29 Eylül 2009 Salı

Bir Muhtarımız Bile Yok…


Mihrac Ural / mircihan@gmail.com

Değerli Mustafa hoca,

“ HANGİ SOL” başlıklı yazınızı okudum, ellerinize sağlık http://www.gomanweb.com/
Duygusallığınızı biliyorum emek vermiş ömür tüketmişsiniz çok haklı kaygılarla hepimiz adına cümleler kurmuşsunuz.

Ben de aynı kaygıları taşıyorum ve düşünüyorum.

Bazen solun bir değil bin “muhtarı” olmalı diye düşündüğüm oldu.

Öyle basite almayın sakın. Mahallemizin muhtarı gibi bir şey olmaktan çok ötedir. Bu nedenle yakın dostum İbrahim Çenet’e "Muhtar" adını taktım. Üç kuşak mücadele eden bir yiğit dostum. Herkesin ortak kabulünü görmüş herkesle olumlu ilişkileri olan. Bu örnekten yola çıktım muhtarlarımız bol olsun dileği yaptım.

Kimi sol çevrelerde, Mustafa hocanın da işaret ettiği gibi, her zamandan daha çok “ipi kopmuş” olanlarla dolup taşıyor gibi; ne başı ne sonu var amip gibi bölünmelerle yaşamak için çoğalıp duruyor. Yaşamının bu türü bitkisel hayattır gerçek bir yaşam etkinliği değildir. Musalla taşından imamın fatihasını bekler gibi.

Sol kendi arasında, akıl almaz suçlamaların bini bir para olduğu, sokaklarda rasgele pazarlanır halde geldiği bir çıkmaza da düşmüştür. Bunu aşırı genellemesek de öyledir. Unutulmamalı ki, Kürt özgürlük hareketi de sol ve Özel Harp Dairesinin tüm çabalarına karşın yükselişini gündemi belirlemesini sürdürüp duruyor.

Sol tarihten gelen olumlu değerlerini istenilen ölçeklerde öne çıkartamadı. Buradan yola çıkarak orijinal örnekler etrafında kendi geleceğini de kuramadı. İthal malı marjinallerle iflasları oynayıp durdu. Böylesi bir ayakları yere basamama durum halktan dışlanma tehlikelerinin içine düşmüş bir sol yarattı. Bu bir içe bükülme olayıdır. Böylesi bir ortam bataklık gibidir. İçindeki bakterilerin çoğalmasına yol açar: Tam bu noktada Mustafa hocanın amip gibi bölünme olayı anlam kazanır.

Böylesi bir zemin üzerinde olumlular dibe çekilir olumsuzlar, kof olanlar için boş olanlar yüzeye çıkar. Sol geleneğin içinden Doğu Perinçek ve öğrencilerinin yüzeye çıkması gerçekte bu kofluktur. Burada da kalınmaz, Doğu Perinçek’i aratacak ahlaksızlıklara da düşülür. Yerli yerine oturmamış ve bir türlü anlaşılmamış sosyalist ahlak ki, bununla her zaman insani erdemlerin dayanışması, kolektivitesi kastedilmiştir, zorlanmaya başlanır. Ahlaksızlığa, mafyanın, lümpen sokak edebiyatlarının bile asla dillerine dolamadıkları belden aşağı küfürlere terfi edilir. İnanılmaz bir yol ve yöntemle, siyaset değil, lağım ortamına düşülür.

Kimi sol çevrelerde tanık olduğumuz ciddi siyasi tartışmalar bile, derhal olgunluğunu kaybedip sokak kavgasına dökülmesi, yararlı önermelerin bile tutmaz hale geldiğini gösteriyor. Bu hepimizi yaralıyor. Seçmenin %1 bile olmayan bir sol, kendi içinde öylesine amansız ilişki içinde ki kaostan kurtuluşun umudu bile tükenmiş gibidir.

Sol artık milliyetçilikle kol kola olmuştur. Ezilen etnik toplumsal dokular karşısında ise ırkçılığa uzanan refleksler gösterir hale gelmiştir. “Eleştirme beni eleştirmem seni” vurdum duymazlığı, egemen bir kültür doku gibi kuşaklarımızı pasifize etmiştir. on yılların yetiştirdiği liderlere ölüm kumpaslarından tutun, küfrün bin bir çeşidine uzanan saldırılar reva görülürken ölüm sessizliklerinin kahredici çirkinliği revaçta olmuştur. Halklar küçümsenir olmuş, bilgiler, deneyler ve soyutlamaları ilkel yönelimlerin ötekileştirme dayatmalarıyla sindirilmek istenmiştir. İç bükey durumlarda bataklık olumsuzluğu daha da körükleyip durmuştur. B Ortak ülkemiz solu için özgürlük hareketinin hepimiz adına yükselişinden söz etmek bile rahatsız eden bir söylem olarak ret edilmek istenmiştir.

Bütün bunlara karşın umudumuzu yitirmemeliyiz derim.

Öncelikle öznel etkinliğimizin ulaşabileceği her alanda bu yöntemi sonuçlandırmak için çaba sarf etmeliyiz. Bunun için herkesin ortak değerini temsil eden binlerce muhtarımız olmalı derim. Amip gibi bölünen bir solun muhtarı, zurnanın son deliği olur denilebilir. Ancak öyle değildir. Solun tümü zurnanın sol deliği olmuşken muhtarların yapacağı çok şey olur derim.

Muhtar=seçilmiş demektir. Üstelik bizim muhtarlar sandıktan değil tarihin içinde demokrasi mücadelesinin tartışılmaz değerleri arasından çıkar. Bunları özel olarak seçmemize bile gerek yok, onlar bize rağmen tercih noktasındadırlar.

Konuyu tersten ela almak belki daha anlaşılır kılar, muhtar üretememiş sol bir hareket daha çok sancı yaşayacak demek yanlış olmayacaktır. Hayatının her bir zerresini demokrasi uğruna tüketen değerlerimizi, ortak bir reflekse korumamız gerekirken onları tüketmek için çırpınanların artık bir başka alana hizmet sunduklarından söz etmek yanlış olmayacak. Buna rağmen kimse kendine savcılık makamı vehmetmemelidir. Ortak kanaatlere güvenerek yol almalıyız. Bunun için iddialı uç söylemler yerine daha dikkatli söylemlere yönelmeliyiz. Unutulmamalı ki Pol Potçu yaklaşımın adaleti insanlığı karşı bir cürüm olmuştur. Devrimci hareketin tarihi bir bütünse bu gerçeklerle de yüzleşerek geçmişi aşmanın yollarını bulmalıdır.

Sol siyaseti kinle yürütme lüksüne de sahip değildir. Siyasette kin kör gözlüdür. İnsanlıkla ilgili değildir. Solda kini mabet yapanların az olmadığını biliyoruz, bu mabetleri yıkmanın yolunu bulmalıyız; bunun için en güvenli ve geri dönüşü olmayan yol diyalogdur düşünceyi düşünceyle dönüştürmektir.

Çünkü düşünce yoktan var olmuyor ve vardan yok edilemiyor ancak dönüştürülebiliyor. Bunun için solun bir muhtarı, birçok muhtarı olmalıdır ve kin Saikleriyle siyaset yapmaya kalkışanları uyarabilmelidir.

Mustafa hoca bu yazısında böylesi bir rol oynamıştır. Yazı çok duygusal bu doğru. Ama sorumlu ve yüreklicedir. Bu tür yazılar bile bir muhtardır, seçtiğimiz olumluluklarımızdır. Bunları çoğaltmalıyız.

Her kes bir kez daha, bin kez daha düşünsün, solun en azından ahlaki olarak belli bir düzey tutturması gerektiğini bilince çıkarsın. Gerisi kolay gelir.

Buradaki her cümlemin bir mesajı olduğu bilinmesini isterim. Hiç bir kelimem soyut olarak yazılmadı. Hepimizin hikayesini konu edindim solu ölüm döşeğine hızla yuvarlanmasına yol açan öznel öğelerin bir ucunu ifade ettim.

Mustafa hocayı bu yazısından dolayı kutluyorum.

27 Eylül 2009 Pazar

BU SEVDANIN



Cirik Haci / Fezali
Cirik.Haci@gmx.de

Bir özgürlük kavgası ver, insanca
Bu sevdanın güzelliği bitmeden
Gör, yaşam güzel, halk hayat bulunca
Bu sevdanın güzelliği bitmeden

Savaşı bilmek yiğitce yürekten
Hesap sor ağa, bey denen felekten
Kurtuluş özgürlük, topluca hepten
Bu sevdanın güzelliği bitmeden

Yeniden doğmak olur sevincimiz
Kardeşce yaşam esas amacımız
Kaynaşır hayat bulunca acımız
Bu sevdanın güzellüği bitmeden

Fezalim
der Haci’m saltanat biter
Üreten hayat bulur teker teker
Örgütlü güç faşizmi kökten söker
Bu kavganın güzellüği bitmeden

26 Eylül 2009 Cumartesi

HANGİ SOL?


Mustafa Elveren -Em. Öğrt.
gomanweb@gmail.com
"Geçmişte aynı örgütün saflarında mücadele etmiş, bugün ise, farklı çizgilerde görünen ve birbirlerini ajan-işbirlikçi gibi suçlamalarla tehdit eden bazı “eski tüfek solcular”ın içine düştüğü çıkmaz karanlık yolu öğrendikçe, insanın; “iyi ki ben bu örgütlerin içine düşmemişim” diyesi geliyor..."


Türkiye’deki mevcut SOL örgütler çok garip ve karmaşık bir görünüm sergilemektedirler. Aynı örgütün hücrelerinden oluşan sol örgütler bile yeniden atom çekirdeği gibi parçalanıyorlar. Öyle bir hale gelmiş ki, bir dergiyi yayınlayan, hatta bir internet sitesini kurup, bir araya gelen birkaç kişi bile kendilerini yeni bir sol oluşum olarak lanse etmeye çalışıyorlar. Dolayısıyla, hangi siyasi örgütün SOL, kimin solcu olduğunu anlamak zorlaşıyor.

TKP'den günümüze kadar genellikle kişisel koltuk hırslarını ideolojik gerekçe yaparak Amip gibi bölünen bir SOL ile karşı karşıyayız. Böyle bir SOL’u tekrar birleştirmek mümkün mü? Bence Dünya'da en zor iş solcuları bir araya getirmektir.

Web üzerinden Kimi görüntülü, kimi sesli, kimi de sadece yazılı olarak ya da tümünü bir arada bulunduran bazı chat odalarında “BİZ BİZE CELL” şeklinde yapılan yorum ve yazışmalarda; eleştiri adı altında birbirlerine saldıran, hakaret eden, hatta tehdit eden lümpen bir “SOL” kültürünün oluşmakta olduğunu ibretle izlemekteyim. .

Geçmişte aynı örgütün saflarında mücadele etmiş, bugün ise, farklı çizgilerde görünen ve birbirlerini ajan-işbirlikçi gibi suçlamalarla tehdit eden bazı “eski tüfek solcular”ın içine düştüğü çıkmaz karanlık yolu öğrendikçe, insanın; “iyi ki ben bu örgütlerin içine düşmemişim” diyesi geliyor.

Diğer taraftan, “Türkiye SOL”u ile “Türk SOL”u denilen ucubenin birbirine karıştığı, başka bir ifadeyle “At izinin it izine karıştığı” bir SOL bataklık meydana gelmektedir. Kendimi bir SOL bataklığın içinde çırpınan şaşkın bir ördek gibi hissediyorum. İşte SOL’la ilgili olarak aklıma gelen birkaç soruyu buraya aktarmak istiyorum:

-Kürt karşıtlığını yapan ulusalcı ve tekçi zihniyetli militarist “Kemalist SOL” mu?

-Hala Kemalizm'i aşamamış sözüm ona "Özgürlükçü SOL" mu?

-Sadece Leninizm teorileriyle yetinip, yeni düşünce üretmeyen, tek bir kalıba giren ve yıllardır bu kabuğunu kıramayan "Devrimci SOL” mu?

-Türkiye Komünist Partisi adıyla kurulan ve TKP harflerinden başka hiçbir komünist içeriğe sahip olmayan “mirasyedi Komünist SOL” mu?

-SOL maskesini takıp, mafyanın emrinde çetecilik yapıp, işçi-emekçi değerlerimizi utanmazca kullanan “Çeteci SOL” mu?

-Kürtlerin en büyük celladı olan Saddam’ın anlaşmazlığa düştüğü ortağı emperyalist ülke tarafından yakalanmasına üzülen ve Saddam için yas tutan sözde “Türkçü SOL” mu?

-Her gün beş vakit Kürt Özgürlük hareketine ve onun liderine hakaret etmeyi kendine görev edinen, yıllardır hiçbir gelişme gösteremeyen sözde “Kürtçü SOL” mu?

-Dersim’den öteye gelişemeyen, sadece Alevilik ve Zazacılık zeminini kullanarak, dernekçilikten kurtulamayan “Alevi SOL” mu?

Yukarıdaki sorulara doğru yanıtlar verebilirsek, o zaman belki ortak hedeflerde bir sol çizgiyi yakalayabiliriz. Aksi halde “Ben, sen bir de bizim teyze kızı” ya da “küçük olsun benim olsun” gibi SOL örgütlenme tiplerinden kurtulamayız. Başta yoksul emekçiler olmak üzere tüm demokratik kişi ve kuruluşlar bunun acısını çekmeye devam edecektir.

SOL, sevabıyla-günahıyla geçmişteki hatalarını, kavgalarını ve didişmelerini tarihe gömmelidir. SOL yeni bir sayfa açarak, kendi aralarında birlikte yaşama kültürünü öncelikle geliştirip, toplumun her kesimine örnek olmalıdır.

Solun da, sağın da, Kemalistlerin de, İslamcıların da, Alevilerin de, Kürtlerin de ve diğer halkların da bence tek kurtuluşu evrensel demokrasiyi özümseyerek, birlikte yaşama kültürünü bir an önce hayata geçirmeleridir. Dolayısıyla, demokratik ve laik bir ülke sistemini oluşturmak herkesin yararınadır. Ancak, birlikte yaşama kültürünü hayata geçirmek için evrensel demokrasiyi ülkemize yerleştirmek şarttır.

Bu durum sınıf mücadelesine ve sosyalist devrime engel değildir. Bence yeni bir “SOL”u oluşturmanın tam zamanıdır. Benden hatırlatılması…
25.09.2009

----------------------------
E-POSTA : mustafaelveren@gmail.com

Web : http://www.gomanweb.com/

25 Eylül 2009 Cuma

Yaşama Dair Sohbetler...


Alev Öksüz’den Bir Kitap: Yaşama Dair Sohbetler

Antakya’lı genç yazarın bu ilk kitabı 160 sayfadan oluşmaktadır. Yazar, yaşama dair denemelerini, memleketten insan manzaralarını, açık ve net bir dille tasvir ederek, bizlere sunuyor. Toplumsal yaşamın karmaşık ve bir çok yönüne işaret eden bu sohbetler, gerçekten yaşama dair derslerle doludur.

