31 Ekim 2009 Cumartesi

TÜRKİYE’YE DEMOKRASİ – ZAZALARA DEMOKRATİK HAKLAR



Hükümetin geleneksel devlet çizgisinin dışında yeni bir politika olarak başlattığı „Demokratik Açılım“ politikasını olumlu görmekteyiz. Atılan adımlar yetersiz olsa da demokratikleşmeye katkıları yadsınamaz. Ne var ki “Demokratik Açılım” adı altında yürütülen politika pek de belirli değildir. Dolayısıyla, tam da neyi hedeflediği anlaşılmamaktadır.

Her nedense Türklerden ve Kürtlerden sonra üçüncü büyük ulusal topluluk olan Zazalar gündeme gelmemektedir. Aksine “açılım” politikası Zazalar açısından tersine yürüyor. Zazaca ayrı bir televizyon kanalı talebimiz kabul edilmedi. Aynı dönemde Dersim coğrafyasında barajların yapımına hız verildi. Dersim’e yapılan ve yapılması planlanan bu sekiz baraj bir doğa ve kültür katliamına sebep olacaktır. Hükümetin bu tutumunun demokratik açılımla ne kadar örtüştüğü gerçekten tartışma konusudur.

Zazalar sadece Osmanlı döneminde deĝil, Türkiye Cumhuriyeti döneminde de büyük baskılara ve kırımlara uğramışlardır. 1921, 1925, 1937-38 Zazaların tarihinde unutulmayacak büyük felaketlerdir. Her defasında yerinden yurdundan koparılan bu halk tek dil politikası ile yaşadığı coğrafyada bile dilini yaşatamaz hale getirilmiştir.

Tek dil politikası Zaza halkı üzerinde çok katı bir şekilde uygulandı. Gelinen aşamada Zazaca UNESCO tarafından da tehlike altındaki diller arasında değerlendirildi. Türkiye Cumhuriyeti devleti, kendi vatandaşları ile barışmak için sadece özür dilemekle kalmamalı, aynı zamanda ve daha da önemlisi yaptığı haksızlıkları telafi etmek için de adımlar atmalıdır.

Türkiye sorunlarını çözmek zorundadır. Bunun yolu ve yöntemi şiddetten değil, demokratik yaklaşımlardan, güncel deyimiyle ‘demokratik açılım’lardan geçer.

Demokratikleşme için öncelikle yapılması gerekenler şunlardır:

Demokratik ve özgürlükçü bir anayasa sorunların çözümünün ana çerçevesini oluşturur. Vakit geçirilmeden demokratik ve özgürlükçü bir anayasa yapılmalıdır.

Ulusal ve demokratik haklar anayasal güvenceye bağlanmalıdır.

Ulusal sorunların çözümü, tam katılımcı demokratik yapıdan geçer. Devletin yapısında uygun düzenlemeler yapılarak yerel yönetimlere ağırlık verilen katılımcı ve demokratik bir sistem kurulmalıdır.

Anayasanın 42. maddesindeki „ (…) Türkçeden başka hiç bir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” ibaresinin değiştirilerek, Zazaca ve Anadolu’da kullanılan diğer dillerin anadil tanımına ve statüsüne alınarak evrensel normlara uygun hale getirilmelidir.

Zazaların tarihi, kültürü ve Zazaca Türkiye’deki üniversitelerde çağdaş bilimsel temelde araştırılmalı, bunun için gerekli düzenlemeler ve özendirici tedbirler alınarak öncelikle Tunceli, Bingöl ve Dicle üniversitelerinde Zaza Dili ve Edebiyatı Bölümleri açılmalıdır.

Zazaca eğitim-öğretim önündeki engeller tümüyle kaldırılmalı, Zazaların yaşadığı alanlarda (köy, kasaba, şehir) Türkçe’nin yanı sıra Zazaca eğitim de verilmelidir.

Yayın dili sadece Zazaca olan televizyonlar ve radyolar açılmalıdır.

Değiştirilmiş yer adları yeniden iade edilmelidir.

