ortak kullanım alanları kaldırıldı.
*Aramalar sırasında personel onur kırıcı muamelelerde bulunmaya devam ediyor.

Yukarıda hazırlanan rapor mahkûm ve tutukluların sosyal hakları başta cezaevi müdürü Necmi Üçler olmak üzere diğer kamu görevlileri tarafından gasp edilmektedir. Çiçeği burnunda olan cezaevi müdürü bu uygulamaları yaparken taraflı yaklaşımıyla bugünkü iktidar partisine ben sizin aradığınız tipten biriyim ve devrimcileri sevmem imajını vermektedir. Ben size 09/ 07 / 2002 tarihinde tutuklanıp 6ay 18 gün kaldıktan sonra tutuksuz olarak yargılanmak üzere bırakıldığım Kırıklar- İzmir 1 Nolu F Tipi hapishanesinde bir siyasi davadan yatarken yaşadıklarımı sizlerle paylaşacağım; Akşama doğru F Tipi hapishanesine gittiğimizde Jandarma üzerimizi aradıktan sonra kendi işlemleri bitince bizleri cezaevinin psikolog ve benzeri olan memurlarıyla baş başa bıraktılar. Onlarda işlerini bitirdikten sonra bizleri yan tarafta bulunan çok yataklı bir odaya bıraktılar. Sabah sayımından sonra bizleri kalacağımız yere götürmek için bir cihazın önünde donla bırakıldıktan sonra eşyalarımız o cihazın önünden geçerken bizde o cihazın önünden geçtik.

Eşyalarımızı giydikten sonra dönemeçli yerlerden geçerken belirli yerlerde kameralar vardı. Kalacağımız yere gelirken büyükçe bir matladan geçtik ve bir kapının önünde bekledik. Dar olarak içeriye uzunca bir koridor gidiyordu. Duvarın yüksekliği göze çarparken karşımızda yukarı duvara sabitlenmiş bize doğru bakan bir kamera vardı. Sol tarafımıza düşen yerde üç tane kapı vardı. Bu koridordaki kapılar siyasi tutsakların kaldığı koğuşa giriş kapılarıydı. Kapıyı oranın görevli gardiyanı açtı. O da bizi bir sıkı arayarak koğuşumuza girmiş olduk.

Cezaevindeki havalandırmalar bir siyasi bir adli olarak yapılmış olmakla birlikte siyasilerin birbirleriyle ilişiği kesilmesi içindir. İşin güzel yanı ise adli olan arkadaşlar bile siyasilerle dayanışma içindedirler. Çünkü oranın sorunu hepimizin sorunuydu.

Kırıklar 2nolu F Tipi Hapishanesinin Raporunda, Selahattin Mete, Ahmet Kaya ve Rıdvan Şahin adlı tutuklularla yapılan görüşme sırasında, diğer tutuklu ve hükümlülerin slogan attığı, kapıları dövdüğü ve butonlara basarak seslerini duyurmaya çalıştığı belirtiliyor. Tutuklu ve hükümlüler, cezaevi idaresine sundukları dilekçeyle şu taleplerini sıraladı:

*Kürtçe gazete, dergi ve iletişim olanağı sağlansın.
*Aramalar esnasında personelin onur kırıcı, tahrik ve tehdit içeren davranışları son bulsun.
*3 kişi ile görüşme hakkının gün sınırlamasıyla gasp edilmesi önlensin.
*Kitap sınırlaması kalksın.
*Oda değişimi önündeki engeller kaldırılsın.
*Tutuklu ve hükümlü ayrımı yumuşatılsın, ortak kullanım alanlarından faydalandırılsın.
*Psikolog ve pedagogların ön yargılı, yönlendirici ilişki biçimleri engellensin.
*Kitap sınırlaması kaldırılsın. Kitap ve eşya paylaşımı engellenmesin.

Uçar’ın görüştüğü tutuklular, idarenin iletişim kanallarını kapalı tuttuğunu belirtiyor ve İHD tarafından hukukçular ve insan hakları savunucularından bir heyet oluşturmasını ve cezaevlerindeki sorunlara dikkat çekmek amacıyla kamuoyu yaratmasını istiyor.

Bu talepler haklı taleplerdir ve ben anlatımımı sürdüreyim: Cezaevinin çatılarını gözetleyen kameralar vardır. Cezaevinin üzerinden başka koğuşlara gazete fırlatılması ya da pet şişelerle sıcak su, neskafe, çay ve başka eşyalar gönderilmesi yasak olduğu halde bu yasak devrimci tutsaklar tarafında tanınmamaktadır.

İçeride üç ya da iki kişi kalıyorsanız, hepinizin televizyon, ketil, cep radyosu alma olanağınız olamadığı için bir kişi bunlardan birini alır. Tahliye olurken koğuşta kalan herhangi bir tutsağa bırakması yasaktır. Ayrıca giyim eşyalarınız belirli sayıda verildiği için tutanakta o sayı belirtildiğinden onları bırakmanızda yasaktır. Birçok koğuşta bulunan tutsakların ekonomik durumları iyi değildir. Adli koğuşlarda buna dâhildir. “çete” davasından yatanlar.

Devrimci tutsaklar yasak olduğu halde günlük gazeteleri ya da pet şişe içinde sıcak su, çay, neskafeyi gideceği koğuşa havalandırmadaki yüksek duvarın üzerinden fırlatarak, “el yardımıyla” yan koğuşa ya da bir ileriki koğuşa ulaşır ve onlarda bu içme olanaklarından yoksunsalar birer bardak içeceklerini alarak gideceği koğuşa onların yardımıyla gönderilir. “ihtiyaç olanlar arasında el sabunu, permatik ve diğer eşyalarda vardır.”

İçeride sadece kişi başına üç tane kitap bulundurma hakkın var. Kürtçe yayınlar o zamanda yasaktı. Birde çıkan siyasi gazeteler ve kitaplar idarenin keyfi uygulamalarıyla verilmezdi.

Avukat, aile görüşüne çıkarken, idareye, doktora ya da telefon görüşmesine giderken onur kırıcı davranışlar gardiyanlar tarafından yapılmaktaydı. Üzerimiz aranırken cinsel organlarımıza bir elin sertçe dokunduğunu hissederek tepki veririz ve bize gardiyanlar karşılık verir. Ayakkabımız, gardiyanın iki eliyle ikiye katlanarak hasar görmesini görürken o da yetmezmişçesine ayakkabımızın üst kısmındaki boşluktan tutarak birkaç kez beton zemine kuvvetlice vurduğunu gördüğümüzde delirmemizin imkânları ortaya çıkmış oluyor. İdareye şikâyetlerimiz sonucunda o dönem için belirli bir yumuşama olmuştu.

Cezaevinde görüşe ve idareye giderken 7–8 gardiyanın arasında giderdim. Karşıdan tanımadığım birisi aynı şekilde gardiyanların ortasında gelirken birimizi kenara çekerek diğer gardiyanlar onun önüne set olurlardı. Konuşmayalım diye.

Görüş günleri koğuşa göre saat başı ve günlere yayarak ayarlanmış, buradaki amaçta siyasi tutsak ve adli arkadaşların aileleri topluca gelip örgütlenmesinler diye bu uygulama yapılmaktaydı.

Koğuş aramalarında eşyalarımızın bir bölümü yerde ya da diğer arkadaşların eşyalarıyla karışmış bulurduk.

Cezaevlerinde sorunlardan bir tanesi de o küçücük alanda iki ya da üç kişisin, sevdiklerinden, eşinden, çocuklarından uzaksın. Onlara sarılıp yanaklarından öpemezsin, yeşillik ve doğanın güzelliklerinden uzaktasın, yüksek duvarlarda tabutluklar içindesin. Geriye bir tek olay kalıyor! Moralini ve umudunu canlı tutmak, inatlaşmak.

Koğuşun alt kısmında yemek yediğin, tuvalet ve banyo ihtiyacını gördüğün yer var. Üst kısımda üç tane tekli ranza var. Demir pencerelerden baktığın da ilerisini göremezsin bahçe duvarı engeldir ve çatılar… O zamanda arkadaki boşluğu kendimizin istediği düşlerle doldururduk.

Ben ve aynı davada yargılandığım arkadaşlarım ordayken 2 Nolu F Tipi Hapishanesinin yapımı başlanmıştı.

Bu ülke “asmayalım da besleyelim mi” leri gördü. 12 Eylül 1980 Askeri Faşist Darbesinden söz ediyorum. 2009 yılındayız oraları halen canlı tabutluktur. Bir ülke bolca cezaevi açıyorsa ve Adalet Bakanı, iktidarı bununla övünüyorsa düşüncelerinde hastalık var derim.