Yazar kitabında , bazen felsefik, bazen de sosyoloji ve pedagojik alanlara girip insanı ve yaşamı sorguluyor:

”Arkadaşım, yaşam nedir? Ve insan niçin yaşar?” diye ard arda iki soru sormuştu…Bir çok yanıt gelse de aklıma, az düşündükten sonra, ”yaşam, soluk almakla başlayıp, bu soluğun kalbin atışıyla devam etmesidir” dedim ilk anda.

Bazen, ”doğadaki tüm güzelliklerin tadına varmaktır yaşam.”

Bazen de acı gerçeklerin farkına varmaktır.”

Kimi zamanda ”yaşam kısır döngüye benzer, bir şeylerin eskiden olduğu gibi habire tekrarına” sözleri dilimden dökülüverdi…

Derken yaşamı bazen de laboratuvarda yapılan bir deneye benzettiğimi söyledim.

Evet, bir deneye benzetiyorum yaşamı!..”
( sayfa, 10) diyor yazar.

Kitap, bu ve buna benzer yaşama dair 24 denemeden oluşmaktadır. Sade bir dille yazılan kitap, Ürün Yayınları arasından okuyuculara ulaştırılmış. Ürün Yayınları’nın Eposta adresi: urunyayinlari@gmail.com

------------------------------

Alev Öksüz’ün Kitapla ilgili giriş yazısı:

Bir kitabın sayfalarını oluşturmak ne kadar zor bir iş gibi görünse de, bir yazarın okurlarıyla sohbete dalması bu işi kolaylaştırıyor…

Bundan 8 yıl öncesine kadar daha tanışmamıştık sevgili okurlarla, güzel sohbetler edemiyorduk oluşturduğumuz platformda…

Ama ben hep derdim; “Hayat keşiflerden ibarettir” diye...

Ve keşfetmek istedim yaşamın bir tarafında bizleri bekleyen güzellikleri…

Bu güzellikler arasında okurlarıma rastladım...

Bu rastlantı; benim biraz daha düşünmeme, gözlem yapmama, yazmama neden oldu ve biraz daha teşvik etti beni onlarla sohbet etmeye…

Amacım mı: Elbette ki; topluma nüfuz etmek…

Yeri geldi mi; uyarıcı, yeri geldi mi; destekleyici, yeri geldi mi; hayalci ve yeri geldi mi tamamlayıcı olabilmek…

Bu ilk kitabımda yaşama dair konuları ele alıp sohbet etme çabasında oldum, ama şüphesiz sevgili okurlara da söz hakkı verdim...

Bunun için onlara boş sayfalar ayırdım kitabımda, görüşlerini yansıtmaları ve biraz olsun içlerindekileri özgürleştirebilmeleri için…

Son olarak da şunu söylemeliyim ki; bu yolda kendimi küçük bir karınca olarak görüyorum ve biliyorum benim yazarlık deneyimim yaşam sürdükçe hiç bitmeyecek…
Her gözlemim, her araştırmam, her yorumum bir deneyim olacak benim için ve sonrası okurlarla paylaşım aracı olacaktır, öylece sürüp gidecek ben yazdıkça ve sevgili okurlarımla sohbet ettikçe…

“İnsanlığın var olmasının özünde mutluluğa erişme güdüsü bulunuyorsa eğer, bu anlık da olsa, sonrası yeni bir başlangıçtır, başka bir yöne bakıştır ve keşfetmektir bilinmedik bir kaynağı…

Bize sunulmuş yaşam; mutluluğumuzun kaynağı ise,

Mutluluk, yaşamın gerçek aynasında gördüğümüz düşleri çıplak gözlerle görmek ise,

Ve mutluluğun hazzını duyma şansı bize verilmiş ise,

Bizler evrendeki her kaynağı işlemeliyiz.

Bizler düşlerimizi gerçekleştirmeliyiz…

Bir kaynağı işlemek ve işe yarar kılmak, bir düşü gerçekleştirmek ve sonucunda mutlu olmak bizlere haz veriyorsa,

İşte o zaman 'ben varım' diyebiliriz bu güzel yaşam serüveninin her evresinde…”

Amaç:

Amacım topluma nüfuz etmek, kitabımda okurlarla ile iletişim kurup, sonrasında onlara söz hakkı verip, onları düşünmeye sevk etmek ve sonrasında konuşan bir toplumun oluşumuna katkıda bulunmaktır. Ama en önemlisi 7’den 70’e herkesle içten ve samimi sohbet edebilmek...Tıpkı aileden biriymiş gibi...

Bu ilk kitabım Mayıs’tan bu yana 350 adet sattı… Öyle umuyorum ki zamanla stoktaki tüm kitapları eritip, daha çok kişiye ulaşacağım… Ve amacıma ulaşmış olacağım…

Gelecekte yüreğimdeki özel insanla yine aynı tarzda bir kitap yazmayı düşünüyoruz… Gerçi şuan o bir roman yazma girişiminde.. Yine güzel konulara değinerek, tartışarak ve paylaşarak sizlerle…

Umarım bu düşüncemizi bir an önce pratiğe dökebiliriz…Bunun temelini şimdiden hazırlamaya çalışıyoruz….

Kitabıma katkı verenler:

Bu kitabı yazarken beni yüreklendiren sevgili Aileme, kitabı oluşturmam için destek veren Türkiye Yazarlar Sendikası Antakya Temsilcisi Mehmet Karasu Hocama, elimden tutup, yol gösteren saygıdeğer ustam Gazeteci-Yazar Mehmet Ali Solak Ağabeyime, ayrıca bana zaman ayırarak yazılarımı özenle değerlendiren, tashihini yapan, kendisinden çok şey öğrendiğim yüreği güzel, sevgi dolu insan, Üniversiteden saygıdeğer Hocam Tülin Erduran'a ve kitabımın ortaya çıkmasında önemli katkısı olan yüreğimdeki o özel insana teşekkür ederim.

---------------------

Alev Öksüz: 15 Mayıs 1980 doğumludur. İlk-Orta, Lise ve Üniversite Öğrenimini Antakya’da tamamladı. Antakya Meslek Yüksekokulu İnşaat bölümünü 2001 yılında bitirdi. Gazetecilik deneyimine Antakya’da Atayurt gazetesinde başladı. Yazarın ilk yazarlık deneyimi bu gazetede oldu… Daha sonra Hatay gazetesine geçti. Halen Hatay Gazetesinde sayfa editörü olan yazar, gazete ile birlikte ”Vitrin” adlı derginin grafik tasarımını ve yazarlığını yapıyor…

Yazarla iletişim:
alevoksuz@yahoo.com

24 Eylül 2009 Perşembe

Doğanın ‘’yengesini’’ kim bozdu?




FA@randers.dk


Türkiye’de 09.09.09 tarihili gazete manşetleri, (06.06.06) tersine dönmüş ‘’şeytan ayetleri’’ gibiydi:


İstanbul’da’ doğal afet, sel tufan, öbür tarafta ülküm, türküm doğruyum, ölüm timleri ve şehit-terörist cenazelerine ramazan davulu çalıp, ezan okuyan AKP’nin kapalı Alevi, Kürt açılımı, 3,8 milyar vergi cezası yiyen doğan medya vs. Ve türban perdesi altında ortadoğuda petrol savaşını sürdüren ABD.

Bu manşetler bana, bir yoldaştan duyduğum fıkrayı hatırlattı:

>>>Kerbela’yı andıran ağustos sıcağında, Eğe bölgesinde büyük bir orman yangını çıkar. İtfaiye, vatandaşlar, TSK zar zor yangını söndürür. Bu mutlaka ‘’bölücü örgüt’’ işidir diye, Kürt, Kızılbaş, Komünist aranmaya başlanır. Doğudan gelmiş, fazla Türkçe anlamayan orman işçisi, köylü bir Kürt genç tutuklanıp, mahkemeye sevk edilir.. Savcı ‘’terör örgütü’’ adına, ormanları yakıp, vatanın doğal enerji kaynaklarını yok etmek, hayvanlara, bitki örtüsüne zarar vermek ve doğanın dengesini bozmaktan, 15 yıl ceza’’ ister. Hâkimde basar cezayı. Mahkeme çıkışında medyacılar sorar. Hangi suçta ne ceza yedin. Gariban genç.. ‘’Bilmiyorum töre adına, Doğan diye birinin yengesini bozmuşum’’.. 15 yıl verdiler.. Valla loo Doğan’ı da, yengesini de tanımam, Günafım yok, ben daha siftah bile yapmadım…<<<<

Doğanın ‘yengesini’ kim bozdu?. Türkiye’de siyaset medyasında havanın iyice ısındığı, doğuda halen sıcak kanların aktığı bir anda.. Global ısınma ve çarpık kentleşme yüzünden, Türkiye’nin Kuzey-batısı mega köy İstanbul’un, soğuk seller altında kalmasının, tabi ki ‘KKK’’, (Kürt, Kızılbaş, Komünistler) ile falan direk ilgisi yok.. Fakat dolaylı yönden çok yakın ilgisi var. Çünkü çözülmesi en basit olan, sözde açılımı yapılan Alevi, Kürt ve emekçilerin sorunlarını çözemeyen, insan ve eğitim yerine, Allahın izniyle,, tüm doğal ENEJİSİNİ, Ne Mutlu Türk-İslam havasına harcayan TC devlet ve hükümeti, bu sorunları çözmeden, diğer can alıcı bölgesel ve global sorunların çözümüne de katkı su-namaz.. Ancak böyle gözü kan yaş içinde ‘sulu’ cenaze kaldırır. Türkiye’nin doğusu ile batısı arasında maddi manevi eşitlik insanca yaşanacak bir ortam sağlanmazsa, doğudan batıya, kırdan kente göç ve ÇARPIK kentleşmeyi de engelleyemez.. Alevi, Kürt ve Emekçilerin sorununun çözümü basittir. Çünkü istemleri tartışma, azınlık çoğunluk, politik oylama vs. götürmez, demokratik hukuk devletinin, vatandaşların yasalar önünde eşitlik ilkesine dayanarak direk verilmesi gereken evrensel insani haklardır. Sorun, tarihi geçmişi geçelim.. TC’nin kuruluşundan buyana, başa gelen tüm iktidarlar, Türk – İslam ve Kapitalist sömürü siteminden gayrisini kabul etmemiştir. Üstüne üstlük bu anlayışı, Alevilere, Kürtlere, emekçi halka devlet dipçiği ile dayatmıştır. En ufak talepte kafalarına DARBE vurmuştur. Ortadoğu’da, Türkiye’de insanların birlikte barış içinde yaşamasının doğal dengesini ‘yengesini’ sınırlarını bozan.. ABD güdümlü emperyalist güçler ve onların Türkiye’de ki Türk-İslamcı yerli işbirlikçileridir. Ortadoğu’da kalıcı bir barış için önce ABD’ye bölgeden DEFOL ‘GO HOME’ demek gerekir.

‘’Bizim gelin bizden kaçar, başını örter ardını açar’’ misali, AKP’nin Alevi Kürt açılımı Kütçe vaaz ve hutbede kaldı.. AKP bir yandan, ‘akan kanlar dursun, anaların gözyaşı dinsin, ne pahasına olursa olsun diyor. Diğer yandan, ateş kes, barış çağrılarının yapıldığı bir ortamda, doğuya asker salıp, operasyon yapıp, akan kan ve anaların gözyaşını sele çeviriyor. Ardından, Mehmet’le Memoy’u ayırıp, medyadan şeh-it duası okuyor.. AKP’nin keli var belli, başının açmamak için kapalı oturum yapıyor. Kel başına saç diktirmek için ABD ye gitmeye hazırlanıyor. İtlen çuvala girilmez, uzaklarda işi ne.. Alevi Kürt açılımı yapacaksan, muhatap alacağın Aleviler ve Kürtler, onların kurumları ve liderleri Türkiye’de. Sen onları muhatap almazsan, kimse seni muhatap almaz..

Din-o-zorlar; yıllardır ‘’mega köy’’ İstanbul sokaklarını dere yataklarını beton yığını ile dolduran, metrolojinin uyarılarını dikkate alip, önlem almayan, bir çok insanın ölüm ve milyarlarca maddi zarara neden olan, İstanbul belediye başkanı, Vali vs., istifa etmelidir. Allahın taktiri, doğal afet bir şey yapamayız, global ısınma diye sorumluluktan kaçamazsınız.. Global ısınma vs. doğrudur. Fakat, doğanın korunması ve enerji tasarrufu konusunda, yıllardır doğacıların, bilim adamlarının uyarılarına (ezandan başka bir şeye) kulak vermeyip, önlem almayan, şehirleri ve dere yataklarını beton yığınına çeviren, siz siyasi rant hırsızları değil mi?..

Doğayı kirletip dengesini bozan, aşırı enerji kullanımını teşvik eden, bencil egoist kapitalist üretim tüketim, sınır tanımaz kâr hırsı, ye yut, kullan kaldır at, serbest sömürü sitemin ve onunda başını çeken, siz neo-liberal siyasetçiler değil mi?. Bu bozuk sömürü düzeni ve başını çekenlere ‘ebedi-billah’ oruç tutturup.. Acilen ekolojik üretim, ekolojik toplu ulaşıma, ve ekolojik enerji kullanımına geçilmezse Türkiye’de ve dünyada daha çok afetler yaşayacağız.. Saniyesinde namaz kıldırmak, oruç açtırmak için ezan okuyup iftar topu atıp gece yarıları ramazan davulu çalıp insanları uykusuz bırakmayı biliyorsunuz da. Doğanın dengesinin korunması için gerekli önlemleri almayı ve en azından gelen afete karşı insanları zamanında uyarıp, her şeyi tatil edip, su altında kalabilecek alanları boşaltıp, ölümleri ve maddi zararı en aza indirmeyi bilmiyor musunuz? Öte yandan ezan 5 dakika önce okundu diye şoka giren, ölmüş Muhamme-din mahremlerini korumak için ayağa kalkan Cumaatı Müslümin; Yaşayan ‘’Doğanın Yengesini’’ korumak için, niye ayağa kalkmıyorsunuz..

Mega şehirleşmeyi ve kırdan kente göçü engellemek için bugüne kadar ‘’Doğuya’’ neden yatırım yapmadınız. Ne kadar çok köprü beton, asfalt yol yaparsanız o kadar araba ve enerji kullanımı, doğanın kirlenmesi artar. Neden yayaları, bisiklet kullanmayı teşvik etmiyorsunuz,, toplu taşımayı bedava yapmıyorsunuz. Dere yataklarını dolduran binalara imar izini veren siz değil misiniz? Neden bahçe duvarı yerine ‘’yeşil kıyı’’, beton meydanlar yerine yeşil alanlar yapmıyorsunuz. Günahlarınızı bir ay oruç tutarak, devlet kasasından iftar yemeği vererek af edebileceğinizi mi sanıyorsunuz… Hele, selden son anda kurtarılan, bir dincinin ‘’ Az kaldı orucum bozulacaktı Allah kurtardı’’ ve medyada geçen ‘’Allahın hikmetiyle müminler selden kurtuldu’’ gibi, Arap çöllerinden gelen fosilleşmiş din-ozor düşüncelere ne dersiniz..