Kuruluşundan beri laik olduğunu söyleyen devlet, gerçek laikliğin gereği olarak devlet ve dini birbirinden ayırmalı, dinler arasında ayrımcılık yapmamalıdır. Bu bağlamda Dersim İnancı da tümüyle özgür olmalıdır. Herkes dini inancını kendi anadilinde yapabilmelidir.

Dersim ve çevresinde Munzur, Harçik ve Peri suyu üzerinde yapılan ve yapımı devam eden barajların faaliyetleri derhal durdurulmalıdır.

Halkımızın uzun yıllar içinde birikmiş sorunları var. Biz bütün zorluklarına rağmen demokratik çözümün en doğru yol olduğunu düşünüyoruz.

Türkiye’nin demokrasiye, Zazaların da Anadolu’da yaşayan tüm insanlarla birlikte daha fazla özgürlüğe ihtiyacı var.

30.11.2009

Kemal Akay (yazar)
Dr. Hüseyin Çağlayan (politolog)
M.Tornêğeyali (araştırmacı)
Xal Çelker (araştırmacı, yazar)
Berfin Jêl (yazar)
Sait Çiya (araştırmacı, yazar)
Hıdır Eren (sosyolog, eğitimci, yazar)
Ali Ekici (araştırmacı)
Faruk Eren (eğitimci, yazar)
Fahri Pamukçu (eğitimci, araştırmacı, yazar)
Haydar Şahin (araştırmacı)
Dilaver Eren (yüksek elektrik mühendisi)
Mesut Keskin (dilbilimci)
Cefo Çarekız (T. Şahin, yazar)
Hakkı Çimen (eğitimci, yazar)
Mirzali Zazaoğlu (Zazaca Wikipedia redaktörü)
Yaşar Aratemur (araştırmacı)
Şervan Barihas (sanatçı)
Hayri Dalkılıç (yazar)
Hasan Öztürk (işletmeci)
Ali Himmet Dağ (yazar, sosyolog)
Usxanê Cemali (yazar)

Zaza Kültürevi Mannheim
http://www.zazaki.de/ sitesi

28 Ekim 2009 Çarşamba

Bir Yeni Roman: KÜLLER ARASINDA


Halil İbrahim Özcan’dan bir yeni roman: KÜLLER ARASINDA.

Acının terazisinde iki halk: Türkler ve Ermeniler.

”Bu roman, 1915 Tehcir Kanunu’yla Haçin’den sürgüne gidenlerden bir kısmının 1918’de yeniden Haçin’e dönmelerini ve döndükten sonra yaşadıklarını hüzünlü ve tarafsız bir dille anlatmaktadı. Hem gelenler, hem de orada kalanlar için hayat çok farklılaşmıştır artık. Sürgünün acı dili, artık başka şeyler söylemektedir doğdukları topraklarda.

Bu döneme dair bilinen ve bilinmeyen olayların örgüsü içinde Ermenilerin ve Türklerin bin yıllık kardeşlik duygusu, ne acıdır ki tarihin terazisinde dilini değiştirmiştir. Aynı toprağı paylaşan, aynı havayı soluyup, aynı şeyleri yiyip içen iki halk birbirlerine düşman kesilmiş, yaşanan ortak açılar iki halkı birbirinden ayırmış ve etkisi günümüzde de devam eden olayların tohumlarını atmıştır. Bu kitap, Türkler ve Ermeniler arasında yaşanan olayları her iki tarafı da överek, ne de yererek tarafsız bir bakış açısıyla siz okurlarımıza sunmaktadır.
Yaşanılanlar gelecekte ışık olsun.”

Halil İbrahim Özcan’ı bu yeni romanı vesilesiyle kutluyoruz!