Kırıklar F Tipi Hapishanesin de amatörce yazıp daha sonra “Canımın İçi Bak Hele” şiir kitabımda yer alan “Düşlerde Yolculuk” adlı şiirimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

DÜŞLERDE YOLCUK

1

Bugünde sensiz geçti

Kim bilir kaç mevsim solacak

Benim türkülerimde

Ne düşler kuracağım

Dünya’ya açılan penceremden

Savrulan yapraklarla

Yollarını gözlerken

Özlemlerim kırbaçlanıyordu.

Benliğimde

Kapılar kapandı ardı ardına

Çınladı kulaklarım

Daralan yüreğimde

Koptu kıyamet

2


Seni bekledim

Görüş günü

İçimde ki ateş

Yanar ha yanar

Teselli ediyorum kendi mi?

Gelir gelir diyerek

Aklıma düşüyor

Ya gelmezsen

Ecel terleri dökülüyor

Düşüncemin ortasına

Gözlerim yaşarıyor

Zamansız

3

Volta da bir ileri bir geri

Düşünmemek elde değil

Düşüncem lastiğe döner

Uzadıkça uzar

İçinden çıkamam

Taş duvarlara toslarım

Tekrar tekrar

Bir ileri bir geri

Ara sıra bazı bazı

Gözlerim dalar gökyüzüne

Maviliklere doğru

Mavilikler içinde iki uçak

Köpek balıklarını andırır

Mavilikler içinde

Misafir bulutlar

Şekillerini yorumlarım

Anlamsız

4


Kapıda gardiyanlar

Haydi görüşe

Müjdeli haberdir

Gittiğimi anlayamam

Görüş yerine

İki cam arası

Ortası demir

Karşımda eşim çocuğum

Bazen de annem babam ve kardeşlerim

Ne zorluklarla gelmişlerdir

Kim bilir

Konuşacağımı şaşırırım

Düğümlenir boğazım

Karşılıklı moraller

Hüzünle son bulur

Ne çabuk geçti derim

Bir bakarım yılar geçmiş

5

Havalandırmada

Düşüncem hüzünle sevinç karışımı

Vakit gelmiştir

Koğuşumla baş başayım

Yemek sayım derken

Karanlık çöker

Gökyüzüne bakarım

Demir parmaklıklar arasından

Yıldızlarla ay’ı ararım

Başım ağrır bakmaktan

Televizyonda sinema bakarım

Bin bir düşünce içinde

İnsafsız düşlerle

Avunurum

6

Yataktayım

Karanlığa gömülerek

Sağ’a sol’a dönerek

Uykularım paramparça

Düşler görürüm

Düşler içinde

17 Mayıs 2009 Pazar

Çözüm İçin Yol Haritası…



Abdullah Öcalan

“Burada demokratik çözüm ve barışın yol haritasını hazırlayacağım. Ben, halkın ve demokratik çevrelerin de görüş ve önerileri temelinde Ağustos’un sonlarında demokratik çözüm ve barış için bir yol haritası açıklayacağım.”


Demokratik çözüm ve barış konusunda umutlu olduğunu belirten KCK Önderi Abdullah Öcalan, “Burada demokratik çözüm ve barış raporu hazırlayıp devlete sunacağım. 1921 Anayasası’nı esas alacağım. Demokratik çözüm ve barışın yol haritasını hazırlayacağım. Ağustos’un sonlarında da açıklayacağım” dedi. KCK Önderi Abdullah Öcalan avukatlarıyla görüştü. Edinilen bilgiye göre görüşmede DTP’nin kazandığı belediyelere değinen Öcalan, “Demokratik Belediyecilik anlayışı çerçevesinde çalışmalarını sürdürebilirler, bu anlayışı yerleştirebilirler. Savunmalarımda da belirtmiştim, ondan da yararlanabilirler, bunları kendileri de geliştirebilirler, kendi fikir ve çabalarını da katabilirler. Tekelciliğe karşı halk belediyeciliğini uygularlar. Çalışmalara halkı katarlar. Halkla beraber çalışırlar” dedi.

ÇÖZÜM RAPORU HAZIRLAYACAĞIM
Kürt sorunu çözüm tartışmalarına değinen Öcalan, “Kürt sorununun çözümü konusunda Cumhurbaşkanı ve Başbakan da bazı şeyleri görüyorlar, mesajlar veriyorlar. Ama öyle kolay değil. Tabi 60 yıllık bir kültür var. 1921 Anayasası’nı esas alacağım. Burada demokratik çözüm ve barış raporu hazırlayıp devlete sunacağım. Daha doğrusu demokratik çözüm ve barışın yol haritasını hazırlayacağım. Ben halkın ve demokratik çevrelerin de görüş ve önerileri temelinde Ağustos’un sonlarında demokratik çözüm ve barış için bir yol haritası açıklayacağım. Ben, görüş ve önerilerimi 2000’lerde yapmak istedim. Devlet o zaman ciddiye almadı, yalnız bırakıldım. Şu anda devlet de işin ciddiyetinin farkına varmış görünüyor. Ben bu süreçte bunu yapabilecek güçteyim. Bu sürece ciddi katkım olacaktır. Tarihi bir sorumluluktur” diye konuştu.

MAZIDAĞI’NI PKK’YE YIKACAKLARDI
Öcalan, Mazıdağı’ndaki katliamla ilgili olarak şu değerlendirmeleri yaptı: “Mazıdağı-Bilge köyü olayını yapanlar, başta bunu PKK’nin üzerine yıkmaya çalıştılar. Köyün eski muhtarı ölmeden kısa bir süre önce, ‘kimsenin başını yakmayın, bu olayı PKK yapmadı’ demiştir. Aslında PKK’nin üzerine atacaklardı ama beceremediler. Bu olayı yapan devlet içindeki bir kesimdir. Hatta İçişleri Bakanı’nın da bunu PKK’nin yapmadığı yönünde açıklaması oldu. Basın anlamıyor, töre cinayeti, namus cinayeti, para cinayeti deniliyor, arka planını göremiyor. Bu namus, töre, para cinayeti ile açıklanamaz. Bu bir tesadüf değildir, çok bilinçli yapılan bir şeydir. Bu şiddet ve cinayet kültürü, Ergenekon zihniyeti ve kültürüdür. Başbakan, Ergenekon zihniyeti ve topluma yaydığı şiddet kültürüyle ilgili bir açıklaması olmuştu. Ben bu açıklamayı daha çok önemsiyorum. Bu çok planlı bir cinayettir. Kürtlerde böyle bir töre, namus kültürü yoktur. Kürtler bu şekilde adam öldürmeyi, cinayet işlemeyi bilmezler. Bu büyük bir katliamdır. Korucular direktif almadan bir tavuk bile öldüremezler. PKK’de böyle bir şiddet ve cinayet kültürü yoktur. Bu, Ergenekon tarzıdır. Kesinlikle talimatla işlenmiştir. Bu süreçte buna benzer olaylar olabilir, dikkat etmek gerekir. Diyarbakır olayı vardı, Güngören’deki olay vardı. Bunlar her zaman iki bilinçsiz kişiyi bulup kullanabilirler.”

PKK’Yİ YOZLAŞTIRMAYA ÇALIŞTILAR
Çetelerin PKK’yi yozlaştırmak istediğini vurgulayan Öcalan, şöyle devam etti: “PKK içinde de bazılarının amacı PKK’yi yozlaştırıp ele geçirmekti. Bazıları bilinçli olarak bazıları da kariyer ve iktidar hırsıyla yapmışlardır. Dışarıdan bu tür kişiliklere büyük menfaatler temin edilmiş. Özellikle kadın, evlilik, büyük paralar, ameliyat gibi imkânlar da vermişler. Kariyer ve iktidar hırsı gözlerini bürümüş veya bilinçli olarak sızdırılmış kişilikler, büyük bir emek ve çabayla kurup geliştirdiğim PKK’yi ve mücadeleyi yozlaştırmaya, ele geçirmeye çalıştılar. Ergenekon bu şekilde PKK’yi yozlaştırdıklarını ve ele geçirdiklerini sanıyorlardı. Öyle olmadığını görünce de bana yöneldiler. Yine idam gündeme getirildi. Burada çok ilginç bir olayı anlatayım, bu tesadüf değildir. Şeyh Sait, Diyarbakır’a girmeden önce Diyarbakır’ı talan ediyorlar. Bu talan olayından sonra Diyarbakır halkının Şeyh Said’e desteğini kestiler. Mazıdağı’ndaki gibi olaylarla da halkın PKK’den desteğini çekmesini amaçladılar. Çok ilginçtir Şeyh Said’in olayı da 15 Şubat, benim alınışım da 15 Şubat. Ona da 29 Haziran’da idam, bana da 29 Haziran’da idam kararı verdiler. Aynı zihniyetin ürünüdür, devamıdır.”