İstanbul’da 2. Nuh tufanı: Biim adamları, dini kitaplara ‘Nuh Tufanı’ olarak geçen doğal afetin, bundan 7-8 bin yıl önce İstanbul boğazında gerçekleştiğini açıkladı.. O zaman kutuplardaki buzların eriyip,, yükselen okyanus ve Akdeniz sularının, depremle birlikte İstanbul boğazını yarıp Karagöl’e dolmasıyla (Karadeniz’in) su seviyesini 150 m yükseliyor, ırmakların tersine akıyor. On binlerce insan ölüyor, on binlerce ‘Nuh’ kayıklara binip canını kurtarmaya çalışıyor. Nuh tufanının Karadeniz’de olduğunu 30 yıl önce Karadeniz’de su altı sondayı yapan bilim adamları ortaya atmıştı, daha sonra yapılan bilimsel araştırmalar da bu kanıtlandı. Bu âlemde her şey doğal etki tepki çelişkisi içinde hareket ediyor. Bazı etki tepkilere karşı, insan olarak pek bir şey yapamayız fakat önceden tespit edip önlem alabiliriz. Global olarak ortalama sıcaklık, normalden 2 derece fazla artınca, doğanında dengesi ‘’yengesi’’ bozuluyor ve sıcaklıklar hızla yükselmeye başlıyor. Doğa kendi ve insanlığın kontrolü dışına çıkıyor. Bu Birlemiş Milletler ilklim uzmanları, WHO kurumunun bilimsel tespiti.

Doğanın ‘’yengesini’’ bozan, aşırı ‘’Arap yağı’’ yakımıdır.. Bugün, fosil yakıt,, başta petrol, kömür vs. kullanımından çıkan CO2 gazlarının yarattığı hava kirliği, ozon tabakasının delinmesi ‘‘camekân etkisi’’ fazla ısınma dolayısıyla kutuplardaki buzları yıldırım hızıyla eritiyor. Sıcağın etkisiyle, dünyanın her yerinde orman yangınları artıyor. Aşırı buharlaşmayla şiddetli yağışlar, toprak kaymaları, depremler doğal felaketler daha da şiddetlenip, sıklaşıyor. Kişi başı fosil enerji kullanımının başlında, ABD, Japonya, Almanya, İtalya, İngiltere gibi gelişmiş kapitalist ülkeler geliyor..Buna 1 milyarın üzerinde nüfusu ile Çin ve Hindistan’da da fosil yakıt oranı her geçen gün artıyor.. Global ısınma, kuraklık vs. Afrika ve gelişmemiş ülkeleri çok kötü yönde etkiliyor.. Tüm dünyada herkes, başta hükümetler ve tüm yetkili kişi ve kurumlar, doğanın dengesini korumak, için çok acil ve keskin önlemler almak, herkesin uyması gereken zorunlu yasal çıkarmak ve uygulamak zorunda. Aynı zamanda ‘ fosil ARAP yağı’’ petrolden kömürden bir an önce kurtulmak için rüzgar ve güneş enerjisi gibi ekolojik enerji sistemlerinin acilen geliştirilip yaygınlaştırılması gerek.. Yoksa bozulan doğanın ‘’yengesinin’’ intikamı çok acılı olacaktır..

12/09/2009

Sevgilerimle

Feramuz Acar

tlf: 0045 40968878

acar@alevi.dk

22 Eylül 2009 Salı

EMPERYALİST SALDIRI TEHDİDİ VENEZÜELLA’DA SOSYALİZMİ “TETİKLİYOR „


“Chavez, 2009 yılı başında yapılan referandumdan zaferle çıktı. Sandıklardan çıkan sonuç, Venezüella halkının onu daha uzun yıllar başkan olarak görmek istediği şeklindeydi. Sosyal adaletsizliğin hâlâ çok yüksek ve %35 dolayında orta sınıfın mevcut olduğu (nüfusun %60’ı hâlâ yoksuldur) ve iç güvenlik meselesinin neredeyse sürecin en ağır sorunlarından birini teşkil ettiği Venezüella’daki yoksul ve emekçi halk, daha başında oldukları bu sürece Chavez’in önderlik etmesini ne kadar zaruri gördüğünü bu referandum dolayımında bir kez daha ifade etmiş oldu.”

Canan Ateş
atescan09@gmail.com

Venezüella’daki Bolivarcı Devrim, gerçekten de 21. yy’ın en önemli süreçlerinden birine tekabül ediyor. Yeni bir topluma, sosyalizme, eşitliğe, adalete giden yolun kapanmadığının yeniden altını çiziyor Venezüella’da Chavez önderliğinde yürüyen süreç. Ancak bunun da ötesinde Venezüella süreci ve Chavez’in kendisi, Latin Amerika kıtasında sosyalizmi bir kez daha alternatifleştiren, Küba’nın elinden bırakmadığı bu mücadele bayrağını yükseltip dalgalandıran çok önemli bir dinamik ve etkisi her geçen gün artıyor.

Elbette ki bugün Venezüella’da olup bitenleri sosyalizm olarak tanımlamak mümkün değil. Bu sürecin mimarı ve önderi Chavez’in kendisi bile bunun böyle olmadığını, Bolivar’ın çocukları olarak sosyalizmi inşa etmek için önlerinde uzun bir yol olduğunu neredeyse hergün vurguluyor. Henüz sosyal bir devlet olmaktan dahi uzak olan Venezüella, on yıllardır yağmalanan petrolünün ve diğer kaynaklarının üzerinde daha yeni yeni söz sahibi oluyor. Ülkedeki ABD destekli oligarşi, amansız bir Chavez karşıtlığı ile sürecin önderini suikast dahil her türlü yöntemle safdışı etmenin, eski günlerdeki gibi sorgusuz sualsiz ABD uşaklığına devam etmenin yollarını arıyor. Son derece yeteneksiz, ırkçı, fasişt, sahtekar bir karakter taşıyan Venezüella burjuvazisi, Bolivarcı Devrim’in halka götürmekte eksik kaldığı sosyal hizmetlerin yetersizliği üzerinden ucuz politika yapmaya çalışıyor. Venezüella’nın karşı devrimci, işbirlikçi burjuvazisinin bu ucuz politikasının ötesinde ülkede değişmesi, dönüşmesi ve hatta tümden yıkılıp yerine yeni bir mantığın, kurumun, vb. getirilmesi gereken bir çok alan var. İnsan üstü bir enerjiyle çalışan, her daim konsantrasyonu yüksek, bir devlet başkanından çok tam zamanlı mücadele eden bir devrimci olan Chavez, artık eksik bıraktıklarını yüksek sesle ifade etmeye, Venezüella halkından da Bolivar’ın çocukları olduklarını unutmayıp bu sürece dört elle sarılmaları gerektiğini vurguluyor.

Chavez, 2009 yılı başında yapılan referandumdan zaferle çıktı. Sandıklardan çıkan sonuç, Venezüella halkının onu daha uzun yıllar başkan olarak görmek istediği şeklindeydi. Sosyal adaletsizliğin hâlâ çok yüksek ve %35 dolayında orta sınıfın mevcut olduğu (nüfusun %60’ı hala yoksuldur) ve iç güvenlik meselesinin neredeyse sürecin en ağır sorunlarından birini teşkil ettiği Venezüella’daki yoksul ve emekçi halk, daha başında oldukları bu sürece Chavez’in önderlik etmesini ne kadar zaruri gördüğünü bu referandum dolayımında bir kez daha ifade etmiş oldu.

Chavez, bu zorlu sürecin bazı handikaplarının etkisini kimi zaman populizm yaparak çözmeye çalıştı. Bu, halkın coşkusunu artırsa da özünde sorunları ötelemek anlamı taşıyordu ve Chavez, populizmin yan etkileriyle de sıkça karşılaştı. Özellikle devlet mekanizmasının dışında bir halk insiyatifi yaratmayı amaçlayan, sosyalizme giden süreci belirlemesi gereken güçlerden biri olan sosyal hareketlerin kendisi ve kaynağı olması hedeflenen misyon çalışmalarının eski hızını yitirmiş olması, buralarda çalışanların bir kısmının memur zihniyetine sahip olması bu handikaplardan en fazla öne çıkanıdır. Öte yandan, buradan misyonların işlevini yitirdiği anlamı çıkarmak kesinlikle doğru değildir. Hala yoksul Venezüella halkının doğrudan sürece katıldığı önemli mevzilerdir bu misyonlar.

2009 Referandumu sonuçları açıklanıp Chavez’in zafer kazandığını öğrendiğimizde artık Chavez’in bu sürecin dümenini daha net, kararlı bir şekilde sosyalizme doğru kırması gerektiğini yazmıştık. Bu referandum zaferi aslında birkaç anlama geliyordu: Venezüella’daki Bolivarcı devrim sosyalizm hedefi açısından kritik bir noktaya varmıştır. Emekçi Venezüella halkı bundan sonra daha da zorlaşacak olan yürüyüşe Chavez ile devam etmek istediğini ifade etmiştir. Diğeri ise, siyasi iktidarın Chavez ve ekibinin elinde olmasına rağmen ekonomik iktidarın çok büyük bir oranda işbirlikçi burjuvazinin elinde olmasıdır. Üretim sektörü yok denecek kadar dar olan Venezüella’da petrol sektörü devletin elinde olmasına rağmen petrol yan sektörleri dahil tüm ekonomik alanlar, Bolivarcı devrim kadrolarının kontrolü dışındadır. Chavez, bu seçimlerdeki kazanımın coşkusu bir yana bu görevlerle yüz yüze gelmiştir. Özetle 2009 referandumu, Chavez üzerinde beklediğimiz etkiyi yapmış olmasına rağmen bu konularda attığı kararlı adımların sayısı ve temposu, ABD emperyalizminin açık tehditi ile daha da hızlanmıştır.

Obama’nın Latin Amerika’ya yönelik politikasının aslında saldırı politikası olduğu uzun bir zamandır herkes açısından netleşmiştir. Yarım asırdan bu yana Latin Amerika’da sosyalizmin yıkılmaz kalesi Küba’ya ekonomik, siyasi, askeri her türden saldırıda bulunan, Kolombiya yoksul halkının gerilla mücadelesini en kanlı yöntemlerle bastırmaya çalışan ABD emperyalizmi Obama ile, çoktandır boş bıraktığı Latin Amerika’da Venezüella’daki sürecin ardından birbiri ardına iktidara gelen ilerici hükümetlere yönelik saldırı planını uygulamaya koymuştur. Bu saldırı planının en son ve etkili hamlelerinden biri de Kolombiya’da kurulan yedi ABD askeri üssüdür. Kolombiya’da elli yılı aşkın bir süredir devlet güçlerinin halkın gerilla örgütlerine ve halka yönelik kanlı politikası son yıllarda Plan Kolombiya ile sistematize olmuştu. ABD, Plan Kolombiya’ya askeri olarak verdiği desteğin dışında 10 milyar dolarlık bir mali destekte de bulunmuştur. Aslında tam olarak söylenmesi gereken ABD’nin bu kirli savaşa destek olduğu değil direkt olarak yönettiğidir. Ancak ABD ve Kolombiya’nın gerici hükümetlerinin elli yılı aşkın bir süredir sürdürdüğü bu savaşın Plan Kolombiya ayağı da çökmüştür. Uyuşturucu, paramilitarizm gibi her türlü pisliğe boğazına kadar batmış olan Kolombiya hükümeti, özellikle FARC’a karşı sürdürdüğü bu kirli savaşta yeniden mevzi kazanmak için ABD uşaklığında sınır tanımama yoluna giderek ABD’nin tüm kıtaya saldırmayı hedefleyen askeri gücüne yataklık etme noktasına gelmiştir. Kolombiya devlet başkanı Uribe’nın sözde uyuşturucu trafiğine karşı mücadelede ABD desteği anlamına geldiği safsatasını tekrarlayıp durduğu bu üslerin, ‘kontrolden çıkmış’ Latin Amerika kıtasına saldırmak için kurulduğu aşikardır.

Venezüella devlet başkanı Hugo Chavez, bu kritik noktada yine inisiyatif almıştır. Kolombiya devlet başkanı Uribe’den bu üsleri ülkesinde bulundurmamasını isteyen Chavez, kıtada ABD üsleri karşıtı bloğu örgütlemiştir. Ekvator devlet başkanı ve UNASUR dönem başkanı olan Correa’nın da son derece kararlı tutumu, Chavez’in bu konudaki en önemli destekçisi olmuştur. UNASUR ülkeleri arasında neredeyse oy birliği ile kınanan bu durum en son UNASUR Bakanlar seviyesindeki toplantıda tıkanma noktasına gelmiş olsa da Kolombiya’nın bu üsleri kıtaya kabul ettirmesi zor gözükmektedir.

ABD üslerinin Kolombiya’daki varlığının ortaya çıkması ile Chavez, başından beri sürdürdüğü kararlı tutumunu Kolombiya ile politik ve ekonomik ilişkileri dondurma seviyesine taşıdı. Bogota’daki Venezüella büyükelçisini geri çağıran Chavez, Kolombiya’dan yapılan ihracatın büyük kısmını da Arjantin’e kaydırdı. Venezüella büyükelçisinin Bogota’ya dönmesine ise Kolombiya hükümetinin değil, FARC ile esir değişimi konusunda görüşen ve Barış için Mücadele Eden Kolombiyalılar sosyal hareketi önderi Kolombiyalı muhalif senatör Piedad Cordoba’nın ‘Kolombiyalı demokrasi mücadelecilerinin güvenliğini sağlaması için Büyükelçi’nin Bogota’ya geri dönmesi’ şeklindeki talebi vesile oldu. Tüm bu süreçler Chavez’in kararlılaşmasında büyük rol oynadı. Chavez, yaşanan süreçlerden dersler çıkarmayı bilen, cesur bir önder olmasının avantajlarını bu keskin süreçte net tavır alma konusunda kullandı. ABD’nın kıtaya ve asıl olarak da Venezüella’ya saldırı planının altını çizerek uyuşturucu trafiğinde Kolombiya hükümeti’nin ve ABD’nin fonksiyonlarını deşifre etti. Bununla da kalmayıp bu aşikar savaş tehditine karşı önlem almaya hız verdi.