--------------
Halil ibrahim Özcan:
E-posta: halilibraozcan@hotmail.com

SINIRIMIZDAKİ SURİYE’Lİ KÜRTLER


Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com

Konumuz ve gündemimiz Kürtler! Bugünlerde Kürt açılımına karşı çıkan ve çıkmayan insan toplulukları tarafından tartışılmaya devam ediliyor. Bu iki farklı bakış açısında farklı düşüncelerle yaklaşan insan toplulukları da düşüncelerini söylüyor ya da kâğıda döküyor.
Artık dört devlette bulunan Kürt halkının varlığı inkâr edilemez, üstü kapatılamaz olduğundan, tartışmalar hız kazandı. Yıllardır dört devlet milliyetçi tutumlarından dolayı benim devletimde tek dil konuşulur ve başka halklar yoktur diyerek bugünlere gelindi. Devleti yönetenler bir baktı ki, insan yığınları kendilerini sorgulamaya başladı! İnsanlar tek dil değil birçok dilin kendi ülke topraklarında var olduklarını gördüklerinde, daralan alanlarını konuşur hale geldiler. “Bu halklar neyin nesidir?” “Uzaydan ya da başka gezegenden gelmediklerine göre” diye ve benzeri fikirler düşüncelerinde yer etti.

Dört devletten biri olan Suriye’deki Kürt halkından söz edelim! Suriye topraklarında bir milyon yedi yüz bin Kürt halkının yaşadığı tahmin ediliyor. Kuzeyde yaşayan Kürtlerin tahmini 450 bini pek çok haktan faydalanamadığı gibi Suriye devleti Kürt halkının varlığını yıllardır inkâr ediyor. Mülk edinemeyen, kamu kurumlarında çalıştırılmayan, evlilik cüzdanı alamayan, hatta kendi ülke sınırları içerisinde Kürtleri sürgün hayatı yaşatan, vatandaşlık haklarından mahrum bıraktırılmaları ve benzeri haklarda hep geri plana itilen Kürtler, Suriye rejimine karşı çıkıyor ve çıkmakta da haklılar.

Suriye’de Kürtleri Araplaştırma adına okullarda Arapça ders gösterilmektedir. Irkçılık ne yazık ki bu ülkede de kol geziyor. Bir halkın dili bile burada yasak! Yıllardır Kürtleri, Araplaştırma gayretleri içerisinde olan Suriye devleti, şunu görmektedir! Kürtler kendi dilini ve kültürünü korumakta olduğunu ve dipten gelen dalgayla yarınlarda karşılarına bir güç olarak çıkacaklarını bildikleri için Suriye devleti şunu düşünmektedir? “Nasıl bir manevra yaparım ki, Kürtleri dizginlerim! Sistemimi devam ettirebilirim!”

Bir halkın varlığını ya da hangi ülkede nerede olursa olsun, inkâr etmek insanlık adına bir utançtır. O halk, ırkçı ve kafatasçı baskılara hedef oluyorsa aşağılık ve iğrençlikten başka bir şey değildir. Biz insanların dünyaya gelmesinde ve hangi milliyetten olma hakkına sahip değilsek de, Çinli, Koreli, Amerikalı, Romanyalı ve diğer halklardan olsak bile hepimiz insanız. Birbirimize saygı ve sevgi duymak zorundayız. Birbirimizle dayanışma yapmak zorundayız. İnsanlık bunu gerektirmektedir.

Suriye halkına elbette karşı değiliz. Ama sistemine, işleyişine elbette karşıyız. Bunun altını çizmek zorundayız.

Orada yaşayan Kürtler herhangi bir mülk edinememektedir. Edinenler zorunlu olarak tanıdığı, güvendiği bir Arap asıllı kişinin üzerine işlemlerini yapmaktadır. Her devlet faşist uygulamalarında bir suçlu aramaktadır. Suriye devletinin suçlusu da Kürtlerdir.
Oradaki Kürtler oy hakkına sahip değillerdir. Belirli bir Kürt topluluğu kimliksiz yaşamaktadır. Bazıları kimlik alsa da özel damgalı olduğu için ayrıma uğramaktadır. Türkiye’den Suriye’ye göç etmiş vatandaşlar, özel bir tecritle baş başa kalırken, ellerinde devletin herhangi bir belgesi bulunmamaktadır.