BEYAZ TÜRKLÜK YARATTILAR
Öcalan, Ergenekonla ilgili olarak bu kez de şu vurgulara dikkat çekti: “Ergenekon’un yüz yıllık bir tarihi vardır. İttihat ve Terakki’den beri vardırlar. Bunların tek derdi iktidardır. Osmanlı’da yalnız Yahudiler değil, Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Araplar’dan oluşan bir azınlıklar sermayesi vardı, bunlar Osmanlı ekonomisine hâkimdi. Bunlar kendi iktidar ve ekonomik çıkarları için Türk olmadıkları halde Türkçülüğe sarıldılar, Türkçülüğü geliştirdiler, Türk olmayan bir Türk burjuvazisi yarattılar. Aslında bunlar ‘Türk olmayan Türkçü’ kesimlerdir. Bunlar bu zihniyetle Osmanlı’yı da çözülüşe götürdüler. İttihat Terakki’yi kuranlardan ikisi Kürt, biri Arnavut, biri Arap’tır. İlginçtir bunlardan hiç biri Türk değil ama Türklük ideolojisini oluşturdular. Bunlar bir çeşit ‘süper Türkçülük’, ‘Beyaz Türklük’ yarattılar. Hatta bunun içinde Türkmenler de yok, Anadolu Türkü de yok. Bir çeşit ‘devlet Türkü’, ‘devlet zümresi’dirler. Gerçek Türklükle hiçbir alakaları yoktur.”

KRALDAN DAHA KRALCILAR
“Bunu bir kuşak öncesinden Almanlar denediler. Vardıkları sonuç Hitler’dir. Bu zihniyet Osmanlı’yı bitirdi, Ermenileri bitirdi, Rumları bitirdi, bugün de Kürtleri bitirmek istiyor. Tekeller sermayeyi bir kontrol ediyor ise Ergenekon iki kat kontrol ediyor hatta toplumu on kat daha fazla etkisine aldılar. Bunlar toplumun çok derinlerine nüfuz ediyorlar. Bunlar devletin her kesiminde de varlar. Ordu, basın, partilere, sivil topluma kadar varlar, kontrol ediyorlar. Toplumda sanıldığından çok daha derin ve yaygın örgütlenmişler. Bunlar bazı Kürt ailelerini hala sermaye ve tarikatlarla kontrol ediyorlar. Bu ailelerden kimilerini kuşaklar boyunca Beyaz Türkleştirdiler, kimilerini de tarikatlarla bağladılar. Diyarbakır’dan bazı aileler, Bitlis’te bazı aileler, Urfa’da bazı aile ve aşiretler ve diğer bölgelere yayılmış aileler gibi, bunlar gerçekte Kürt oldukları halde bir Türk’ten daha çok Türkçüdürler, kraldan daha çok kralcıdırlar. Bunlar hala çok etkililer. Seçimdeki eğilimleri de bunlar kontrol ediyor. Halfeti’deki seçimi bunlar kaybettirdiler. Bunlar için varsa yoksa iktidardır.”

ERGENEKON ANTİ KÜRTLÜKTÜR
“Ergenekon 1950’lerde anti-komünist, anti-Kürt, anti-İslamistti. Devletin Başbakanı Menderes idama götürülüyor, kimin, niye idam ettirdiğinin farkında değil. Aynı şey Denizler için de söylenebilir. Deniz Gezmişler iktidara yürüdüklerini zannediyorlardı. Onlar da bunları kimin yaptığını göremiyorlardı. Bunun için yenildiler. Bütün bunları görmezsen çözemezsin. Ben bunları görüyorum, çözüyorum. Aygan, fail-i meçhulleri yapanların yüzde doksan sekizi hala işbaşındadır, diyor. Doğru söylüyor. Aygan, onları biliyor. Bunlar bu dönemde de çeşitli provokasyonlar yapabilir. Hatta bunlar hala orduyu büyük oranda kontrol ediyorlar. Kıvrıkoğlu ve Karadayı biraz bu oyunları biliyor, kendilerini Ergenekon dışında tutuyorlar. Kıvrıkoğlu ve Karadayı’nın belli güçleri, etkileri var. Yeni Genelkurmay Başkanı’nın, Kıvrıkoğlu ve Karadayı’yı yanına alması Ergenekon dışında kaldığı mesajını veriyor. Ergenekoncular eskisi kadar dış destek bulamıyorlar. İşte Levent Ersöz Rusya’ya gitti, Rusya destek vermedi. Yine Çin’e, Amerika’ya gidiyorlar. Amerika da 5 Kasım 2007’ye kadar bunlara kısmen göz yumuyordu. Fakat 5 Kasım 2007’de Bush-Erdoğan görüşmesinde bunlara dur denildi. Ama içeride hala çok güçlü olduklarını düşünüyorum. AKP, çözüm konusunda bir şeyler yapmak istiyor ama ne kadar güçlüler, güçleri yeter mi bilemiyorum. Hatta Ergenekon’un yüzde yetmiş hala etkili olduğunu düşünüyorum. Erdoğan bir adım ileri iki adım geri, hatta on adım geri atıyor. Gül, Erdoğan ve Beşir Atalay’ın açıklamaları var.”

BAHÇELİ SIKIŞMIŞ DURUMDA
MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin çözüm tartışmalarına yönelttiği sert eleştirileri yanıtlayan Öcalan, şöyle devam etti: “Ben radyodan grup toplantılarını dinledim, Bahçeli’nin ses tonundan, paniklediklerini, sıkıştıklarını çıkarıyorum. Bahçeli’nin kullandığı “ihanet” kelimesini ona geri yutturacaklar. 1921 anayasasında Kürtler için muhtariyet vardır, bugünkü anlamda bir çeşit demokratik özerkliktir. Kurtuluş savaşı bu çerçevede verilmiştir. Ama daha sonra 1925 Şeyh Sait ayaklanmasından sonra geri adım atılıyor. Aslında bu, Ocak 1924’te başlayan bir süreçtir. Misak-ı Milli, Irak ve Suriye Kürtlerini de içine alıyordu. Şeyh Sait ayaklanmasıyla Musul ve Kerkük İngilizlere bırakılmak zorunda bırakılıyor. O zamanki Kürt parlamenterler Mustafa Kemal’e “Musul-Kerkük’ü bırakmayın” diyor. Mustafa Kemal, “mecburum” diyor. Bu şekilde Musul-Kerkük’e karşı Kuzey Kürtleri feda ediliyor. Muhtariyet 1921 Anayasası’nda anayasal bir hüküm olarak var ama 1924 anayasasında yok. Bu İngiliz planı 1920 Kahire Konferansı’nda kararlaştırılmıştı. İngilizler daha önce 16 Mart’ta Yunanlıları Anadolu’ya sürmüşlerdi. Şeyh Sait ayaklanması sonucunda Musul ve Kerkük’ü alıyorlar. Bu olaylardan sonra Mustafa Kemal’i, muhtariyet fikrinden vazgeçirmeye zorluyorlar veya o da vazgeçmek mecburiyetinde kalıyor. Yani Mustafa Kemal İngiliz oyunları, suikastlar ve isyanlarla muhtariyet fikrinden vazgeçirildi. Şeyh Sait kendisini idama götüren oyunların farkında bile değildi. Bugünkü Laiklik ilkesi de Mustafa Kemal’e ait değildir. Laiklik ve diğer şeyler Mustafa Kemal’in değil 1937’de Recep Peker, İnönü, Fevzi Çakmak onlar tarafından getirilmiştir. Mustafa Kemal İngiliz yanlısı bu kişiler tarafından kuşatılmıştı.”