Hugo Chávez, ülkesine yönelik saldırı olasılığına karşı ilk olarak teknik açıdan bir hazırlık sürecine girişti. Libya, Cezayir, Suriye, İran, Belarus ve Rusya gibi ABD emperyalizminin etkisiz olduğu ülkelere bir gezi düzenledi. İki haftadan daha fazla süren bu gezi esnasında olası bir saldırıya karşı Latin Amerika dışında başka bir bloğu örgütlerken diğer taraftan da Rusya’dan silah alımında bulundu. Chavez, alışılageldik devlet başkanlarından değildir. Bu nedenle bu gezinin birçok detayını, özellikle de satın alınan silahların bilgisini Venezüella halkıyla paylaşmaktan çekinmedi. Chavez, bu silahları herhangi bir yeri işgal için değil, ABD emperyalizminin Simon Bolivar’ın topraklarına yapacağı saldırıyı püskürtmek için olduğunu sürekli vurguladı. Chavez, dediğimiz gibi öyle alışılagelmiş devlet adamlarından değildir, yani sözü başka niyeti başka değildir. Gerçekten de bu silahların alınış amacı tamamen emperyalizm tehditine karşıdır. Tabi ki onun bu açıklamaları emperyalizm cephesinden, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un ağzından karşılığını buldu. Türkiye’nin her yıl kirli savaşa milyar dolarlık yatırımlar yaptığı düşünülürse Venezüella’nın Rusya’dan aldığı silahlara ne kadar boşuna yaygara koparıldığı anlaşılır. Hillary Clinton’un silahlanmakla suçladığı Venezüella, silah alımında Latin Amerika kıtasında Brezilya, Kolombiya ve Şili’den sonra dördüncü sırada geliyor ve beşinci sıradaki Arjantin ile neredeyse aynı miktarda silah alımına sahip. Chavez’in açık bir emperyalist saldırı tehdidi altındaki Venezüella’nın Rusya’dan silah alımını ağzına dolayan ABD’ye yönelik yanıtı, daha doğrusu sorusu şu şekilde oldu: ‘İşgal, saldırı, gizli operasyonlar için Irak’ta, Afganistan’da şimdi de Kolombiya’daki yedi askeri üste korkunç bir şekilde silahlanan ülkenin hangisi olduğunu biliyor musunuz?’ Eski başkan yardımcısı gazeteci Jose Vicente Rangel de Fransa’dan, Venezüella’nın Rusya’dan aldığının dört katı fazlası silah alan Brezilya’ya ses çıkarmayan Kolombiya hükümetini de ikiyüzlü olarak değerlendirdi.

Chavez’in savaş tehdidine karşı teknik ve uluslarası diplomasi düzeyindeki hazırlığı, ülke içinde bugünlerde hızlanarak devam ediyor. Kolombiya ile devam eden soğuk savaşın bir provokasyon ile ABD kontrolündeki bir sıcak savaşa dönüşmesi ihtimalinin hiç de uzak olmadığı Venezüella’da Chavez, halka bu gerçeği anlatmaya çalışıyor. Bir yandan halkı Kolombiya’daki saldırı üslerine karşı Barış Üsleri kurmaya çağıran Chavez, öte yandan da emperyalizmin saldırısına karşı hazırlıklı olunmasını vurguluyor.

Chavez, geçtiğimiz hafta kabinede bazı değişiklikler yaptı. Başkan yardımcılarının sayısını bir iken çevre, ekonomi, sosyal, savunma, bölgesel gelişim ve politika alanlarında olmak üzere altıya çıkardı. Hükümeti çok daha verimli ve etkili çalışması için ‘sarsmak’ gerekir diyerek bu değişimin gerekliliğinin sosyal ayağını vurguladı. Savaş tehtidine karşı tüm yapıları sağlamlaştırmak ve daha verimli çalışır hale getirmek perpektifindeki Chavez, yerel yönetimlere de bolivarcı sosyalizm için yeni bir devlet kurmak açısından görevler düştüğünü vurgulayarak sosyal devlet hedefini tekrarladı.

Sosyal hizmet politikalarına çeki düzen vermenin gereğini gören Chavez, halk sağlığı için faaliyet gösteren misyon Barrio Adentro’da da yapısal bir değişiklik yapılarak etkin kılma hedefini taşıyor. Yoksul bölgelerde yaşayan ve sağlık sigorası olmayan milyonlarca Venezüellalı’ya sağlık hizmeti götürmesi için kurulan misyon Barrio Adentro’nun işlevsellendirilmesinin ötesinde Sağlık Bakanlığı’nın da bu alandaki açığı kapatmak için kolları sıvaması Chavez’in talimatlarından bir diğeri.

Chavez’in ulusal güvenlik önlemlerine tekrar dönecek olursak, başkanın son günlerde attığı bir diğer önemli adım da paramiliter güçlerin Kolombiya’dan Venezüella’ya sızmasını engellemek için sınır güvenliğini artırma girişimidir. Venezüella devlet başkanı, Kolombiya hükümetinin FARC gerilla komutanlarının Venezüella’da olduğu iddiaları ile provokasyon yaratma girişimine karşın Kolombiyalı paramiliterlerin ne kadar büyük bir tehdit arzettiğinin farkında ve yoğun bir güvenlik önlemi alıyor. Geçtiğimiz günlerde Kolombiya İstihbarat Teşkilatı DAS’ın eski yöneticisi Rafael Garcia’nın, DAS’ın Chavez’e karşı suikast hazırlığı girişimleri içinde bulunduğunu ifade etmiş olması tehlikenin boyutunu ortaya sermişti. Kolombiyalı bir gazeteci ile yaptığı bir röportajda FARC’ı terörist olarak görmediğini söyleyen Chavez, ülkesine ve kendisine yönelik herhangi bir saldırının asıl kaynağının Kolombiya hükümeti ve ABD emperyalizmi olduğunu vurgulayarak hazırlıklarına devam etmektedir.

Chavez, 26-27 Eylül tarihleri arasında ülkesine ait ada olan Isla Margarita’da gerçekleşecek Afrika-Amerika Zirvesi’nde de emperyalizm mağduru iki kıtanın halklarının birlikteliğini sağlamayı hedefliyor. Bütün emperyalizm mağduru ve karşıtlarını örgütlenmeye çağıran Chavez’in duruşu ve nereye doğru gitmek istediği iyice netleşiyor. Chavez, 19 Eylül tarihindeki Bakanlar Kurulu genişletilmiş toplantısında ‘aşırı zenginlerin’ vergi ödemesi gerektiğini söyleyerek Ulusal Meclis’ten bu konu ile ilgili yasa çıkarmasını istedi. ‘Kimin koca bir çiftliği, bir uçağı, bir lüks yatı varsa, bu aşırı zenginliğin bedeli olarak vergi ödemesi lazım’ sözleri, Chavez’in Venezüella oligarşisine daha ciddi yöneleceğinin ipuçlarını taşıyor. Her türlü mülkiyet edinme özgürlüğüne sahip Venezüella burjuvazisinin olur olmaz çıkardığı yaygaraların bu ciddi yönelişle hangi seviyeye çıkacağını tahmin etmek zor olmasa da bu kesimin bir emperyalist saldırıda nasıl ihanetçi ve saldırgan bir tutum izleyeceği son derece açıktır. Öte yandan aynı toplantıda sosyal misyonlara kaynak aktarmak için bir fon kurulması gerektiğini ifade eden Chavez, artık bu misyonları petrol parasıyla değil Venezüella burjuvazisinden alacağı vergi ile finanse etme niyetinde gözüküyor.

Bu tablosunu çizdiğimiz dönem, Chavez’in keskinleşen süreçlerde geri adım atan değil aksine daha da netleşen, ileriye doğru adım atmaktan çekinmeyen, mücadele eden bir lider olduğunu gösteriyor. ABD emperyalizminin kıtaya ve Venezüella’ya yönelik saldırı planı, bu açıdan pek de istenildiği gibi gitmeyecek gibi görünüyor. Chavez, Venezüellalılar’ın politikleşme seviyesinin artmasını bir avantaj olarak gören bir lider olmasının ötesinde bu sürecin önünün sosyal hareketlerin gelişip büyümesi ile açılacağının bilincindedir. Gerçekten de bu süreç yalnızca Chavez’in kararlı ve samimi olmasından çok daha fazlasını gerektiriyor. Halkın örgütlü ve bilinçli bir devrimci mücadele vermesi, Bolivarcı Devrim’in sosyalist karaktere hızla bürünmesi gerektiği Venezüella’da her geçen gün kendini hissettiriyor. Kıtadaki bu gerilimi giderek artacak gidiş, yalnız Venezüella halkındaki bir köklü dönüşümü değil, tüm kıtada sosyalizmi kucaklayacak yeni bir isyancı dönemi açabilir. Emperyalist bir askeri saldırının hiç de uzağında olmayan Latin Amerika kıtası için keskin ama umut taşıyan bir sürecin içinden geçtiğimizi unutmamalıyız.

21.09.2009 - CARACAS

20 Eylül 2009 Pazar

Süleyman Okay

Antakya’lı Yazar – şair Süleyman Okay’ı Ölümünün 10. Yılında Saygıyla Anıyoruz (1928 – 20 Eylül 1999)


Fotoğraf: 23 Ağustos 1947. Antakya Parkında Sessiz Gösteri
Solda Kasım Yücel, ortada Arif Katipoğlu, sağda Süleyman Okay
Fotoğrafın arkasında yazılan not: İdeal yumruklarda… ideal gözlerde göklere yükselirken.


PÜSKÜLLÜ BELÂ

Belâsın başımda
Püsküllü belâ...
Yazmak için
Ne hacet yıldızlara:
Ne hacet ay’a?
Sen varsın başımda;
Belâ;
Püsküllü belâ.

Süleyman Hacımollaoğlu (OKAY)
ATAYOLU
19 nisan 1947

-----------------

YAŞIYORUZ

Gerçek hayatımı yaşıyorum dostlarım
Artık ne numaralar peşindeyiz,
Ne hülyalar içinde..
Hayatın sırat köprüsünden geçmeğe geldik
Hayat bize değil,
Biz hayata gönül verdik
Ne yaparsın dostlarım yaşıyoruz..

TOPRAK
Haziran 1947
------------------
EKMEK UĞRUNDA

Şehirler arasında mekik dokumuş,
Mesafeler katetmişim günboyu...
Yanmışım,
Donmuşum
Ve nihayet gül gibi solmuşum:
Ol vefasız ekmek uğrunda.

ÜRÜN
1949

-----------------
APAÇİ TÜRKÜLERİ

Roberto Mau Mauları unuttun mu
Hani bir gün o kovboy gücünle
Ocaklarına incir çekirdeği diktiğin

Dudaklarının ölümcül bükülüşü
Yaldızlı mahmuzların
Başımdaki uğur tüyümdü
İlk vurduğun
Sonra nişanlım
Sonra kızlığım

Nerdesin Roberto ben
Son Ogi’siyim Apaçilerin
Kirlettiğin yarınımı şimdi
Nevyork sokaklarında arıyorum

Duvarlı coplu kapılarınızdan
Eski bir çığlık çoğalarak dökülüyor
Tüm doğanın yaşama çocukları üstüne

Düşüncelerimin resmini çekemezsin Roberto

YEDİTEPE
Eylül 1966
------------------------

APAÇİ TÜRKÜLERİ

II

İki kanlı göl gibiydi gözlerin
Ölüm kokuyordun Roberto
Walt Street’ten dönüyordum yorgun
Soyulmuş çıplak

Benim Ogi Apaçilerden tamtamlı anı
Kestim kara saçlarımı kestim uğur tüyümü
Soyut bir gölgeyim peşinde büyüyen
Benim ben üç çatal arasından kurtulan

Walt Street’te ıslıklı günler
Kıran kırana
Seni gördüm yitirdim
Bir namlu ağzınca kara
Dumandın üstünde ışıklarımın

Olgun gecelerde yalnız ve kovboylu bir yaz
Parmaklarımda anıların olumlu sertliği
Diyelim bir güzel çirkinlik
Yağmurlu sabahlarda ilk uyanan

Konut bir düşle geliyorum yanlışlığına
Güllerin katmerlisi çizgiler bir sessiz bakış
Sonra cambazlığın ceplerden kasalara

Bir bilsen yangınlığımı Roberto
Bir bilsen ben
Yaşayan kiniyim Apaçilerin
Bir bilsen bir bilsen
Bir bulsam seni

YEDİTEPE
Ocak 1968
-------------------------

BÜYÜK YÜRÜYÜŞ

Seni bir yerlerden tanıyorum
uzun acılar ülkesinden
duvar diplerinden
izsiz bir gölge gibi
sessiz ve kaçamaklı yürüyüşünden
işlek ve çentikli ellerinden tanıyorum seni

Ateşin salgın ve çıplak kanı
umuda kor katınca ansızın
ölümcül uykulardan uyanıp
günün kuşötümü saatinde
gelip geçiyorsunuz dağ rüzgarları gibi
ardınızda uçurumlar bırakarak

Ve acıları katlayarak
bir mendil gibi göğsünüzde
büyük uğultularla
böyle nereye
bir deprem fırtınası sarmış yolları
maviler inmiş sokaklara
çarklar durmuş
örülecek acısı kalmamış zamanın
çim yanaklı bebeleriyle analar
akın akın
ellerinde kehribar bakışlı kızların
birer kırmızı karanfil
tüm karagömlekliler
panik içinde

Seni bir yerlerden tanıyorum Deniz
öfkenden
kavga ikliminden
kelepçeli şafaklarda
kadife renkli sesinden tanıyorum seni

Sen misin o Mahir
yıldız bakışlı
sarnıcına sığmayan
arı suların çıplak aynasında
acıları damıtıp
fırtınalar yaratan
başöğretmen
dağlarda meydanlarda
ve kitaplarda bırakmıştın
bilincin altın sesini
demek yarıp ta o çığlık anılarını
kanaviçe bir dantel gibi yayılıp toprağa
damar damar ve derinden
demek filizler verdiniz yeniden

Seni bir yerlerden tanıyorum
emeğin intihar bekçisi
emekçi kardeş
belki çeltek’ten, belki Halepçe’den
vakterince ansızın
uzanıp ta gecenin sayrı yüreğine
bir demet kangülü bırakır gibi
kaçak bir avuç yıldızla
ansızın meydanlara inen hapis arkadaşım
hani ayazın yaralı poyrazını
koğuş dolusu hüzünleri
özlemi işkenceyi
paylaşmıştık seninle

Seni bir yerlerden tanıyorum
ovaların sonsuzluğuna iz
kana gül
suya ateş
ateşe kül bırakan
Şeyh Bedrettin Usta
gün haki akşamlara açarken kepenklerini
Serez Çarşısı’nda
müritlerin dağlardaydı şeyhim
ak libasın sırtında
hani sözün dantelini
kılıcın duasını
o volkan yüreğini
kavganın diyeti olarak bırakmıştın bizlere
Spartaküslerden devraldığın
isyan bayrağını

Ya sen
sevdanın uzun çöl gecelerinde
kıstırılmış bir baharın
maviye boyarken eşkalini
gözlerinden silerek uyku duasını
susuzluğumu emziren
umut tomurcuğum
kırıp ta korkunun betonlaşan kabuğunu
çılgın sular gibi akarak
böyle nereye

Ya sizler
ünsüz
kimliksiz
gözlerinde
sigortasız ışıklar çakan
umuda sevdalı
işsizler ordusu
böyle candan
sımsıkı
kolkola
hep böyle başı dik
gonk vurunca anfide
dudaklarınızda alevden sevgilerle
nereye

TAVIR
Ekim 1992

----------------

Haber: Arif Okay

17 Eylül 2009 Perşembe

Siyasi Olmak


Salim Turgut
turgutsalim@hotmail.com

12 Eylül öncesi Burdur cezaevinde yatıyorduk. 3-4 koğuşta siyasiler vardı. Bu koğuşlarda da çoğunluk adlilerden oluşmasına rağmen koğuşların siyasi bir statüsü var idi. Koğuşlarda bulunan adlilerde siyasilerin sempatizanı olanlar ya da siyasilerin kurallarına uyanlardan oluşuyordu.