Kürtlerin dertleri almış başını gelişi güzel bilinmez bir diyara doğru yol almaktadır. Sağlık sorununda büyük sıkıntı yaşanmaktadır. Evlilik cüzdanı ile pasaport almakta yasaklılar hanesindedir. Orada yeni doğan çocukların bile sosyal haklardan faydalanamadığı ve o çocuklarda büyükleri gibi tecrit edilmiş durumdadır. Böylelikle en zor koşullarda yaşayan Kürtler Suriye’dedir.

1962 nüfus sayımında, dönemin Devlet Başkanı Nazım Kudsi, Arap milliyetçiliğine soyunduğundan, 120 bin Kürdü vatandaşlıktan çıkardı. Bu kişilerin Türkiye’den geldiğini iddia etti. Fransız arşivlerinde; “1930’larda Türkiye’den Suriye’ye göç eden Kürt sayısı 22 bin’”dir.

Her devlet işine geldiğince insan haklarından söz eder. Devletlerin işleyiş mekanizmalarına bakıp değerlendirme yapmak doğru olur. Dünyada birçok ülke ırkçılık ve kafatasçılık yapısıyla diğer halkları ezmeye çalışmaktadır. Bunun adına demokrasi diyorlar! Ya sizler ne diyorsunuz?

Başer Esad iki yıl önce ikinci kez devlet başkanı seçildiğinde meclis önünde yaptığı yemin töreninde ülkesindeki Kürt sorununu çözeceğini söylemişti. Kürtlere vatandaşlık hakkı verilmesi konusunda somut adımlar atarak Avrupa Birliği’ne kendini gösterecekken, Kürtlerin nüfus sayımı yapıldı. Fakat geri kalan adımlar atılmadı.

Kürt sorunu dört devlette çözüm bekliyor. Bu adımlar ABD’nin ve Avrupa Birliği’nin isteğiyle değil, halkların birliğinden geçmelidir. Her halkın kendisini özgürce ifade etme hakkı olmalıdır. Baskıyla, terörle hiçbir halk sindirilemez. Gün gelir o halk isyan ateşini sönmemecesine kendi eleriyle yakar.
--------
NEWROZ HAFTALIK SİYASİ YORUM GAZETESİ

27 Ekim 2009 Salı

MELEM AŞISI VE KENDİNE YABANCILAŞMA


”Melem aşısı tehlikeli bir aşıdır, insanı uyurken ve henüz filizken yakalar. Bazen yol ayırımda kalırız; kiraz olup birilerine hizmet mi etmeliyiz tüm alımlı halimizle, yoksa aluç olup kendimizle mi beslenmeliyiz, benliğimizi kendimize sunarak, özümüzü yitirmeden…”

Remzi Aydın
remziaydin62@hotmail.com


Çiftçi olanların iyi bildikleri bir tanımlama; “melem aşısı”. Size kısaca bu aşıdan bahsedeyim. Aluç ağaçları henüz filiz ve uyanmamışken yani ilkbaharın başlangıcında alınır ve diplerinden kesilerek kiraz dalı ile aşılanır. Öyle güzel bir kaynak atarlar ki aşı yerine; dışarıdan bunu görebilmek olası değildir. Yani gizlenmesi çok önemlidir.

Aluç kök, kiraz fidan ilkbaharda yavaş yavaş uyanır ve o bile bu aşının bilincinde değildir artık. Çiftçi kardeşlerimiz çarşıdan aldıkları bu kirazları büyük bir heyecanla getirir bağ ve bahçelerine diker. Kiraz; ovayı ve suyu seven bir ağaç. Oysa aluç tam da tersinedir, kayalıkları, yüksek yerleri ve susuz ortamları daha çok sever. Kiraz şehirli, aluç ise dağlıdır, vahşidir, ehlileşme taraftarı değil beklide yabandır.