ERGENEKON’A KARŞI KCK OPERASYONU
“Kadınlar Kadın Akademisinde ne yapılabilir? diye soruyorlar” diyen Öcalan, “Öncelikle kadını bir bilinç olgusu olarak ele alıp anlamamız gerekir. Bunu yapabilirsek bütün dinlerin, felsefelerin, kültürlerin temelindeki şeyi anlayabiliriz. Kadın bir duygu, arzu, aşk, tutku nesnesi olarak ele alınmamalıdır. Bilinçli bir varlık, bir sınıf, bir ulus gibi ele alınmalıdır. Böyle yapılırsa birbirimizi daha iyi anlarız, tabii öncelikle kadınlar kendi kendilerini anlamalılar” ifadelerine yer verdi. Son günlerde kısmi olarak çıkan çatışmalara da değinen Öcalan, “Aktif olarak bir çatışma yoktur. Çatışmasızlık kararına uyuluyor. Ama üzerlerine gidiliyor, misilleme yapmaya zorlanıyorlar. Ben burada kesin bir şekilde söylüyorum. KCK adı altında DTP’ye yapılan operasyon devlet içindeki bir kesimin onayıyla yapılmıştır. Ergenekon’a karşı KCK operasyonu. İstanbul’daki savcılara karşı Diyarbakır savcıları; İstanbul savcıları anti-Ergenekoncu, Diyarbakır savcıları ise Ergenekon operasyonuna karşı KCK operasyonunu yapmıştır. Aslında KCK, demokratik yasal bir yapılanmadır” şeklinde konuştu.

BAZI MEKTUPLAR VERİLMİYOR
Öcalan, sözlerin şöyle tamamladı: “Bana cezaevlerinden gelen seksen mektuptan kırk tanesini vermediler. Özellikle entelektüel düzeyi yüksek mektupları vermediler. Daha çok kısa ve kart şeklinde olan mektupları verdiler. Tekirdağ Cezaevi’nden, Bolu’dan, Siirt’ten, Bingöl’den, Adıyaman, Adana Karataş cezaevlerinden gelen mektuplar var. Adıyaman cezaevinden bazı arkadaşların mektuplarını vermediler. Siirt Cezaevi’nden bir grup kadın arkadaş çok coşkulu, güzel mektup göndermişler. Yine Siirt Cezaevi’nden Suriyeli bir arkadaşın mektubunu aldım. Onun şahsında Suriye’deki halkımıza özel selamlarımı iletiyorum. Tekirdağ Cezaevi’nden bir arkadaş Zend’le ilgili bir çalışmasını göndermiş. Devam edebilir çalışmasına. Bingöl Cezaevi’nden bir arkadaşın mektubu var. Kadınla ilgili çalışma yaptığını söylüyor, çalışmasına devam edebilir. Siirt Cezaevi’nden iki arkadaş bir mektup göndermişler. Egoizm-bencilliğin doğuştan mı sonradan mı edinildiği konusunda düşüncemi sormuşlar. İki şekilde ele almak lazım. Doğal bencillik, koruma içgüdüsüyle olursa normaldir. Fakat bireycilik, toplumsal-kültüreldir. Cezaevindeki tüm arkadaşlara selamlarımı iletiyorum. Halkımıza ve Kadınlara selamlarımı iletiyorum. Demokratik çözüm ve barış konusunda umutluyum.”
-----------------
ANF/İSTANBUL

YENİ ÖZGÜR POLİTİKA

15 Mayıs 2009 Cuma

EMPERYALİZMLE GELECEĞİ BELİRLENEN ÜLKELER


Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com

Emperyalizm işini bilerek ve programlı olarak yaşama geçirmeye devam ediyor. Bir ülkeyi parçalara ayırmasını, kukla hükümetler yaratmasını biliyor. Emperyalizm geleceğini geri kalmış ülkelerde daha çok geliştirmeye çalışıyor.

Irak ve Afganistan’ının alt yapıları başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere diğer emperyalist ülkeler tarafından talan edildi. Sıra Pakistan’a geldi. Görünen o ki Pakistan’da, emperyalist ülkelerce parçalara ayrılarak kukla yöneticilerin himayesinde yönetilerek efendilerine yeraltı ve üstü hammaddeleri sunulacak.

Emperyalizm Ortadoğu’da yumruğunu hiç eksik etmiyor. Çıkarları için hak ihlallerini bile bile dünya ülkelerinin gözleri önünde yapıyor. Afganistan’da işgalle başlayan emperyalist talan günümüzde de devam ediyor.

Afganistan işgalinde yer alan Avrupa ülkeleri askerlerini birer birer geri çekerken, boşluğu Türkiye’nin doldurması kararlaştırıldı. Uluslararası yardım gücü (ISAF) kapsamında Türkiye Kabil’e 1.200 asker daha gönderiyor. NATO’nun Brüksel’deki karargâhında, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un da bulunduğu, NATO Askeri Komuta toplantılarında, yeniden Kabil bölge komutanlığını devralmaya hazırlanan Ankara’nın, Afganistan’a askeri katkısı netleşti. Afganistan’da 795 askeri bulunan Türkiye, yaklaşık 2.500 askerini çekecek olan İtalya ve Fransa’nın boşluğunu doldurmak için, 1200 asker yollayacak. Böylece Türkiye’nin askeri sayısı 2.000’e çıkacak.

Ülkemizin askerlerinin orada ne işi var? Emperyalizmin talanına neden destek veriliyor? Bu soruların yanıtı kendilerince olabilir, fakat işgal edilen bir ülke topraklarında emperyalizmin çıkarı için destek verilmesi hiçte hoş değildir. Ülkemizi yönetenler yakın zamanda Gürcistan ile Rusya savaşında Gürcistan’ın toprak bütünlüğünün korunmasını istemişlerdi. Rusya’nın o topraklardan derhal çıkması istenmişti. Irak’ta Federal ya da Kürdistan devleti kurulması olayı ülkemizde yankı bulurken ülkemizi yönetenler Irak’ın toprak bütünlüğünden söz etmişti.

Emperyalistlerce Afganistan’ın talanı devam ederken ABD, NATO üyesi ülkelerden Afganistan’a daha fazla asker göndermesi için bastırmaya devam ederken, Başkan Obama ve ABD Savunma Bakanı Robert Gates, aylardır üye ülkelerden daha fazla asker göndermeleri için bastırırken ABD, üye olmayan ülkelerden ise maddi yardım talebinde bulunmuştu. AB ülkeleri isteğe temkinli yaklaşırken, şimdiye kadar bir tek Japonya olumlu karşılık vermiş, o da asker göndermeyip Afganistan’a yüklü maddi yardımda bulunacağını açıklamıştı.

ABD, Afganistan’da soluk almaya ve çıkış yolu bulmaya çalışıyor. ABD, Afganistan’ı işgal ettiğinde herhangi bir ülkeye danıştı mı? Sadece yakın müttefiki olan İngiltere olayı biliyordu. Pastayı iki ülke yiyecekti. Ama o pasta boğazlarında kaldı. ABD olayları kendi ekseni etrafında döndürmeye çalışırken ipleri de elinden bırakmamaya çalışıyor.

ABD ordusunun, Afganistan’da sivilleri öldürdüğünün ortaya çıkması ve ardından yeni bir iddia daha gündeme geldi. Ferah’ta geçen hafta düzenlenen hava saldırılarında çoğu kadın 147 sivilin hayatını kaybetmesine neden olan operasyonda, ABD uçaklarının sivillere karşı beyaz fosfor bombası kullandığı iddia edildi.

Mail Online’ın haberine göreyse Mail Online’ın haberine göreyse İnsan Hakları İzleme Örgütü’nden (HRW) ordu ve Pentagon istihbarat analisti Marc Garlasco, Afganistan’da ABD ve NATO güçlerinin yaygın bir biçimde ve sürekli olarak bu bombayı kullandıklarını, Taliban’ın kullanmasının ise mümkün olmadığını söyledi. Garlasco, “Beyaz fosfor muhalif bölgelerde yabancı askerlerin gizlenmesi ve aydınlatma için kullanılıyor” dedi.

İnsan Hakları İzleme Örgütü’nden (HRW) ordu ve Pentagon istihbarat analisti Marc Garlasco, Afganistan’da ABD ve NATO güçlerinin yaygın bir biçimde ve sürekli olarak bu bombayı kullandıklarını, Taliban’ın kullanmasının ise mümkün olmadığını söyledi. Garlasco, “Beyaz fosfor muhalif bölgelerde yabancı askerlerin gizlenmesi ve aydınlatma için kullanılıyor” dedi.

Associated Press haber ajansına göre ABD ordusu, operasyonda bu bombayı kullanmadığını, aksine Taliban’ın kullandığını iddia ediyor.