Aynı davadan yargılanan 4-5 arkadaş ve bize sempati duyan adli tutuklularla birlikte 9.koğuşta kalıyoruz. . Ama genel olarak devrimci ve bizim sempatizanlarımızdan oluşuyor.

Koğuşa siyasi statü vermiş durumdayız. Kendi kurallarımız ve yaşam tarzımız koğuşta geçerli. Koğuşun temizlik, yemek vs. işleri nöbetleşe yapılıyor. Komün hayatı sürdürüyoruz. Yaşantımız genel olarak disiplin altında. Günlerimiz spor, kitap okuma ve eğitim çalışmaları ile geçiyor. Eğitim çalışmalarını koğuşça sürdürüyoruz. Çoğunluğu devrimci sempatizanı olduğu içinde eğitim çalışmalarını en genel konularda yapıyoruz.

Adli arkadaşlar arasında cezaevlerinde ün salmış olanlar var. Özellikle ikisi (Adnan Güngör* ve Turgut) bir hayli nam salmış durumda. Adnan, birçok cezaevinde yaptıklarının yanı sıra en son Aydın Cezaevinde bir faşisti vurmuş. Turgut ise Afyon cezaevinde gardiyan vurmuş. Diğer adlilerin olduğu gibi Turgut ve Adnan’da bizim sempatizanlarımız. Adnan, Ege yöresinden, Turgut ise İstanbul’un romanlarından. Adnan bireysel kabadayı, Turgut ise 1977 – 1978 yılının Taksim’in göbeğinde sürekli silahlı soygun yapan geniş bir çetenin ileri gelenlerinden. Dosya ortaklarının çoğu Sağmacılar cezaevindeki bir isyan sonrası Anadolu’nun farklı cezaevlerine birer ikişer dağılmış durumdalar. Mahkemeleri gıyaplarında sürüyor. Çıkma umudu yok. En az müebbet bekliyor. Adnan ise cinayetten uzun süreli ceza almış ve uzun süredir cezaevinde yatıyor zaten. Biri Aydın cezaevinde, diğeri de Afyon cezaevinde siyasilerle tanışmışlar ve onların sempatizanları olmuş durumdalar.

Eğitim çalışmalarına herkes gibi Adnan ve Turgut’da katılıyor. Adnan ve Turgut kendilerini daha siyasi görüyorlar ve kendilerini diğer adlilerden ayırıyorlar. Ne de olsa her ikisinin de siyasal içerikte eylemleri olmuş durumda. Biri Aydın’da bir faşisti öldürürken, diğeri de Afyon’da bir gardiyanı öldürmüşler… Bu eylemleri ile kendilerini diğerlerine göre daha ayrıcalıklı olarak görüyorlar.

Tüm koğuşla birlikte yürüttüğümüz seminer ve eğitim çalışmalarının dışında dönem dönemde siyasi davadan yatan arkadaşlar olarak kendi aramızda toplanıyoruz. Bu toplantılarda bazen kadro çalışması yaparken bazen de cezaevi ile ilgili sorunlarda konuşuyoruz… Her toplantının ardından bazı arkadaşlar -özellikle Adnan ve Turgut- bize çok bozuk davranıyor. Suratlarının asılmış olmalarını bir türlü anlamıyoruz.

Bu süreç böyle giderken 12 Eylül geldi. Baskılar artmaya başladı. Ama yine adlilerle birlikte kalıyoruz. 12 Eylül’e karşı örgütlü bir tepki gösterme kararı aldık. Diğer koğuşlarla da ilişki kurduk. İlk eylem tarihi olarak da 19 Şubat 1981 tarihini belirledik. Ulaş Bardakçı’yı anacağız. Ortak bir metin hazırladık ve tüm koğuşlara gönderdik. 19 Şubat sabahı saat: 09.00’da siyasilerin bulunduğu tüm koğuşlarda anmanın ardından metin okunacak ve sloganlar atılacak.
Nitekim öyle de yaptık.
İdareden gelecek olan tepkinin dozajını kestiremiyoruz.
Biraz sonra elinde cop, sopa ve kalas olan asker ve gardiyanlarca bazı koğuşlar basıldı. Asker ve gardiyanlar ellerinde coplarla saldırdılar. Arkadaşların bir kısmını koğuşta bırakırken bir kısmını da hücreye aldılar. Diğer koğuşlardan da hücreye alınanlar var.

Kaba dayağın ardından idarece bize verilen tecrit cezasını çekmeye başladık. Bir süre sonra anmaya katılanları idare mahkemeye çağırdı.

Savcılık anmadan dolayı komünizm propagandası yapmak suçundan 105 kişiye dava açmış. Dava açtıkları insanlardan 30 – 35’i ancak siyasi. Diğerlerinin hepsi adli. İddianame okunduktan sonra ilk ifadeler alındı. Adli bazı arkadaşlar (özellikle Turgut ve Adnan) bu davanın açılmasından dolayı çok memnun oldular.
Mahkemenin ardından artık kendilerinin de siyasi olduğunu, komünizm propagandası yapmaktan dolayı tapu gibi iddianamelerinin olduğunu bundan sonra, kendilerinin de bizim dar toplantılara katılacaklarını vurgulayarak sevinçlerini birbirleri ile paylaşamaya başladılar

Adnan ve Turgut’un bizim ara sıra yaptığımız dar toplantılara ne kadar bozulmuş olduklarını savcılığın açtığı iddianame sonrası görmüş olduk. Savcılığın kendileri hakkında TCK’nın141 – 142 maddelerinden dava açmış olması onların kendilerine prestij sağlamıştı. O zaman anladı ki ‘siyasi olmak’ çok önemliymiş. Bilmeyerek arkadaşların kalplerini kırmışız. İddianame onların siyasileştiğinin kanıtıydı. En azından onlar öyle görüyordu…

13 Eylül 2009

*Adnan Güngör’ün öldüğünü Rıza Zıngal’dan öğrendim. Ruhu şen olsun.

Web site: http://www.ozgurmedya.org/

16 Eylül 2009 Çarşamba

SİMGELERLE ÖTEKİLEŞEN BENLİĞİM…

“...Kızılbaşlığı tanıdıkça aslında ben sadece insan olduğumu öğrendim. Çünkü insan burada kutsaldı. İnancın merkezinde Tanrı falan yoktu, insan vardı...”

Remzi AYDIN-yazar-eğitimci
remziaydin62@hotmail.com

İnsan kendine ötekileşir mi? Ben bu ötekileşmeyi uzun yıllardır benliğimde hissederek yaşadım. Küçükken daha 6–7 yaşlarındayken annem Ramazan ayında davul tokmağını vurur vurmaz kalkar, lambaları yakar sonrada uyurdu. Güya biz sahura kalkmış oruç tutuyorduk. Sonra bayram namazları için sabahın köründe yatağımızın başına dikilir; “hadi namaza” derdi. Arkasından; “konu komşu yola çıktı, onlara karşı ayıp oluyor” derdi. İki kardeş uykumuz bizi terk etmeden giyinir, çarşıya komşuların arkasına takılır giderdik. Sonra caminin bir köşesinde insanların namazlarını bitirip çıkışlarını görünce yine onların arkasına takılarak evin yolunu tutardık, ama hiç namaz kılmamıştık. Olsun yine de anam mutlu olurdu.

Anam ve babam farklı dil konuşurdu yani anadilimiz farklıydı açıkçası. Ama biz küfretmeyi, şarkı söylemeyi, okumayı, yazmayı, oynamayı Türkçe bilirdik. Ve Türkçemizin düzgünlüğü ile hep gurur duyardık, çevremizin Akdeniz ve Ege ağzına rağmen biz İstanbul Türkçesiyle konuşurduk. Komşu kadınları kapı ağzından;

—Ulen Irmızaaaan bubana decen, gafanı gırıcek... Diye bağırırken benim anam kapıdan;

—Hadi geç oldu... Diye bağırırdı.

Ben o zamanlar çocuktum, insandım. Sonra 80 li yıllarda Dersimli olmamdan dolayı baskılarla karşılaşınca bir şey öğrendim. Kürt-Kızılbaş sözcükleri üzerime bir ten gibi yapışıverdi. Onlar sayesinde Kürt ve Kızılbaş oluvermiştim, artık ötekileşiyordum. Gel zaman git zaman Kuyruklu Kürt ve Kızılbaş kimliğimle Güneydoğu Anadolu Bölgesine gittim. Birde baktım ben Kuyruklu Kürt değilmişim, yedi tanesini katledince cennete gidilecek bir yaratık, yani Kızılbaşmışım. Benim elimden bir şey yenilmez, kestiğim mundar olurmuş. Evet, Kürtler Sayesinde Kürt kimliğim olan ten, beni terk etmiş, Kızılbaş kimliğim kalınlaşarak tenimi kaplamıştı, ben yine bana ötekileşiyordum.

Dersim bölgesine geldiğimde yani kendi tenimin içine girdiğimde sadece Kızılbaş ve Kırmanci kimliğim kalmıştı. Kızılbaşlığı tanıdıkça aslında ben sadece insan olduğumu öğrendim. Çünkü insan burada kutsaldı. İnancın merkezinde Tanrı falan yoktu, insan vardı. Ene-l Hakk sözcüğü ile benim aslında insanda değil, Tanrıdan bir parça olup tanrılaştığımı öğrenince ben yine kendime ötekileştim. Tüm inanışlara ve millete eşit uzaklık ve yakınlıkta olmanın zorunluluğunu keşfettim. İnancımın dinsellik denilen dogmalardan uzak, felsefi bir yapıya sahip olduğunu gözlemledim.

Taşların tanrının sessiz çığlığı olarak bir canlı olduğunu, rüzgarın tanrının eli olduğunu, elin aklı temsil ettiğini, suyun aslında ilerici bir canlı olduğunu, ağaçların birer savaşçı ruhu taşıdığını, geyiklerin kutsallığını, yılanların Wayire Çê (Evin sahibi) ya da Çûe Xızır (Tanrının sopası) olduğunu öğrendikçe doğaya ve insana olan muhabbetim arttı. Aslında bu kendime olan muhabbetimi ve tanrıya olan muhabbetimi de arttırmıştı. Ve ben kendime ötekileşmeye devam ediyordum..

Bir an için batıda yaşadığım günleri ve arkadaşlıklarımı anımsadım günümüz koşullarında. Milliyetsiz, kimliksiz, inançsız çocuk olduğumuz günlerdeki arkadaşlarımla bu gününki koşullarında sohbet eder oldum. Karşı sandalyede otururken gözlerimin içine bakarak, bak herkes Türkçe konuşuyor, herkes camiye gidiyor sizde yapsanız ne olur? Ya da cami bir ibadet yeriyken, cem evinde ısrar etmenin mantığı ne? Ve onun sandalyesinden benim sandalyeme uçan yüzlerce soru. Kiliseleri ibadet yeri olarak kabul etmemek ne kadar mantıklıdır? Bir Hıristiyan’a şunu diyebilir miyiz; kilise ibadet yeri değildir. Aslında mantığıma ters geliyor şu dört duvar arası ibadet. Hani Tanrıyı Dört duvar arasına sıkıştırmak, sadece orada misafir etmek gibi bir şey. Oysa o; “lâ-mekân”dır (mekânsızdır, her yerdedir) Yine dostum gözlerime bakarak ya kardeşim hepimiz burada yaşıyoruz öyleyse Türkçe neyinize yetmiyor, sizde Türkçe okuyun, konuşun dediğini duyuyorum.

Sonra uzaklaşıyorum ve Bulgaristan’dan buraya göçe etmek zorunda kalan vatandaşlarımız aklıma geliyor. İsimleri değiştirilmiş, ibadetlerini istedikleri gibi yapamamış, Türkçeyi konuşamamış halkımız. Ve biz Bulgarlara ne kadarda kızmıştık... Çin Urumçe bölgesinde Türklere karşı baskı oluştu, ağzımızın bir kenarı ile belki de küfrettik Çinlilere. Hani biraz önce şöyle demiştik ya;"Çoğunluğa uysunlar kardeşim, Çin’de Çinliler ne ise herkes ona uysun, farklı dil, din, giyim, folklor, kültür olmasın, her kes tek tipleşsin. Bir feryat yükselir oturulan sandalyeden; "olmaz". Neden olmaz? "Çünkü bu eylem bana yapıldı" Başkasına sen yaparsan olur, ama başkası sana yaparsa olmaz! Evet maalesef insan yapısında olan şey bu.
Amcamı anımsıyorum. Birine kızmıştım bana kendi dilimizde şöyle demişti;" Karşındaki adamın kasketi ve postalları arasına sen giremezsen onu anlayamazsın" O zamanlar ne dediğini tamda anlayamamıştım ama şimdi anlıyorum. Buna benzer bir sözü Kızılderililer söylemiş, sandaletlere girebilmek. Bazılarımız hala şöyle der, "Ya adamlar ne denli doğru söylemişler" Ama bu sözden çok daha anlamlıları senin toprağında ötekileştirdiğin kişilerin kültüründe var. Ondan bihaber yaşıyoruz ya da yaşamak istiyoruz.

Ötekileşmek sadece bununla da bağıntılı değil. İlk gençlik yıllarımın kitaplarını anımsıyorum, Stalin, Brejnev, Lenin, Marks, Mao, Hitler, Mussolini vs vs. Rus Demiryolu işçileri, onların dramları, Küba ve Latin Amerika mücadeleleri… Ne kadarda yakından tanımıştık hepsini. O zamanlar Tarih kitabında Babali ayaklanmaları, bastırılan kanlı ayaklanmalar, hainlere verilen cezaları okurduk. İçten içe gururda duyardık hani. Sonra Şeyh Bedreddin ismi, Torlak Kemal, Şah Kalender Çelebi, Abdal Musa, Hallac-ı Mansur, Pir Sultan Abdal, Börklüceli Mustafa gibi isimler duydum. Nedir, kimdir diye araştırırken asıl katliamın burada bu topraklarda yaşanıldığını hayretle öğrendim. Kendimi tanıyamadan; Rus halkını, Küba Halkını, Filistin Halkını tanımanın utancını hissettim, yine ötekileşmiştim. Kendi sınırlarını, özelliklerini, kültürünü, tarihini tanıyamadan başka halklara hayranlık duymanın onları tanımanın acısını hissettim.