Birkaç yıl geçince kiraz kurumaya başlar. Oysa her şey tastamamdır. Ovadadır, suyu verilmiştir, gübresi tamamlanmıştır, bakımı yapılmıştır ama yine de kurumaktan kurtulamaz. Çiftçi üzgün, perişan, emek kaybındadır. Ama alucu aşılayanlar her daim kazanç içindedir.

Egemen sınıflar ya da efendiler reaya kısmını çok sever. Reayalar düşünmezler, sorgulamazlar, akıl süzgecinden geçirmezler bildikleri tek şey kayıtsız şartsız itaatdir. O nedenle göçerler, dağlılar, yabanlar denilen kısmı sevmezler. Küçükten onları melem aşısına tabi tutarak reayalaştırmak için ellerinden geleni yaparlar. Göçerler dediğimiz insanlar, ya da dağlılar; hayatlarını doğaya göre düzenlerler. İnançları, yaşayışları, olaylara bakışları doğa ile uyum içinde olmak zorundadır. Zaman zaman tanrıyı bile sorgular, yargılarlar yani minnettarlıkları yoktur. Şimdi tanrıya eyvallahı olmayan insan; kullara, efendilere minnet eder mi?

Bu örneği en iyi Alevilerde görürsünüz. Yüzyıllar hatta binyıllardır, sistem ile kavgalıdır, egemen güçlere eyvallah etmemiştir. Tabi sistem de boş durmamış, bu topluluğa sürekli baskı uygulamış. Hatta bu baskılar zaman zaman katliamlarla sonuçlanmıştır. Şeyh Bedrettin, Şah Kalender Çelebi, Baba İlyas, Doktor Basil, Perfectius Silvianus, Seyyid Gazi, Kutuplar kutbu vs.

Fakat sonra bakılmış ki bu yöntem pahalıdır, savaş büyük para kaybıdır. Onun yerine melem aşısını kullanmaya başlamıştır. Hem aşıyı yapacaksın hem para kazanacaksın yani her yönüyle kazançtasın. İlkokula gitmeden ana sınıfı ve kreşlerde başlar çocuklara dini eğitim verilmeye. Televizyonlar, gazeteler, dergiler, camiler, vakıflar, ablalar, ağabeyler, hocalar, imamlar bu çarkın birer figüranıdır artık. Sonra sureler, ayetler, namaz derken sistem yavaş yavaş aşısını gerçekleştirir. Sonuç; kendi halkına ihanet eden, efendilerle oturup çatır çatır pazarlık eden “yol düşkünleri” çıkar ortaya. Bu tür insanlar hem halkını hem inancını hem de kendini pazarlamaktan çekinmez, bildiği tek şey pazarlamaktır, efendilerine kulluk yapmaktır.

Zorunlu din dersleri bu çarkın en önemli dişlilerinden biridir. Ortodoks İslamiyet’e aykırı olan her inanışın çocuğu; zorunlu olarak sure, namaz, abdest gibi ritüelleri öğrenmek zorundadır yoksa Demoklates’in kılıcı gibi kafasında sallanan; sınıfta kalma korkusu vardır.

Tabi aşılama sadece bununla da bitmez. Birde diller üzerine, milliyetler üzerine yapılan aşılamalar vardır. Ki bana göre en tehlikelisi de; dil üzerine yapılan aşılamadır. Unesco’nun kaybolan diller üzerine yaptığı araştırma raporunu incelediğinizde ne dediğimi daha iyi kavrayacaksınız. Yeni yeni efendiler türer, efendilerin ağzıyla konuşan ihanetçiler türer ve pazarlamaya çalışır dilini, kültürünü. Önce inanışınla dalga geçmeye başlar ve seni gericilikle yargılar. Sonra ilişkilerinle dalga geçerek, feodal ilişkini sorgular. Sonra tanrını sorgulamaya başlar, inancınla oynar. Ağaca, suya, havaya, ateşe, insana olan inancınla alay eder. “Ya ağaçtan medet umuyorlar! Suyun üzerine yemin ediyorlar, su gelsin onları kurtarsın!” gibi. Sahi; ağaç sizce kutsanacak ve ibadet edilecek bir varlık değil mi? Evet değil diyorsanız, ağzınızı ve burnunuzu kapayın ve yaşamaya çalışın? Birkaç gün susuz yaşamaya çalışın?