The Guardian’ın haberine göre Herat’ta uluslararası kaynaklarla finanse edilen bir hastanenin başhekimi Dr. Muhammed Arif Celali, köylerden daha önce görmediği, ellerinde ve dişlerinde yanıklarla alışılmadık çoklukta hastaların geldiğini söyledi. “Ne tür bir kimyasal olduğundan yüzde yüz emin değiliz ve onun ne olduğunu anlayabileceğimiz ekipmanımız yok. Yanıklarla hastaneye gelen bir kadın, ailesindeki 22 kişinin de aynı biçimde yandığını söyledi. Kadın, ateş saçan beyaz toz yayan bir bomba atıldığını ve daha sonra elbiselerinin altından vücutlarının yandığını söyledi.”

Fosforlu bombalar basına yansıdığı kadarıyla dünya ülkelerinin birkaçında kullanıldı. İsrail, Filistin’i işgal ettiğinde “fosfor bombası”kullandı. Irakta bile kullanıldığı iddia edilmişti. Emperyalizm işgal ederken aynı zaman da ölümcül silahlarını da kullanmaktadır. Sonradan inkâr etme politikasını uygulamaktadır.

Ülkeler işgal ediliyor, muhalifler susturulmaya çalışılıyor. Elbette güzel günleri göreceğimiz günlerde gelecek ve onu yaratan biz emekçiler olacağız.

13 Mayıs 2009 Çarşamba

YAPAY SOLCULAR VE DENİZLER



Mustafa Elveren – Em. Öğrt.
mustafaelveren@gmail.com

Bir süre önce makale notlarıma şu haber özetini eklemiştim; “Deniz Uğur-Reha Muhtar çiftinin ikizleri Poyraz ve Mina, dün Amerikan Hastanesi'nde dünyaya geldi. Deniz Gezmiş'in ölüm yıldönümünde doğan bebeklerin ikinci adları 'Deniz' oldu.” (07 Mayıs 2009 / Hürriyet) Bu haberi okuyunca solculuğumdan utandım. İstenmeyen bazı olaylar ve haberler insanı çok derinden etkiliyor.

Bunlar nikahsız olarak kadınlarla birlikte oluyorlar, bu kadınlardan çocuk pehda olunca da yüzleri kızarmadan adını Deniz koyuyorlar.

Bunlar sevgili Ahmet Kaya’ya yaptıkları düşmanca saldırılarını temize çıkarmak için bu değerlerimizi hoyratça ve utanmadan kullanıyorlar.

Bunlar solcu olamazlar. Olsa olsa yapay solculardır.

Bunlar her zaman “Atatürkçülük” kisvesi altında kendilerine bir haber kanalını bulup, bu kanallarda gerçek devrimcilere ve özgürlük savunucularına utanmadan saldırıyorlar.

Türkiye’de resmi ideoloji her zaman sahte solcuları, dincileri ve sağcıları hatta sahte milliyetçileri bile üretmiştir.

Özgürlük ve demokrasi karşıtları ile demokrat kürt aydınlarına düşmanlık yapanlar Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına sahip çıkamazlar.

Bu hazmedilecek bir durum değildir. Deniz Gezmiş’in ailesi derhal bu şahıslar aleyhine dava açması gerekmez mi? Ama ne yazık ki böyle bir girişimde şu ana kadar hiç kimse bulunmadı. En azından 68’liler, 78 liler gibi vakıflar ve dernekler suç duyurusunda bulunabilirlerdi.

Sevgili Ahmet Kaya’yı linç eden güruh,Deniz Gezmiş’e nasıl sahip çıkabilir? Bu yapay solcuları çok iyi tanımak gerekir. Bu utanmazlar bir taraftan Deniz Gezmiş’in posteri arkasına saklanarak, öte taraftan Gezmiş’in arkadaşları olan diğer devrimci önderlere saldırmaktadırlar. Bu sahte solcuların Ahmet Kaya’ya yaptıkları çirkin saldırıyı unutmadık, asla da unutmayacağız.

Deniz Gezmiş’in içinde bulunduğu dönemin siyasal konjonktürü gereğince yapay olarak yaratılan “Kemalist” söylemierle benzerlik göstermesi çok doğaldır. Çünkü, Deniz Gezmiş ve arkadaşları aynı zamanda resmi ideolojjnin tümden kaldırılarak, Cumhuriyet’in demokratikleştirilmesinden yana oldukları da bilinen bir gerçektir. Yani bağımsızlık, demokrasi ve özgürlük hareketi niteliğindeydi. Bu gün de Cumhuriyet’in demokratikleştirilerek, sosyalist demokrasi nitelik kazandırılması için uğraş vermiyor muyuz? Yapay olarak yaratılan “Kemalizm”i ve dolayısıyla resmi ideolojiyi teşhir etmek o kadar kolay olmadı. Bunun için geçmişten günümüze kadar çok ağır bedeller ödemek zorunda kalınmıştır. İşte bu bedeli ödüyenlerden biri de Deniz Gezmiş ve arkadaşlarıdır.

Öyle ise, Denizlere ancak gerçek solcular ve devrimceler sahip çıkabilirler. Deniz Gezmiş ve onların mirası üzerinde gevezelik yapanlara ve Ahmet Kaya’yı linç eden sahte solculara karşı çok uyanık olmak durumundayız.

Eğer bunlar “vatansever” ve solcu ise, ben de vatan hayiniyim. Tıpkı idam sehpasına gönderdikleri Deniz Gezmiş ve diğer devrimciler gibi, Nazım Hikmet gibi.

WEB: http://www.gomanweb.com/


12 Mayıs 2009 Salı

Tarih ve Demokrasi




Demir Küçükaydın
demiraltona@gmail.com


“Aydınlanma da, yani şu modern toplumun din olmadığını söyleyen dini de, kutsal kitapların tarihine karşı kendi tarihini yazdı. Bu tarihi yazarken kutsal kitapların anlattığı tarihi "İnanç" sorunu olarak akıl dışına sürdü ve karanlık bir ortaçağ kavramıyla bu tarihi cehenneme yolladı.”



Tarih'in geçmişle değil bugünle ilgili olduğu; Tarih üzerine tartışmaların aslında geçmiş üzerine değil bu güne ve geleceğe ilişkin programlarla ve tasavvurlarla, dolayısıyla da bu program ve tasavvurları şekillendiren, onların ardındaki sınıfsal konum ve çıkarlarla iligili olduğu bir "Lapalis hakikati"dir.

Ama sadece bu kadarı eksik bir doğrudur. Bunun daha da doğrusu, bugünün ve geleceğin aslında geçmişte şekillendirildiğidir. Geçmişi başka türlü ele alıp anlatmayan hiçbir hareket bugünün mücadelelerini ve geleceği başka türlü şekillendirememiştir ve şekillendiremez.

Bu geçmişte böyleydi, bugün de böyledir ve gelecekte de böyle olacaktır.

Her mitolojik hikaye bir tarihtir. Ve bugün bilinen bütün mitolojiler, aslında artık bilinmeyen veya unutulmuş tarihlerin yerine başka bir tarih yazımlarından başka bir şey değildir. Örneğin Kadınların ezilmesi için önce tarih yeniden yazılmıştır; ana tanrıçalar birer meduza yapılmıştır. Tanrıların kavgaları ve ilişkileri toplulukların ve toplumsal sınıfların kavgaları ve ilişkilerinden başka bir şey değildir.

Akdeniz ve Ortadoğu havzasında, dünyanın en elverişli ulaşım koşulu olan denizin (Akdeniz) sağladığı müthiş ticaret olanağının mümkün ve gerekli kıldığı tek tanrılı dinlerin kitapları, aslında, aydınlanma tarihçiliğince mitoloji diye tanımlanacak, tarihlere karşı başka bir tarih yazımından, dolayısıyla başka toplumsal ilişkilerin örgütlenmesinden başka bir şey değildi.

Klasik Akdeniz uygarlığının tek tanrılı dinleri, önceki tarihleri ("mitolojileri") yok edip, örneğin "klasik Greko Romen mitolojisinin", yani tarihinin yerine "Peygamberler Tarihi"ni; Kaos, Kozmos, Kronos vs. yerine Allah, Adem ve Havva'yı; Tanrılar yerine Peygamberleri anlatırken sadece başka bir tarih yazmıyor; bu tarih aracılığıyla başka bir topluluk tanımlıyor, başka bir toplumsal düzen kuruyor, yani geleceği geçmiş aracılığıyla şekillendiriyordu.

Aydınlanma da, yani şu modern toplumun din olmadığını söyleyen dini de, kutsal kitapların tarihine karşı kendi tarihini yazdı. Bu tarihi yazarken kutsal kitapların anlattığı tarihi "İnanç" sorunu olarak akıl dışına sürdü ve karanlık bir ortaçağ kavramıyla bu tarihi cehenneme yolladı.