Ötekileşmeyi yaşadığım yerlerden biride okullar. Benim oğluma, yani Kızılbaş bir çocuğa; sureleri, namazı, suni Ortodoks inancın gerektirdiği olguları zorla öğretmeleri. Ha birde arada bir, ya aslında siz bizdensiniz, bizim özümüzsünüz sözcükleri vardır. Dikkat edin, “siz” “bizim”… Yani yine ötekileşme. Peki, kardeşim, Almanya’ya giden suni Ortodoks çocuklarına Almanlar zorunlu olarak Hıristiyanlık inancının öğretilerini öğretselerdi ve bunu zorunlu kılsalardı ne yapardınız? Feryatlar arşa değiyor…Olmaaaazzzzz.

Ötekileşme; simgelerle oluşan bir kavram. Bir an; bayrakların, sınırların, kutsal kitapların, sınıfların, statülerin, ten renklerinin… Olmadığını düşünün. Yani bir gücüm olsa idi hepsini yok edebilseydim. Ne mi olurdu? Savaşlar olmazdı, çünkü öteki olmazdı. Bunu nereden mi öğrendim; birilerinin hiç utanmadan, Kızılbaşların cümbüş evi; dedikleri semahlarından. Semah ve cemde aslolan şey cinsiyetten sıyrılarak ruh haline dönüşebilmek. Fena filla seviyesi dedikleri olgu. Yani orada kadın ve erkek yoktur, sadece tanrının ruhuna girmeye çalışan tanrıdan oluşmuş canlar vardır. Bu ötekileşmeden tek parça olabilmek demektir, yani ikilik yoktur. Bunu kavrayamayan beyinler, kadın ve erkek diye insanları ikiye ayırırlar.

Namussuzluk, satılmışlık, onursuzluk, doğa katliamcılığı, yağmacılık; saydam bir özelliğe sahiptir. Hangi varlığın önüne geçerse onun şekli ile görülür. Bu saydam madde, dinciliğin önünde yürürse dinci, Kızılbaşların önünde yürürse Kızılbaş, sosyalistin önünde yürürse sosyalist olur. Yani asla kendileri gibi gözükmezler, onlar bukalemun gibidir, ortamın adamı olurlar başkalarını pazarlarken. Simge, resim, şekil, imge, rozet adına ne derseniz deyin. Bunları icat eden sömürenlerdir. Başka bir deyimle emperyalistler. Onlar için bir tek duygu vardır, oda sömürebilmek. Sömürmek için neyin önüne geçerlerse o şekli alırlar. Bir bakmışsın kafada takke, bir bakmışsın boyunda kravat. Bir bakmışsın cayır cayır Arapça konuşuyor bir bakmışsın İngilizce. İnsanları daha rahat sömürebilmek için onları parçalamak en önemli silahlarıdır. Onlar başka devletlerle savaş etmek yerine, onları bir birine kırdırmayı, düşman etmeyi tercih ederler. Böylelikle zayıflayan toplumları küçük lokmalar halinde afiyetçe yutarlar, kalan kemiklerini de başka parçalanmış toplumların önüne atarak lütufkâr yanlarını gösterirler.

Ben ötekileşmeyi istemedim, beni ötekileştirmek isteyenler kafalarında kendi ötekilikleri ile boğuldular. Etki-tepki olayı bu. Şimdi kafanızdaki simgeleri bir an için silin, kavga için neden kaldı mı? Sanmıyorum… Ama ilada ötekileşmek istiyorsanız söylenecek tek şey var, sizinki size bizimki bize. Karşılıklı saygı… Ama kesinlikle hoşgörü değil, çünkü hoşgörü çoğunluğun azınlık önüne attığı kemikten öteye geçmiyor.

Bir kez olsun deneyin, karınıza, sevgilinize, çiçeğinize, komşunuza, çocuğunuza, kendinize bakarken aklınıza kazınılan tüm simgeleri yok sayın. Biliyorum zor ama kendinizi zorlayın, ona sadece kendiniz gibi kutsal bir yaratılmış olarak bakın. Yok edin tüm şekilleri, şekillere yüklenilen anlamsız değerleri, işte o zaman savaş kendiliğinden bitecektir.

15 Eylül 2009 Salı

Karanlığın İçinde Aydınlık Yüzler – Ölülerimiz Konuşuyor



Adil Okay’ın yazdığı ve Ramazan Veliceoğlu’nun yönettiği, Karanlığın İçinde Aydınlık Yüzler – Ölülerimiz Konuşuyor isimli oyun 12 Eylül’de sahnelendi.

Merhaba Sanat Tiyatrosu ve 78’lilerin ortak projesi kapasmında hazırlanan ve 12 Eylül 1980 ve bir dönemle hesaplaşan bu oyun iki matineden oluşmaktadır.

Haber: Adil Okay

14 Eylül 2009 Pazartesi

DİYARBAKIR CEZAEVİNİ UNUTMAK MÜMKÜN MÜ?

Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com

Hepimiz yaşamın kenarından geçiyoruz. Bazılarımızın yaşamları iktidardaki ırkçı, kafatasçıların iki dudağı arasından çıkan ‘vur’, ‘öldür’ cümleleriyle son buluyor. Hani derler ya: Allah’ın verdiği canı kul alamaz diye… Öyle bir alıyor ki, insanların hafızalarında yer edinirken bile yıllarca unutulmuyor.

Ülkemizin cezaevleriyle ilgili sayısız yazılar yazıldı. Hak ihlalleri en ön sırayı aldı. İçeride mahkümların isyan ateşi cezaevlerini aşarken, dışarıda ailelerin destekleri cezaevlerindeki duvarları, tel örgüleri, jandarmaları, gardiyanları aşarak devrimci tutsakları kucakladı.

Her cezaevinin ayrı bir öyküsü vardır. Hani derler ya, “duvarların dilleri olsa da bir konuşsalar neler neler anlatırlardı!” Kimi insanların barbarlığını mı desek, bir başkalarının “emir kılıçtan keskindir” diyerek, allah allah bağrışları arasında tutsaklara atılan sopaları mı desek, saymakla bitmiyor! Utanç tablosu uzadıkça koku her yana yayılıyor. Ne yazık ki, bu utanç tablosu oyununu oynamaya günümüzde bile devam ediyor.

1981–1984 arasında 53 tutuklunun ölümüne, yüzlerce tutuklunun sakat kalmasına neden olan ve insanlık dışı uygulamalarla bir döneme damgasını vuran Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi’ni unutmak hiç mümkün mü! Diyarbakır cezaevi için birçok kitap yayınlanırken, gazetelerin gündemine sayısızca geldi.

Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi’nin günümüzde de önemli bir yer tutmasının nedenlerinden bir tanesi ise orada yatan tutuklu ve hükümlülerin birçoğu siyasi olmalarıdır. Adli ve siyasi tutsakların özelliklerinden biriside Kürt olmalarıdır ve anadillerini konuşmalarıdır.

12 Eylül 1980 askeri faşist cuntası ülkemizin genelinde cezaevlerinde devrimci tutsakları etkisiz hale getirip, kendi yaptırımlarını uygulamak için her türlü işkence ve baskıyı açıktan uyguladı. Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi cuntanın postalları arasında payına düşenden fazlasını alan cezaevlerinden bir tanesidir diyebiliriz.

Cezaevinin kapanıp başka bir yere taşınacağını tüm insanlar duydu. Tarım ve Köy İşleri Bakanı Mehdi Eker’in “Cezaevinin oradan taşınıp, o alanda okulların yapılması için çalışmalar var” açıklamasının ardından gözler tekrar Diyarbakır Cezaevi’ne çevrildi. Bu ülkede işlenen tüm insanlık suçlarında, iktidardaki parti ya da partiler işin özüne inmeden kestirmeden, kendilerince hazırlamış oldukları formülleri yaşama geçirme ihtiyacı duyarlar.

Demokratik kitle örgütleri ve siyasi parti temsilcileri cezaevinin okul değil, müze olmasını istiyor. Bu talep haklı bir taleptir. İnsanlık suçu işlenen yerin müzeye çevrilerek yapılan utançların teşhir edilmesi sağlanırken, insanların kafasında “biz insan mıyız” sorusu kalmalıdır. Sivas’ta, otelde canlar diri diri yakıldı. Yıllardır oranın müze olması için çalışmalar yapılırken, iktidar partisi gerekeni fazlasıyla eksik yapmaktadır.

Bir örnek Almanya’dan verirsek daha iyi olur. Yıllar öncesi Almanya’nın bir yerleşim biriminde Faşist Neo Naziler tarafından bir Türk ailesini yakarak imha etmişlerdi. Yakılan yeri zaman içinde müze haline getirmişlerdi. Oradaki insanlar o müzeyi görüp, kafatasçılığın, ırkçılığın ne kadar utanç verici olduğunu görerek, başka dilden, kültürden ve renkten olan insanlarla birlikte yaşayabiliriz mesajını vermiş olduklarını da düşünebiliriz.

Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi’nin başka yere taşınması sistemin işleyişindeki çarkı değiştirmez! Çünkü kafalarda ırkçı düşünce hâkim olduğu sürece o cezaevini isterseniz İzmir’e taşıyın her yol ırkçı düşünceye çıkar.

Bakan Eker’i eleştiren yazar Altan Tan, “Babamın öldürüldüğü bir mekânda benim oğlum nasıl ders görecek? Bu insanların bilinçlerini silme hareketidir. Bu bilincin taze kalması lazım. Dedesinin, babasının öldürüldüğü, işkence gördüğü bir mekânda o çocuklar hangi psikolojiyle ders görecek!? Buna karşı çıkacağım. Burası ya yıkılacak çünkü bazı insanlar o caddeden geçmek bile istemiyor ya da ibret olsun diye müze yapılacak. Bunun dışında yapılanlar bilinç silme hareketi” dedi.

Cezaevlerinde geçmişte ve şu an ki zaman içinde yaşanılanlar hiçbir zaman unutulmaz! Yapılanlar tarihin sayfalarında kara bir leke olarak kalmaya devam ederken, yazılıp, çizilme işlemleri de durmayacaktır.

DTP Diyarbakır Milletvekili Akın Birdal, Diyarbakır Cezaevi’nin kapatılma kararını ‘olumlu’ bulduğunu söylemiş ve eklemiş: “O cezaevi gerçekten unutmaya karşı bir müzeye dönüştürülmeli. İnsanlığa karşı işlenen suçlar bakımından gerçekten unutulmaması gereken bir abide olmalı ve yaşananlar için ‘özür diliyoruz’ denilmeli.”

Hani demokrasi diyorsunuz ya? Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi, bir daha insanlık suçu işlenmemesi adına müze olmalıdır. Ve şimdi sosyalistinden İslamcısına, ulusal demokratına kadar tüm mağdurlar ve mağdur yakınları bu cezaevinin okul değil müze yapılması için imza kampanyaları yürütüyorlar…

8 Eylül 2009 Salı

GÜNEY'İN TASARILARI


M. ŞEHMUS GÜZEL
Yılmaz Güney 47 yaşında, çok genç ayrıldı aramızdan. Kısa hayatına çok şeyisığdırmayı bildi. Ama gerçekleştirmek istediği birçok tasarısı ise onsuzöksüz kaldılar. Bu tasarılarından birkaçını burada anımsamaya ne dersiniz ?

Güney, sinemacı bakışını, kalemini ve kamerasını dünyanın kanayan vemücadele verilen coğrafyalarına, Afrika'ya, Ortadoğu'ya, Latin Amerika'yataşımak, nicedir aklında oluşturduğu ve beyaz perdeye yansıtılmak içinsıralarını bekleyen öyküleri, senaryoları, anlatıları, yaşananları veyaşanılmasını arzuladıklarını sinemaya uyarlamak istiyordu. Butasarılarından aile üyelerine, en başta eşi Fatoş Güney'e, ve yakınçevresindeki yol arkadaşlarına, yakın dostlarına çoşkuyla, kimi kez binbirayrıntı, binbir imge vererek, söz ediyordu.

Eylül 1990'da, Abidin Dino Yılmaz'dan anımsadığı bir senaryo/film tasarısınışöyle anlattı : "Tek kollu bir adam. Sazlar, kuşlar arasında, bir gölkenarında yaşıyor. Derken 13-14 yaşlarında bir kız çıkageliyor... Adamla kızarasında şiirsel bir dostluk ve aşk başlıyor. Adem ve Havva'yı çağrıştıranbir sevişme. Sonra müthiş belalı bir adam varıyor. Kızı ana-babasından satınalmış belalı ile tek kollu adam inanılmaz bir kavgaya tutuşuyor..." Abidin anısını bitirdikten sonra şunları ekledi : « Yılmaz'ın buradaki inanılmazhüneri, imgelerle anlatıyordu bu senaryoyu, öylesine canlı, çarpıcı imgelerki, belleğimde kalanlarla filmini yapacak olsam, film benim değil, Yılmaz'ınolur yüzde yüz. İmgelerin yaratıcı sırrını keşfeden öncü Yılmaz. »

Güney, Dino'nun 1942'de yayınlanan Kel isimli piyesini de sinemaya uyarlamakistedi. Kel, Güney'in çalışma masasında aylarca bekledi. Ama zaman, osınırlı ve o açımasız zaman izin vermedi.

Güney'in film haklarını 1971'de satın aldığı halde bir türlü gerçekleştirme olanağı bulamadığı Osman Şahin'in Kırmızı Yel adlı eserini de burada anmalı.Şahin'in yapıtlarındaki « sinemayı ilk gören » Yılmaz Güney'dir. Ama Şahin'den hiçbir yapıtı sinemaya aktarmaya maalesef zamanı olmadı. FakatGüney yanılmadı, çünkü Osman Şahin 1970'lerin başından günümüze en çoksayıda eseri sinemaya uyarlanan yazarımız olarak edebiyat ve sinema tarihine geçti.

Güney, halkımızın kaderine benzer kaderleri paylaşan Latin Amerika halklarıüzerine bir film yapma hayalini taşıyordu. 14 Aralık 1982 tarihli Libération gazetesine verdiği bir söyleşide bunu belirtti. Aynı söyleşisinde Güney Afrikalı yazar Alan Paton'un Ağla Ey Sevgili Yurdum ( Pleure, ô monpays bien aimé) romanındaki siyasi ve görsel zenginliği filme çekmekistediğini de dile getirdi. Bu yapıt 1951'de Zoltan Korda tarafındansinemaya uyarlanmıştı. Güney filme çekemedi ama yazarı gibi Güney Afrikalı olan yönetmen Darrell Roodt 1995'te Güney'in arzusunu gerçekleştirdi.

Yılmaz Güney Yunanistan halkından ve Yunanistan sosyalistlerinden gördüğüdostluğu hiç bir zaman unutmadı. Bunu işlemek, Yunanistan halkıylakardeşliği vurgulamak ve Yunanistan'a bir de böyle bakabilmek için Yunan Hançeri isimli bir çalışmanın içindeydi son zamanlarında. Fransa'da birtelevizyon kanalı için altı bölümlük bir dizi olarak kurguladığı bu yapıtıYunanistan'da çekmeyi umuyordu. Filmi çekmeye fırsatı olamadı ama bu yapıtınsenaryosu 1990'da Yunan Hançeri adıyla yayınlandı.

Güney'in "Yol"la aynı dönemde oluşturduğu "Dağ" isimli senaryosu ile HasanTahsin'in hayatını filme alma tasarısı da bekliyor.