Sosyalist hareket de bu yasanın dışında değildi, daha doğarken, aslında farklı bir tarih anlayışını taslaklaştırarak (Tarihsel maddecilik) geleceği şekillendirmeyi deniyordu. O gelceğe ilişkin bir program olarak aslında başka bir tarih anlatarak yola çıktı.

Aydınlanma humanizmi karşısında ulus gericiliği de aynı şekilde tarihi birer uluslar tarihi olarak yazarak ulusları kurdu ve geleceği şekillendirebildi. Örneğin bir Türk tarihi yazılmadan bir Türk Devleti ve Türk Ulusu olamazdı.

O halde, Türkiye'de demokratik hareket eğer gelişmek ve bir başarı kazanmak, bu günü ve geleceği şekillendirmek istiyorsa, önce demokratik bir tarih yazmak zorundadır. Tarih demokratik olmadan bugün ve gelecek demokratik olamaz.

Demokratik hareketin zayıflığı aynı zamanda demokratik bir tarih olmamasında yankısını bulmaktadır ya da tersinden demokratik bir tarihçiliğin yokluğu demokratik hareketin zayıflığının en önemli nedenlerinden biridir.

*
Demokratik bir tarihi yazabilmeye en yatkın güçlerin işçi hareketi ve sosyalist hareket olması gerekir.

Ama bu hareketler Demokratik bir tarih yazmamışlar ve yazamamışlardır. Bırakalım demokratik tarihi kendi kendi sosyalist tarihlerini bile Türk ulusçuluğunun tarih kavramı içinde tanımlamışlar; Türk tarihi ile bir mücadeleye girmemişlerdir.

Örneğin Türkiye sosyalist hareketi ve işçi hareketi hep Müslümanlarla ve Türklerle başlatılmıştır. İstisnasız Türkiye'deki bütünsosyalist akımlar, Türkiye'de sosyalist hareketi TKP ve onun Bakü kongresiyle başlatırlar. Osmanlıdaki sosyalist akımlar ve hareketler birer tarih öncesi olarak bile pek ele alınmaz. bunlar birkaç akademisyenin ilgi alanı dışında yer bulamazlar. Türkçeyle ve Türklükle tanımlanmış bir ulusla kendini başlatan bir sosyalist hareket, en gerici ulusçuluğu yeniden üretmekten başka bir şey yapamazdı. Bırakalım sosyalisti bir yana, demokratik bir tarihçilik ise, bu tarihi ulusu Türkyük, vs. ile tanımlayan tarihçiliklere karşı hareketlerle tanımlar ve başlatırdı. yani örneğin, Türkiye Komünist Partisi'nin Bakü kongresi değil, Komünist Manifesto'nun ilk Ermeniceye çevrilişi bu modern sosyalist hareketin başlangıç noktası olurdu. Böyle bir başlangıç noktasının kendisi bile var olan Türk devletine ve ulusçuluğuna karşı bir mücadele anlamı taşır; sosyalistler gerici ulusçuluğun yeniden üreticileri olmazlardı.

En tutarlı demokrat olan ya da olması gereken sosyalist ve işçi hareketi, demokratik tarihi de örneğin Mithat Paşa veya İkinci Meşrutiyet ile değil; Selanikli işçilerle, Balkanlardaki devrimci demokrat ve sosyalist akımlarla ve köylü çetelerle, Ermeni sosyalist hareketiyle, Velestinli Rigasla, Tigran Zaven'le, Tevfik Fikret ile başlatırdı.

Böyle bir tarihe dayanan bir sosyalist ve Demokratik hareket, mitinglerde, anma toplantılarında, bu cılız ama nitelik bakımdan son derece önemli demokratik öncülerin isimlerini ve resimlerini taşır, onların unutulmasına karşı anmalar yapardı. Bu takdirde anma toplantıları birer Pazar vaazı, birer ruhsuz seremoni olmaktan çıkar her biri demokrasi mücadelesinin bir savaşı olurdu.

Böyle bir tarih, Balkan uluslarının kuruluşunu, Ermeni katliamlarını, Mübadeleleri, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunu birer "ilerici" demokratik dönüşüm veya devrim değil, aydınlanmanın demokratik ideallerinin terki ve gerici ve karşı devrimci hareketler olarak anlatırdı.

Böyle bir tarih içinde, Mustafa Suphi'lerin kurduğu Türkiye Komünist Partisi, Ulusu Türklükle tanımlayan bu gericiliğin ve karşı devrimciliğin sosyalist harekete sızması ve ele geçirmesi olarak görülürdü.

Böyle bir tarih, İkinci Meşrutiyet için yapılan askeri ayaklanmayı, Osmanlı devlet sınıflarının demokratik harekete karşı bir manevrası; bütün balkanları sarmış devrimi bastırmak için onun başına geçme ve daha sonraki İttihat Terakki'nin darbesini bunun sonuca ulaşması ve karşı devrim olarak anlatırdı.

Sosyalist ve Demokratik hareketin böyle bir geleneğe dayandığı yerde, Kürtler üzerindeki baskıya karşı demokratik ve devrimci direniş, devrimci ikonografisini, Ergenekon benzeri Kava efsaneleriyle değil, bu topraklardaki Demokratik mücadelenin ilk başlatıcılarıyla, yani Velensinli Rigaslarla, Tigran Zaven'lerle kurardı. (Kürt hareketinin zaten Kemal Pir'ler aracılığıyla bu eksikliği bir parça olsun gidermeye çalışmaktadır ve bu çabalar o demokratik karakterin bir yansımasıdır.)
Bir insan hem Demokrat hem de Türk, Kürt vs. olamaz. Demokrat her şeyden önce, bir ulusun bir dille, bir tarihle, bir soyla, bir etniyle tanımlanmasını reddeden; bunların bütünüyle özele ilişkin olmasını savunan olabilir.

Türkiye'nin demokratları, Türkiye'nin laikleri gibidirler. Laikler nasıl Diyanet işleri, İmam hatipler, din dersleri vs. gibi gerici ve anti laik bir kurumların varlığı ile laiklik arasında bir sorun görmeyen ve hatta bunu laiklik olarak tanımlayan anti laiklerse; Türkiye'nin demokratları da ulusun ve devletin, Türklük ile tanımlanmasında, resmi dilinin Türkçe olmasında, Türk tarihi okutulmasında sorun görmeyen kendini Demokarat sanan anti demokratik Türklerdir.

Türklüğü (ya da Kürtlüğü veya başka bir soyu, tarihi, dili vs.) kişinin bütünüyle özel sorunu yapmayı hedeflemeyen, ulusu bir dil, bir tarih, bir din, bir etni vs. ile tanımlamayı reddetmeyen bir demokratik hareket olamaz.

Demokratik bir devlet Türk Devletinin, Demokratik bir ulusçuluk gerici ulusçuluğun yerini; demokratik bir ulus Türk ve Kürt uluslarının yerini ancak, Tarihi Türklerin, Kürtlerin, Ermenilerin değil; Demokratlarla, Türklerin, Kürtlerin, Ermenilerin mücadelesinin tarihi olarak yazdığında, alabilir.

Bunun haricindeki bütün değişimler, demokrasi değil, bu günkü gericiliğin kendini zamana uydurmasından ve ömrünü uzatmasından başka bir anlama gelmez.

17 Mart 2009 Salı

http://www.demirden-kapilar.org/

http://www.koxuz.org/

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Mersin 68'liler Ormanı'nda 10 bin kişi Denizleri Andı




Haber: Adil Okay

adilokay@hotmail.fr

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idamlarının 37. yıldönümünde Mersin 68'liler ve 78'liler Derneği'nin öncülüğünde düzenlenen, kentteki diğer kurumların da desteklediği etkinliğe 10 binden fazla kişi katıldı.

Mersin'de daha önce çöp alanı olarak kullanılan, 68'lilerin müdahelesiyle yeşillenen, kentteki demokratik kitle örgütlerinin katkılarıyla büyüyen "68'liler Ormanı", bu yıl da kent dışından pek çok konuğu ağırlarken, Mersinlilerin de bir araya geldiği , 15 bin fidanın büyüyüp ağaç olduğu alan, orman sıfatını artık gerçekten hak etmeye başlarken, geçen yıl yaşamını kaybeden heykeltraş Mehmet Kabak'ın tasarımıyla yapılan "üç fidan" anıtıyla Deniz-Yusuf ve Hüseyin için Türkiye'de yapılan tek anıtı da içinde bulunduruyor.