Güney'in sinemaya uyarlamayı arzu ettiği ilginç öykülerden biri Çalpara isimli senaryo tasarısıdır. Bunu yol arkadaşı İsmail Yıldırım, ondandinlediği biçimiyle şöyle anlatıyor: "Çalpara denizde yaşayan yengeç türübir hayvan. Eti pek lezzetli değil. Pek te sevilmiyor. Çok da yırtıcı.Özellikle balıkçılar feryat figan, çünkü çalpara balıkçı ağı düşmanı.Balıkçılar ağlarına takılan çalparaları bağışlamıyorlar. Kol ve bacaklarınıkoparıp koparıp atıyorlar denize. Koparıp koparıp atıyorlar. Ama bunun adıçalpara. Suda sabırla yatıyor, sırt üstü. Batmadan. Bekliyor. Ve uzunca birbekleme sürecinden sonra yeniden kavuşuyor kol ve bacaklarına. Yılmaz Abibelki bunu bir fantezi olarak üretmiştir. Çünkü konunun o gün ve günümüzdene denli sembolik olduğu açık. » Çalpara bu anlatımla, hem o günlerdekiTürkiye sol hareketinin hem de hapishanede bir anlamda toplumdan tecritedilmiş Yılmaz Güney'in ta kendisi oluyor. Mükemmel bir metafor.Yılmaz Güneyiçin o anlarda önemli olan koşmak değildi ama ille yürümekti. Ve yürürkenbirlikte üretmekti.

Ali Bucak, Güney'in ölümüne yakın bir dönemde, 1984 Baharı'nda olmalı,İran'daki Kürtlerin mücadelesini filme çekmek üzere bölgeye gitmeyehazırlandığını anlattı. « Kaba hatlarıyla senaryo bile hazırdı. 'İyileşeyim,yola çıkacağız' , diyordu. İyileşeceğine inanıyordu yani." Ali daha sonraşunları ekliyor : « İran Kürdistan'ında kurtarılmış bölgelerde 'olay birfilm' çekmek istiyordu. Yani çok daha başka bir filmcilik olayıgerçekleştirmek istiyordu. Filmden de öte bir 'sinema olayı' yaratmak, bir'sinemacılık örneği' vermek amacındaydı. O sıralar, Paris'e İran KürdistanDemokratik Partisi (İKDP) yöneticileri gelmişti. Yılmaz'la görüşmelerindeben de bulundum. Yılmaz o günlerde, İran'a gidip Kürtlerin mücadelesiyleilgili bir film çekmek hazırlıkları içindeydi. Senaryoyu aşağı yukarıhazırlamıştı. Görüşmede film çekiminin teknik yanlarını konuştu. 'Buradanbirkaç arkadaşla geleceğim. Orada genç peşmergelere film çekimini öğretmekistiyorum. Öğrenirler. Dönerken bütün malzemeyi size bırakırım. Siz de ondansonra devam edersiniz. Kendi kendinize film yaparsınız.' Diyordu. Ama Güney iyileşemedi ve tasarısı kaldı.»

Fatoş, Yılmaz'ın yapmak istediklerini en iyi biçimde dile getiriyor : «Yapacaklarında, Türkiye'den yerel ve ulusal olmaktan Türkiyeli sinemacıYılmaz Güney'den yola çıkarak evrenselleşmek, dünyanın her yerinde,Afrika'da, Latin Amerika'da, İspanya'da, Yunanistan'da, Ortadoğu'da,,Filistin'de, Kürdistan'da, yani kavga olan her yerde filmler yapmak,zirveden zirveye tırmanarak gücüne güc katmak ve bu gücü Türkiye'de gelişenyüce ve onurlu mücadelenin gücüne, ırmağına akıtmak için, tüm olanaklarınıseferber etmek düşüncesinde ve kararlığındaydı. »

Evet aynen böyle. Güney'in tasarılarının birçoğu önümüzde ve bugün bilegerçekleştirilmek için sıralarını bekliyorlar.

7 Eylül 2009 Pazartesi

BİRİLERİNİN ÇIKARLARI UĞRUNA DOĞAMIZ KATLEDİLMESİN



Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com

Tarım alanlarımızı beton yığınına çevirebilen kabiliyetli eller, bugünlerde Doğukaradeniz’in yeşilliklerini soldurabilirler. Her nedense bizim bilenlerimizin mantıkları bizlerden farklı çalışabilmektedir. Bozulmadık doğa harikası olan Doğukaradeniz üzerinde rant oyunları oynanmaktadır.

Artvin'deki yeryüzü cenneti Macahel Vadisi'nde sekiz hidroelektrik santral için lisans verildi. Bu demektir ki, güzelim doğa harikasını kapitalizm’in çıkarları için katledeceklerdir. Firmalardan biri bir ay içinde inşaata başlıyor. Tedirgin bekleyiş sürerken onlarca sivil toplum örgütü 'Santral inşaatı vadiyi bitirir' dedi.

Bitirmek ne demek? İmha etmek anlamına gelir. Yaşadığımız coğrafyanın tüm güzellikleri bir avuç tekelci sermayeye peşkeş çekilmektedir. Doğukaradeniz’de aynı duruma düşüreceklerdir.

İlk önce ülkemizde konuşulan ‘HES’ lerin nasıl oluştuklarına bir bakalım!

HİDROELEKTRİK SANTRAL TESİSLERİNİN YAPILIŞ ŞEKİLLERİ
(SINIFLANDIRILMASI) :

Hidroelektrik santral tesislerinin kurulacağı yerin topoğrafik durumuna göre çeşitli şekillerde yapılmaktadır. Çeşitli şekillerde kurulmakta olan hidroelektrik santral tesislerini çeşitli sınıflandırmalara ayırmak mümkündür. Yapılabilecek olan başlıca sınıflandırmalar aşağıda kısaca kaydedilmiştir:

A- DÜŞÜLERİNE GÖRE:
1- Alçak Düşülü Hidroelektrik Santraller:
H < h =" 10"> 50 m.

B- KURULU GÜÇLERİNE (KAPASİTELERİNE) GÖRE:
1- Çok Küçük Kapasiteli (Mikrotip) Hidroelektrik Santraller:
<> 10. 000 kW

C- DEPOLAMA DURUMUNA GÖRE:
1- Depolamalı (Baraj Göllü Veya Tabii Göllü) Hidroelektrik Santraller.
2- Depolamasız (Kanal Tipi Veya Nehir Tipi) Hidroelektrik Santraller.

D- BARAJ GÖVDESİNİN TİPİNE GÖRE:
1- Ağırlıklı Beton Gövdeli Barajlı Hidroelektrik Santraller.
2- Beton Kemer Gövdeli Barajlı Hidroelektrik Santraller.
3- Kaya Dolgu Gövdeli Barajlı Hidroelektrik Santraller.
4- Toprak Dolgu Gövdeli Hidroelektrik Santraller
E - SANTRAL BİNASININ KONUMUNA GÖRE:
1- Yer Üstü Hidroelektrik Santralleri.
2- Yer Altı Hidroelektrik Santralleri.
3- Yarı Gömülü Veya Batık Hidroelektrik Santraller.

F-ÇALIŞMA (ULUSAL ELEKTRİK SİSTEMİNİN YÜKÜNÜ KARŞILAMA) DURUMUNA GÖRE:
1- Baz Yük Hidroelektrik Santralleri.
2- Puant Yük Hidroelektrik Santralleri.
3- Hem Baz Yük Ve hem de Puant Yük Hidroelektrik Santralleri.

G- TÜRBİNLİ / POMPAJLI HİDROELEKTRİK SANTRALLER.

A- DÜŞÜLLERİNE GÖRE SANTRALLER:
1- Alçak Düşülü Hidroelektrik Santraller: ( H<> 50 m)

Barajlı Yüksek DüşüIü Hidroelektrik Santral Tesisleri:
I- Su giriş tesisleri, II- Basınçlı su galerisi veya tüneli, IlI- Denge bacası, IV- Kelebek Yana tesisleri, V- Cebri boru, VI- Santral tesisleri.
1- Su alma tesisleri ızgaraları, 2- Su alma kapağı, 3- Kelebek vana, 4- Cebri boru ek yerleri,

5- Cebri boru ayak betonları, 6- Cebri boru dirsek betonları, 7- Küresel vana, 8- Pelton tipi hidrolik türbin.

Doğal Göllü Yüksek Düşülü Hidrolik Santraller:
1- Su çevirme bendi, 2- Su giriş tesisleri, 3- Kum geçidi ve dinlendirme havuzu, 4- Üstü açık su iletim kanalı, 5- Su iletim galerisi veya tüneli, 6- Su haznesi veya doğal göl, 7- Denge bacası, 8- Cebri boru, 9- Santral tesisleri, 10- Doğal göl ayağı veya dolu savağı, 11- İletim tüneline yaklaşım galerisi

Hem Türbin ve hem de Pompa olarak çalıştırılabilen Hidroelektrik Santraller:

Hem Türbin ve hem de Pompa olarak çalışabilen bir hidrolik santral tesisinin basit şeması:

1- Üst baraj veya depo, 2- Alt baraj veya depo, 3- Türbin ve pompa için cebri boru, 4-Türbin,
5- Motor-Genaratör, 6- Manevra kaplini (kavraması), 7- Pompa, 8- Küresel vana, 9- Dairesel vana, 10- Kapama vanası, 11- Silindirik kapak.
Qp : Pompa olarak çalışma esnasında basılan su debisi,
Qt : Türbin olarak çalışma esnasında tüketilen (çekilen) su debisi,
Hsp : Üst su yüzeyi İle alt su yüzeyi arasındaki fark (hidrolik düşü veya geodezik basma yüksekliği).

Türbin ve hem de pompa olarak çalıştırılabilinen hidroelektrik santral tesisleri ulusal elektrik şebekelerinin puant güç ihtiyacını karşılamak amacı ile tesis edilirler. Ulusal Elektrik şebekelerine bağlı olan diğer hidrolik veya termik santrallerin ürettikleri enerji miktarı puant saatleri dışındaki gece saatlerinde gerekenden fazla, puant saatleri içinde ise gerekenden daha az olabilir. Hem türbin ve hem de pompa olarak çalıştırılabilen hidrolik santral tesisleri, puant saatlerinin dışındaki gece saatlerinde ulusal elektrik şebekesinden enerji çekerek üniteler motor-pompa olarak çalıştırılmak suretiyle alt su deposundan üst su deposuna su basılır.

Puant saatlerinde ise üst su deposundan su çekilerek üniteler türbin-genaratör olarak çalıştırılmak suretiyle elektrik enerjisi üretilir ve üretilen enerji ulusal elektrik şebekesine verilir. Böylece hem puant saatlerinde ulusal elektrik şebekesinin ilave güç ihtiyacı karşılanmış ve hem de puant saatleri dışında diğer hidrolik ve termik santraller en yüksek verimle çalıştırılma imkânlarına kavuşturulmuş olunur. Hem türbin-genaratör ve hem de motor- pompa olarak çalıştırılabilinen bu tip hidrolik santrallerin verimi aşağıdaki şekilde hesaplanır:

Şebekeye verilen genaratör gücü (NG)
η = -------------------------------------------------------
Şebekeden çekilen motor gücü (NM)
η = 0,70 - 0,73
Doğukaradeniz’e hiç gittiniz mi bilemem? İmkânınız olsa da oraları bir görün! İnanın o güzelim şahane yerler bir doğa harikasıdır. Hidroelektrik santral tesisleri kurup doğayı katledeceklerine, turizme ağırlık verseler daha iyi olurdu. Hem de doğanın yapısını bozmadan..! Ama nerde biz öyle bir milletin evlatlarıyız ki, elimize geçen kaynakları yerle bir ederiz.

Doğukaradeniz’e giderken havanın hafiften aydınlanmasına yakın Samsun’dan, Giresun’a doğru kıvrımlı yollardan giderken sol tarafa düşen deniz hafiften sis içindedir. Sağ tarafta yeşilliklerin ton renkleri gözleri büyülemektedir. Saatler ilerledikçe Ordu, Trabzon ve Rize her taraf aydınlık ve dağlar, tepeler yeşilin ton renkleri alabildiğine net görünür. Bazı yerde sular dağdan anayola akar. Pazar’a gelirsiniz, oradan Hemşin dolmuşuna binersiniz. Apso’dan sola yol döner Hemşin’e doğru gider. Düz ileriye giden yolda Çamlıhemşin’e gider.

Hemşin’in dağları büyüktür. Bin bir çeşit ağaçları, bitki türleri vardır. Doğukaradeniz’in geneli böyledir.

Şimdiki Doğukaradeniz’de çift yönlü yan yana yol yapılarak yerini çirkin görüntüye bırakırken, insanların denize girmesini zorlaştırdılar. Buda ayrı bir faciadır. Biz konumuza dönelim.

Türkiye’nin genelinde bir ‘HES’ olayı almış başını gitmektedir. Doğukaradeniz bölgesinde bilinen Artvin'deki, Macahel Vadisi'nde sekiz hidroelektrik santral için lisans verildiğini resmi makamlarca ilan edildiğine göre, bu bölgede doğayı kökünden kurutmak için harcanan gizli kapılar ardındaki pazarlıklarda asıl sayının kaç olduğunu ileriki günlerde hep beraber göreceğiz. Kapitalizm kendi çıkarları için insafsızca doğayı aynı zamanda insanları da öldürür.

Macahel, Artvin’in Borçka ilçesine bağlı bir vadi olmakla birlikte Gürcistan sınırında yeşillikler içerisinde bulunan bir alandır. Vadinin iki yanı asırlık kayınlar, ıhlamurlar, köknar, kestane, ladin çamları, meşe ağaçlarıyla kaplıdır. Hiç eksik olmayan yağmur suları dağ sırtlarından aşağı bulduğu her kıvrımdan yıllarca her mevsim akmaktadır. Yükseklerde küçük şelaleler oluşturan sular, vadinin ortasında büyük derelere dönüşmektedir. Irmağın coşkulu akan suyu ve çıkarmış olduğu ses ise tüm vadiye yayılmaktadır. UNESCO tarafından Türkiye’nin tek ‘Biyosfer Rezerv Alanı’ ilan edilen Macahel Vadisi’nde ‘tehlike çanları’ çalmaya devam etmektedir. Macahel’de EPDK’nın lisans verdiği HES sayısı sekizdir.
Artvin'deki, Macahel Vadisi'nde HES santral için üç metre çapında 85 kilometre uzunluğunda tünel yapılacak. 150 bin ton hafriyat çıkacak. Bu hafriyat ortalama 10 bin kamyonla taşınacak. Herhalde çıkan bu hafriyatla da denizi doldururlar!

Gülkar Enerji Üretim ve Ticaret A.Ş. Camili’deki Gohinavi Deresi’nde 5.05 megavatlık HES için EPDK’dan lisans aldı. Şirket bir ay içinde inşaata başlamayı ve bir yılda bitirmeyi hedeflemektedir.