Sabah saat 8:00'den itibaren Orman'a ilk gelenler stant görevlileri oldu. 68'liler Derneği imzasını taşıyan Deniz-Yusuf-Hüseyin pankartı orman girişine asılırken, pankartın ormana bakan tarafında da Mersin 78'liler Derneği imzasını taşıyan 12 Mart ve 12 Eylül sürecinde idam edilen 20 devrimcinin fotoğraflarının olduğu büyük pankart dikkat çekiyordu.

Erkenci ziyaretçiler kahvaltılarını ormanda yaparken, çeşitli gençlik grupları ise stantlarına pankartlarını asmakla uğraşıyorlardı.

Saat 10:00'dan itibaren katılım artmaya başlarken, anma programının başlayacağı saat 11:00'de katılımcı sayısı binlerle ifade edilmeye başlanmıştı.

Anma programının ilk etkinliği "Nazım Hikmet'in mezarının Mersin 68'liler Ormanı'na getirilmesi" için başlatılan kampayaya ilişkindi. Konuya ilişkin 68'liler Ormanı'nın kuruluşunda yer alan Mustafa Güler konuşma yaptı. Güler, ormanın bugüne gelişinin hangi aşamalardan geçtiğini anlatırken, Nazım'ın mezarının Mersin'e getirilmesini istediklerini, Nazım'ın dedesinin Mersin Valiliği yaptığını, Nazım'ın Mersin topraklarına yabancı olmadığını' söyledi.

Anmanın ikinci aşaması ise 'fidan dikme' etkinliğiydi. Her yıl olduğu gibi bu yıl da kaybedilen devrimcilerin adının verildiği yeni fidanlar ormana eklenirken, Gülten Kaya'nın Ahmet Kaya için, Emine Ayna'nın amcası THKO savaşçısı, Kızıldere direnişçisi Ömer Ayna için diktiği fidanlar duygusal anların yaşanmasına neden oldu.

Konuklar ormanın alt kısmında fidan dikerken orman girişinde ise 'geleneksel sol tartışmalar!' yaşandı.

ÖDP gençliğinden bir grup ile SDP gençliğinden bir grup 'DEV-GENÇ' pankartı yüzünden kavga etti.

SDP'lilerin açtığı DEV-GENÇ pankartının indirilmesini isteyen, asıl tarihsel mirasçının kendileri olduğunu iddia eden ÖDP'li gençler pankart indirilmeyince SDP'lilerin standına saldırdı. Karşılıklı sürtüşme saatler sürerken her iki gruptan da atılan 'faşizme karşı omuz omuza' sloganları ise trajik görüntüler oluşturdu.

İki grubu da yönlendiren gençlerin önceki yıl Mersin Üniversitesi'nde çıkan olaylarda polis saldırısına birlikte direndiği, birlikte göz altına alınıp tutuklandıkları, tutukluların serbest bırakılması için yapılan gösterilerde birlikte yüründüğü düşünüldüğünde solun birbirine uyguladığı şiddet yeniden tartışılıyordu. Katılımcılardan eski bir Dev-Genç'linin 'tapuya devlet el koymuş, siz miras kavgası yapıyorsunuz' sözleri ise ayrıca düşündürücüydü.

Gruplar arasına oluşturulan güvenlik barikatı, tartışmanın uzun süre sürmesi bazı katılcıların ormanı terketmesine yol açarken, polisin 'müdahele için güç çağıralım mı' isteği anmayı yürüten komite tarafından kabul edilmedi. Sivil bir polis memurunun video kaydı yapması da gençler tarafından engellenirken, yürütme komitesi polislerin orman dışına çıkmasını sağladı.

Fidan dikenlerin alana dönmesiyle birlikte saygı duruşu yapıldı. Öldürülen yüzlerce devrimcinin adının sıralandığı 'yoklamaya' kitle 'burada' sesleriyle cevap verdi. İlk konuşmayı yapan Mersin 68'liler Derneği Başkanı Selçuk Polat 68 hareketinin Türkiye için ana damarlardan biri olduğunu vurguladı.

Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in son mektupları okunurken güvercinler uçuruldu.

İstanbul'da cezaevinde öldürülen üç devrimcinin cenaze törenini izlerken polis tarafından öldürülen Metin Göktepe'nin annesi Fadime Göktepe kürseye çağrıldığında uzun süre alkışlandı. Göktepe, 'hepiniz Metin'siniz, bütün Mersin Metin olmuş, hepiniz benim çocuklarımsınız' derken katılımcıların duygusal anlar yaşadığı görüldü.

Bir kaç ay önce 12 Eylül döneminde idam edilen Ramazan Yukarıgöz'ün 'Devrimci 78'liler Federasyonu' tarafından bulunan ve annesi Aysel Yukarıgöz'e teslim edilen mektubunun bir örneği Mersin 78'liler Derneği Başkanı Osman Koçak tarafından 'bütün devrimci çocuklardan bütün devrimcilerin annelerine' kabul edilmesi dileğiyle anneler günü anısı olarak Fadime Göktepe'ye sunuldu.

Daha sonra kürsüye çağrılan DTP Eşbaşkanı Emine Ayna, 'bu alanda bulunmaktan onur duyduğunu, öldürülen Türk ve Kürt devrimcilerinin adı okunduğunda katılımcıların hiç bir ayrım yapmadan burada demesinin halkların kardeşliğini vurguladığını' söyledi.

Ayna'dan sonra söz alan Eşber Yağmurdereli, 'sosyalizm mücadelesinin uzun sürececek bir yolculuk olduğunu' vurgularken sözlerini 'yaşasın devrim ve sosyalizm' sloganıyla noktaladı.

Gülten Kaya'nın kürsüye davet edildiği anda hoparlörden yükselen Ahmet Kaya türküsü alanı dalgalandırdı. 'Ahmet Kaya ölümsüzdür' sloganları eşliğinde konuşan Gülten Kaya 'sevdiklerini kaybettiğini buna rağmen binlerce seveni ile bir arada bulunmaktan onur duyduğunu' söyledi. Binlerce kişinin ayakta alkışladığı Kaya, sunucunun 'sürgünde bıraktığımız Ahmet Kaya'yı, Yılmaz Güney'i, Nazım Hikmet'i artık ülke topraklarında görmek istiyoruz' sözleriyle uğurlandı.

Grup Nehir ve Grup MKM'nin türküleriyle süren anmada, Merhaba Sanat Tiyatrosu ve 78'lilerin ortaklaşa hazırladığı, Adil Okay'ın yazdığı, Ramazan Velieyceoğlu'nun yönettiği '12 Eylül ve İdamlar' adlı oyundan 'Erdal Eren'in idam sürecini anlatan bir bölüm sahnelendi. Erdal'ın yargılanması ve idam edilişinin sahnelendiği bölümlerde binlerce kişi 'Erdal Eren ölümsüzdür', 'devrim için düşene, dövüşene bin selam' sloganlarını attı.

Konuşmaların ikinci bölümü ise Deniz Gezmiş'in de avukatlığını yapan Rasim Öz'ün konuşmasıyla başladı. Öz, "1 Mayıs 1977 katliamcılarının yargılanması için çaba gösterdiğini, Ergenekon Savcılarına bu konuyla ilgili dosya sunduğunu ama yine de ilerleme kaydedilmediğini" söylerken, 'Anayasa'nın geçici 15. maddesinin kaldırılarak darbecilerin yargılanması gerektiğine' vurgu yaptı.

EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel, 'Denizlerin devrimci mirasının burada yaşatılmasından mutluluk duyduğunu, ancak iki ayrı sol grubun gençlerinin bu alanda kavga etmesinin ise üzüntü verici olduğunu' vurguladı.

DTP Grup Başkanı Selahattin Demirtaş ise 'imha ve inkarla bir yere varılamayacağını, Kürt sorunun barışçıl yaklaşımla çözülebileceğini, İmralı'yı yok sayarak sorunun çözülemeyeceğini vurgulayarak' İmralı'da bulunan iradenin de dikkate alınması gerektiğini söyledi.

Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Sekreteri Kemal Bülbül ise 'alevilerin her zaman devrimcilerle yan yana olduğunu, devrim şehitlerinin hepsinin kendi şehitleri de olduğunu' vurguladı.

Grup Karar Sesi-Turhan Alıcı'nın seslendirdiği ağıt ve marşlarla süren anmada, Grup Umut'un seslendirdiği parçalara gençler sloganlarla eşlik ettiler.

Grup Yaşam Yolu'nun türkülerinden sonra başlayan forumda ise katılımcılar da düşüncelerini söylediler.