Eğer bunlar hayata geçerse, Doğukaradeniz’in doğal yapısı kapitalistlerce yer değiştirmiş olacak. Yeşil rengi ve o derelerin doğal akışını unutmamız gerekir. Hani yerleşim birimlerine baz istasyonu kurup, sonradan yetkili ağızlar kapitalizm’in çıkarlarını savunarak, her şey kontrol altında diyerek, gerçekleri bizlerden saklama yoluna gidiyorsalar. Kanser riski olduğunu söylemiyorlar salar. Doğukaradeniz içinde yetkililer yalan söyleyerek doğanın katledilmesine gözlerimizi yumdurmak istiyorlar.

Bir şeyler yapmalı ama hep birlikte!

6 Eylül 2009 Pazar

ÇOCUKLAR ÇİÇEKTİR!...


Merhaba Dostlar, cocuklar adina calismalarinizi kutluyorum. Sizlere COCUKLAR CICEKTIR adli bestemi siirimi ve mp3 türkümü yolluyorum. Cocuklar yararina degerlendirebilir, yayinlayabilirsiniz.

Türkü siir tadinda sevgilerimle..


Kadın Halk sanatcisi Aktivist Türkü Ana Ozan Şah Turna (Şahturna)

http://www.sahturna.com/

ÇOCUKLAR ÇİÇEKTİR!...

Öteler ötesinden
Figan çığlık sesinden
Koparıp alınmasın
Çocuklar Annesinden!

Gelin çocuklar gelin
El -ele tutuşalım
Yarınlara koşalım!

Savaşlar söndürülsün
Yaşama döndürülsün
Dünya esenlik olsun
Çocuklar güldürülsün

Gelin çocuklar gelin, el-ele tutuşalım
Yarınlara koşalım!

Siyah-beyaz sarısı
Bir elmanın yarısı
Şah Turna tüm hepisi
Birer çiçek arısı
Gelin çocuklar gelin, el-ele tutuşalım
Yarınlara koşalım!...
----------
Söz ve Müzik: Aşık Şahturna (Şah Turna)
Yorum ve aranje: Ozan Şiar

5 Eylül 2009 Cumartesi

BEBÊXTÊN OLMAK!


Remzi AYDIN-yazar-eğitimci
remziaydin62@hotmail.com

Bebêxtên; bu sözcüğün Türkçe de tam anlam karşılığı nedir bilemiyorum. Biraz uzatarak anlatmak zorundayım. Bebêxtên; sana sığınmaya gelen canlıya sığınma hakkını verememek ya da sığınan kişiye sahip çıkamamak. Ve bu hâl; Dersim inanışında insanın başına gelebilecek en kötü şeydir. Kızılbaşlıktaki yol düşkünlüğü ne ise, işte odur. Bebêxtên Olan kişi ile kimse konuşmaz, onun hayvanlarını kendi hayvanları arasına almaz, bildiğiniz tecrit şartları uygulanır o kişiye. Bebêxtên konusunu dördüncü romanım olan “Sahipsiz Çığlıklarda” işlemiştim. Oradan size kısa bir alıntı sunacağım.

Her insanın; bu topraklara sığınma hakkı vardır. Yani sıkıntıda olan biri; bu hakkı kullanmak isterse, hayır diyemezsin. Xete Kêmahrâ ju Xermeni este bi. (Kemah bölgesinde bir ermeni vardı.) O taraflarda Osmanlı’ya karşı ayaklanmış, babayiğit bir adamdı adı da Rupen’di. Sıkıştırılınca yanında adamlarıyla birlikte Seyit Rıza’nın babası Seyit İbrahim’e sığınma hakkını kullanmak için gelir. O tarihte Erzungu’de (Erzincan’da) Anadolu Müfettişi vardır. Seyit İbrahim’e, bin Osmanlı altını göndererek Rupen ve arkadaşlarını teslim etmesini istedi. Seyit “olmaz” der. “Bana milyon tane altın verseler Baht (Bêxtên) hakkımı, olumsuz kullanamam. Bebexten olmaya değmez” diyerek haber gönderir ve şunu ekler, “zoraki almaya çalışırsanız, bu da sizin bileceğiniz şeydir ama sonuçlarına da katlanırsınız.” Teslim etmediği gibi Rupen ve arkadaşlarını; yanına adamlarını vererek, Rusya sınırına kadar götürüp, sağ salim Rusya’ya gitmesini sağlar. Fakat daha sonra, Rupen’in kardeşi, ona haber gönderir ve affedildiğini söyler. Rupen kardeşine inanarak Erzincan’a gelir. Kardeşi tarafından teslim edilir ve öldürülür. Bin dokuz yüzün hemen başındaydı bu olan olay. İşte Bêbêxten olmak bu kadar kötüdür, Oli’nin ve Xızır’ın şefaatine eremezsin dinden, insanlıktan çıkarsın ve bunun bedeli yoktur. Bêbêxten olan insanın; ne bu dünya da ne de Xızır’ın bedeninde da yeri yoktur, sıkışır kalır arada. Onun içindir; bu milletin başına ne geldiyse, ocağına bahtına düştüm (Bext) sözünden gelmiştir.

—Apo Wôlî, her gelene bunu yaparsak halimiz böyle olur işte?
Apo Wûşên, biraz da kızarak aray girdi:

—Apoqor, (amcası) sanmayın ki bu insanlar için yapılır. Bêxtên olmak kendinizle ilgilidir, özünüzle ilgilidir. Adamın kim olduğu, o kadarda önemli değil. Önemli olan; siz bu değere sahip çıkabiliyor musunuz? Kendiniz olabiliyor musunuz? Baht’ınıza düşen insana sahip çıkmak; kendinize duyduğunuz, saygıyla ilgilidir.

Kafamda onlarca soru var ve ben heyecanla, istemeyerek söze karışıyorum;
—Amca, anladığım kadarıyla burası bir kale imiş. Her tarafı sarp kayalık ve dağlarla çevrili, doğal bir kale. Anahtar dediğiniz gibi; içerden kapalı. Yani; kapıyı içerden açmazsanız, kimse giremez buraya. Peki, bu güne nasıl gelindi? Hâlâ içerde sığınmacılar var ve siz onları teslim etmemekte diretiyorsunuz. Ve siz bu duygusallığınız yüzünden, iki ateş arasında yanıyorsunuz.

—Ula kerata dün geldin bu gün bizi beğenmiyorsun. Ama bu konuda haklısın, yine kapı içerden açıldı, bazı aşiretler diğer aşiretler üzerinde baskı kurabilmek için, kapıyı açtılar. Sonra Bêbêxten olmamak için bu oyuna dâhil olduk. Yanmaktayız, ne güneş gibi, ne bu ateş gibi, bu yangın hiçbir şeye benzememekte.

Bebêxtên; sadece insanlar ve diğer canlılarla ilgili bir olgu değildir. Bebêxtên; insanın doğaya karşıda uygulaması gereken bir yaşam şekli olmalı. Bu aralarda Munzur vadisine barajlar yapılıyor. Ve ilk olarak Uzunçayır denilen bölgede su toplanmaya başlandı. Munzur Suyu önüne bent çekilerek, suskunlaştırıldı, hırçınlığını ve doğasına ait olan asiliğini kaybetti. Bunun gibi sekiz tane daha baraj yapılması söz konusu.

Munzur Dağlarının ve Munzur suyunun özelliklerini bilmeyenlere kısaca buradan bahsedeyim. Böylelikle gerçekleşen katliamın boyutlarını daha iyi anlasınlar. Munzur Dağları ve Dersim Milli parktır. Beş binin üzerinde bitki floru olup bunun iki yüzden fazlası endemiktir, yani Dünya’da sadece bu bölgede yetişir. Aynı zamanda yabani hayata ev sahipliği yapar, Munzur Dağları Bebêxtên olmamıştır, kendine sığınan tüm canlılara bu hakkı tanımıştır, onurludur.

Fakat öyle bir zaman girdik ki, doğa burada insanlara sığınmak zorunda kalmıştır artık. Ve insanlar Bebêxtên; olma yolunda hızla koşmaktalar. Kızılderililerin dediği gibi, doğa öldüğünde beyaz adam paranın yenilemeyeceğini öğrenecek ama iş işten geçmiş olacak.

Almanya Parlementosunda Hüseyin Kenan Aydın ve yine Avrupa Parlementosundaki birkaç milletvekili ile Dersimde bir sohbetimiz olmuştu. Ve demişlerdiki; Bu baraja yatırılan yüz liranın kazancı 50 yıl sonra sadece 10 lira olacaktır. Evet 100 lira yatıracaksınız ve ancak 50 yıl sonraki tüm kazancınız 10 lira olacak. O zamanda günlerce bu soruyla cebelleşmiştim. Hangi aklı başında insan, hangi iş adamı 50 yıl sonra doğayı katledip Dünya mirası olan bitki ve canlıların yok olmasını göze aldıktan sonra yüz lira karşılığında 90 lira zararı göze alır? Bu nasıl bir mantık? Ya da bize söylenildiği gibi; elektrik üretmenin dışında başka hesaplar mı var? Çünkü elektrik üretmek için akıllı bir yatırım değil. Türkiye de yaşayan insanların ödediği vergilerin bu şekilde çarçur olmasının altında yatan gerçek neden nedir? Bilen ve anlayan varsa lütfen bir adım öne gelsin? Bebêxtên; olmak istemeyen her insan doğanın katledilmesine dur demek zorunda ve bunu içinden değil, bağırarak, haykırarak, isyan ederek söylemek zorunda. Suskun kalmak; sizin çocuklarınıza ihanetinizdir, Bebêxtên; oluşunuzdur.

Doğa size sığındı, karar verme zamanı.

Militaristleştirilen Alman içpolitikası


Murat Çakır
cakir@rosalux.de

»Bonn Temel Yasası« olarak adlandırılan ve anayasa görevini yerine getiren metni kaleme alanlar, nasyonalsosyalist vahşet ile peş peşe iki dünya savaşı deneylerinden hareketle, Almanya’nın »bir daha asla!« savaş çıkaran bir ülke olmamasını sağlamak istiyorlardı. Bu nedenle »Bonn Temel Yasası« Federal Ordu’nun sadece ülke savunması için hazır olacağını ve kesinlikle ülke içerisinde görev alamayacağını belirlemektedir.

Çağımızda yasa ve anayasaların nasıl egemenler tarafından çiğnendiğine, hatta anayasa metinlerinin üzerine basılı oldukları kâğıt kadar değerleri kalmadığına defalarca tanık olduk. Zaten son yıllarda Almanya egemenlerinin emperyal hırsları ve neoliberal politikaları gereğince Federal Ordu’yu dünyanın muhtelif bölgelerinde saldırı savaşlarına gönderdiklerine de alışmıştık. Görünen o ki, şimdi de Federal Ordu’nun ülke içerisinde »görev« yapmasına alışacağız, çünkü hazırlıklar bir hayli ilerlemiş durumda.

Die Linke Federal Milletvekili Ulla Jelpke’nin soru önergesine Federal Hükümetin verdiği yanıt, Almanya içpolitikasının militaristleştirilmesinin ne denli ilerlediği konusunda ürkütücü gerçekleri gün yüzüne çıkartıyor.

Federal Hükümet 2007 Ocak’ından bu yana Almanya’nın bütün kent ve kasabalarında »Sivil-Askerî-İşbirliği (ZMZ)« yapılanmaları olarak nitelendirdiği askerî kumandanlıkları oluşturmuş durumda. Yapılanmalar ülke çapında bir ağ haline gelmiş olmakla birlikte, Doğu eyaletlerindeki bazı sorunlar nedeniyle henüz görevli subayların kapasitesi sadece yüzde 80’nde kalmış.

Hükümet, çoğunlukla yedek subay ve assubaylardan oluşan yapılanmayı »afet durumlarında korunmanın artırılmasını sağlamak« gerekçesiyle oluşturduğunu açıklıyor. Aslında, son derece yaygın bir sivil afet koruma ağına sahip olan Almanya’da – ki, bu ağ en ücra yerleşim bölgelerine dahi hızla ulaşabilecek kapasitede –, ordunun »yardımına« hiç ama hiç gereksinim yok.

Zaten – gene hükümetin yanıtından da okunabildiği gibi – ZMZ yapılanmaları salt afet bölgelerinde görevlendirilmekle kalmayacaklarından, »ordu yardımına« gereksinim olup olmamasının da pratikte hiç bir önemi yok. Asıl mesele, bu yapılanmaların görev alacağı diğer alanlara bakıldığında ortaya çıkıyor.

Ulla Jelpke ZMZ yapılanmalarının görev alanının »sınır« tanımamasını uzun zamandan beri eleştiriyor. Çünkü 2007’den bu yana görev alınan »yardım alanları« 2007 Heiligendamm G8-Zirvesi’nin korunmasından, Baden-Baden ve Strasburg’da 2009’da yapılan NATO-Zirvesi’ne kadar ulaşıyor. Sonuç itibariyle ZMZ askerleri, doğal afetler, »terörist saldırılar« ve kitlesel toplantılar gibi »ülke güvenliğinin alanına giren« her yerde görev yapabilirler.

Federal Hükümet, soru önergesine verdiği yanıtta, ZMZ yapılanmalarının »gerektiğinde yürüyüş ve mitinglerde, iç kalkışmalarda ve bilhassa nakliyat, enerji, sağlık ve çöp sektöründe olası grevlerde de« görev alabileceklerini, ancak her »münferit« olayda yetkili eyalet kurumlarının buna »anayasa hukuku çerçevesinde kalmak şartıyla« karar vereceklerini açıklıyor. Eh, anayasa denilen metnin ne denli esnek olduğunu düşünürsek, verilecek kararların hangi yönde olabileceğini tahmin edebilirsiniz.

Ancak sorun sadece ordu birliklerinin tek başına ülke içerisinde görev alması değil. Federal Hükümetin kontrolü altına olan »Kriz Yönetimi, Planlama ve Sivil Korunma Akademisi«, ZMZ yapılanmalarının birlikte çalıştığı itfaiye gibi sivil kurumlar ve polis teşkilatı mensuplarına »ideolojik« alt yapıyı veriyor: »Almanya’nın yeni güvenlik stratejisinin gerekleri«. Nasıl Türkiye’de yaşamın her alanı »Millî Güvenlik« denen egemenlik aracının boyunduruğu altına sokulduysa, Almanya’da da »yeni güvenlik stratejisi« her şeyi belirler hale gelecek.

ZMZ yapılanmalarında görevli olan ordu mensupları şimdiden ülke çapında sivil idarî yapılanmaların içerisinde yer alıyor, afet durumu planları dahil olmak üzere, iç güvenlik alanında komutayı ele almak için hazırlıklarını yapıyorlar. Genellikle şaka yollu söylenip dururdum, bu gidişle Türkiye Avrupalılaşmayacak, Avrupa Türkiyelileşecek diye. Ne şakası, atı alan Üsküdar’ı geçmiş, iş ciddiye binmiş bile. Bu sefer anayasa sayfaları asker botlarınca çiğnenecek. »Yardıma« koşan askerler, grevci işçilerin anayasal haklarını koruyacak değiller ya!