Çoğu politik faaliyetlerden uzak onbinlerce kişiyi alana toplamanın coşkusunu, küçük de olsa iki grup arasında yaşanan kavga ile gölgelenirken, seneye daha büyük ve daha coşkulu bir anma yapmak üzere sözleşen katılımcılar akşam saatlerinde ormandan ayrıldılar.

http://www.mersinyasam.com/

10 Mayıs 2009 Pazar

Hasse Gawé: Resim Sanatçısı ve Sosyal Pedagog




Hasse Gawe: Resimlerini Türkiye, Almanya, Danimarka ve bir çok ülkede sergilemiştir. Resim yapma ilhamını ezilen insanlardan, tarihten, yok edilmek insanlardan alan Hasse Gawé “abstrakt” sanatıyla, bizleri sorgulamış; içimizdeki sevda ve kavgayı, bizlere, mükemmel bir şekilde, resim dili ile iletmiştir. Yaptığı çalışmalardan bazıları:





web adresleri: http://www.gungorart.dk/

http://www.hasegawe.blogspot.com/

9 Mayıs 2009 Cumartesi

ÇOCUKLUK İŞGAL ALTINDA

"Resim: Serpil Odabaşı"



Faiz Cebiroğlu


“Bu zulümdür; bir yandan otoriter eğitimin verdiği zulüm, diğer yandan Kürt olmanın yarattığı zulüm: Anadil yasak. Kimlik yasak. Kürt olmak yasak. Diline, kimliğine sahip çıkan Kürt çocuğu olmak yasak...Burada herşey yasak. Burada herşey işgal altındadır. Burada çocuklar, hem fiziki, hem de psikolojik olarak işgal altındadır.”


Türkiye’de çocuk olmak, zordur. Türkiye’de Kürt çocuğu olmak, daha da zordur. Zorluk, ikidir: Birincisi, var olan otoriter eğitimden kaynaklanan zorluk. İkincisi, hem otoriter eğitimin, hem de ”Kürt” olmanın verdiği zorluk. Bu, çifte zorluk oluyor. Çifte zorluk, birleşiyor, tekleşiyor. Tekleşen bu zorluk, çocuklar için zulüm oluyor. Tekleşen bu zorluk, çocuklar için işkence, hapis ve ölüm oluyor.

Bu zulümdür; bir yandan otoriter eğitimin verdiği zulüm, diğer yandan Kürt olmanın yarattığı zulüm: Anadil yasak. Kimlik yasak. Kürt olmak yasak. Diline, kimliğine sahip çıkan Kürt çocuğu olmak yasak...Burada herşey yasak. Burada herşey işgal altındadır. Burada çocuklar, hem fiziki, hem de psikolojik olarak işgal altındadır.

Burada çocukluk, işgal altındadır.

Burada duygular, işgal altındadır.

Burada kimlik, işgal altındadır.

İşte böylesi bir sistem ve ortamda, daha 7 – 10 yaşlarındaki “işgalin çocukları”, polis panzerleri altında eziliyor. Diline, kimliğine, duygu ve öz-değerlerine sahip çıkmaya çalışan “işgalinin çocuklarına” gaz bombaları atılıyor, kafalarına, öldürülesiye, dipçiklerle vuruluyor.

Bu zulümdür. Türkiye’de çocuk olmak, hele hele Kürt çocuğu olmak, büyük bir zulümdür.

Türkiye’de çocuklara yapılan budur. Türkiye’deki “tek resmi dil, tek resmi ideolojinin” eğitimi ve bu eğitimin yarattığı ”terbiye”, budur. Zulümdür.

Zira burada, otoriter eğitim altında, çocuk sevgisi olmaz. Yoktur.

Burada hem otoriter eğitimden, hem de varlığı inkâr edilen bir halkın, Kürt halkının çocuğu olmak, zordur. Zulümdür.

Zaten genelde otoriter eğitim ve bunun yarattığı “terbiye", çocuğu daha baştan ”sosyal olmayan” bir varlık olarak kabûl eder. Bu şu demek oluyor: ”Sosyal” olmayan çocuk, sosyal olması için, ”otorite” sahibi olan kişilerin sözlerini dinlemesi gerekiyor. Bu norma karşı çıkmak, zulüm demektir: Ailede anne - baba dayağı, ilkokullarda başlayan öğretmen dayağı, karakollarda polis dayağı, jandarma dayağı, evde, sokakta, tarlada açık infaz, linç demektir.

Otoriter eğitimde çocuk olmak, hele hele Kürt çocuğu olmak, zordur. Zulümdür.

İşte böylesi bir sistemde Kürt, Türk, Arap, Laz, Ermeni ve diğer Anadolulu çocuklar, işkence görüyor. Böylesi bir eğitim sisteminde onlara hapis cezaları veriliyor. Böylesi bir sistemde çocuklar ölüyor / öldürülüyor.

Bu hem otoriter eğitimin, hem de başka halkarı inkâr etmenin yarattığı bakış açısıdır. Yıllardır, “tek dil” ve “tek resmi ideoloji” ile beslenen bu yanlış bakış açısı, çocuklar için zulüm oluyor. Bu bakış açısıyla, çocuklarımız dövülüyor, işkence görüyor, öldürülüyor; onlara onlarca yıl hapis cezaları veriliyor... Bir düşünün, böylesi bir bakış açısını desteklemek için Türkiye’de, atasözleri dahi icat edildi, ediliyor: “Ağaç yaşken eğilir.”, ”Çocuğunu dövmeğen, dizini döver” gibi.

Açıktır; böylesi otoriter eğitim sisteminden, Türkiye’de, çoğu zaman, "işkenceciler" yetişiyor. Bu çocuk bakış açısından, zulüm ve acımasız ”insanlar” çıkıyor.

Böylesi bir eğitim sisteminden, Kenan Evren gibi faşistler çıkıyor: ”Bu çocukları asmayıp, besleyecek miyiz?” deyip, 17 yaşında çocuk Erdal Eren’i idam eden, Kenan Evren tipi faşist ve çocuk katilleri çıkıyor.

Böylesi eğitim sisteminden, “çocukta olsa, icabına bakarız” diyen ve şu an Başbakan olan Receb Tayyip gibi insanlar çıkıyor. Böylesi eğitim sisteminden, Cizre’de 10 yaşındaki Şükrü Bağan’ın kafasına gaz bombası atan; 16 yaşındaki Yahya Menekşe’yi panzerle ezen; 14 yaşındaki Seyfi Turan’ı acımasızca dibçikle vuracak kadar “vahşileşen insan” tipleri çıkıyor...

Bu tesadüfi değildir. Bu, ne yazık ki, “tek resmi dil, tek ideolojiyle” beslenen Türk otoriter eğitim sisteminin bir sonucudur. Ve ne yazık ki, bu sistem ve gelenek devam ediyor. İşte, dünden bugünlere uzanan bu gelenekle, çocukluk devresi işgal altında tutuluyor. Bu gelenekle, duygular ve insan kimliği işgal altında tutuluyor. Buradan hareketle çocuklara fiziki ve psikolojik cezalar veriliyor.

Peki böylesi bir otoriter eğitimle yetişenlerin, insanlara - hele hele çocuklara - ”hoşgörü” ile bakmaları beklenir mi?

Böylesi bir otoriter eğitimle yetişenlerin, Kürt çocuklarına sevgiyle yaklaşmaları beklenir mi?

Elbette hayır!

Açıktır, Türkiye’de çocuklara uygulanan zulüm, buradan kaynaklanmaktadır.

Türkiye’de, Kürt çocuklarına uygulanan bu çifte zulüm, buradan kaynaklanmaktadır.

Tüm bunlar Türkiye’de var olan yanlış eğitimin ve sistemin sonucudur…

Artık, yaşadığımız bu çağda, çocukluk için, insanlık için son derece utanc verici olan bu işgalci eğitime son verilmelidir.

Zamanı gelmiştir; artık, Kürt, Arap, Ermeni, Laz ve tüm Anadolu halkları, anadillerinde duygularını ifade etmeli; eğitim / öğretimini yapabilmeli ve özgürce kimliğini yükseltmelidir, diyoruz.

Bu yazının “ilk sonuçları” oluyor. İlk sonuç, gelecek için ilk adım demektir.

Artık, gecikmeden ve korkmadan böylesi ilk adımları atmak, hem insana saygı duymanın, hem de insan olamanın ilk tanımı oluyor…

Yetti artık! Türkiye’de çocuk olmak, zor olmamalıdır.

Yetti artık! Türkiye’de, Kürdistan’da Kürt çocuğu olmak, zulüm ve ölüm olmamalıdır.