Ha birde efendileri vardır onların uzun uzun anlattıkları. Kendilerine ait düşünceleri yoktur; felence efendi dediki! Manifestoda şöyle yazıyor! Küba’da, Vietnam’da, Meksika’da, Rusya’da şöyle kahramanlar liderler vardı diye başlarlar onları anlatmaya. Sahi siz Şeyh Bedrettin, Kalender Çelebi, Pir Sultan, Seyyid Nesimi, Babailer, Çelebiler, Hamdullah Çelebi, Doktor basil, Seyyid gazi, Kızıl Deli kimdir, nasıl bir mücadele vermiştir biliyor musunuz.

Dünyanın hazinelerini, gücü, rütbeyi, dünyalıkların her türünü vermelerine rağmen, bir kez olsun başını çevirmeden onurlu savaşına giden insan. Kendini; onların korkutmaya çalıştıkları ateşin alevlerine atan insan kimdi? Halkını ve inancını satmayan yüzlerce onurlu savaşçı çıktı bu topraklarda, oysa şimdi ilk fırsatta başkalarına hizmet için; kendini ve toplumunu satan insanlar itibar görüyor. Sanırım melem aşısını yaşadık ve farkında olamadık.

Melem aşısı tehlikeli bir aşıdır, insanı uyurken ve henüz filizken yakalar. Bazen yol ayırımda kalırız; kiraz olup birilerine hizmet mi etmeliyiz tüm alımlı halimizle, yoksa aluç olup kendimizle mi beslenmeliyiz, benliğimizi kendimize sunarak, özümüzü yitirmeden. Bizde eski bir atasözü var; Her ağaç kendi kökü üzerinde büyür.

24 Ekim 2009 Cumartesi

Yolun yarısı ilk adımla alınır, ama...


Murat Çakır
cakir@rosalux.de

Biliyorsunuzdur, ünlü bir Çin atasözü 'Yol ne kadar uzak olursa olsun, ilk adımla yarısı alınmış demektir' der. Yani çıkılacak yol ne kadar uzak, ne kadar meşakkatli ve engebeli olursa olsun, 'yola çıkma iradesidir mesafeyi kat etmeyi sağlayan' anlamında kullanılır bu deyiş. Bu açıdan bakıldığında, hafta başında Türkiye'ye gelen Barış ve Demokratik Çözüm Grubu üyeleri, bir kez daha sorunun barışçıl bir biçimde çözümünde ısrarlı olunduğunu kanıtlamışlardır.

Bence bu gelişme birkaç noktanın daha göz önüne çıkmasını beraberinde getirmektedir. Birincisi; 'Abdullah Öcalan Kürt halkının önderidir' söylemi artık tartışılamaz bir gerçeklikte kendi meşruiyetini ilan etmiştir. Her kim ki barışın tesis edilmesini ve demokratikleşme sürecinin gerçek anlamda başlamasını ciddiyetle istiyorsa, bu meşru konumu dikkate alarak adımlarını atmak zorundadır. Abdullah Öcalan'ın içerisinde olmadığı bir sürecin başarı şansı artık kalmamıştır.

İkincisi; Kürt halkı, kendisine dayanan hareketin Kürt halkının büyük çoğunluğunu bizzat taşıdığını göstermiştir. 'PKK halktır, halk PKK' sloganı, basit bir ajitasyon değil, Kürtler açısından günümüzün en önemli gerçeğinin bir ifadesidir. Her kim ki 'Son terörist kalıncaya kadar...' ile başlayan söylemleri sürdürmeye devam ediyorsa, o, 21. yüzyılda yeni bir jenositle sonuçlanmasını istediği bir savaşın kışkırtıcılığını yapıyor demektir. Şu koşullarda PKK'yi 'yok etmek' ancak Kürt halkını yok etmekle olanaklıdır.

Üçüncüsü; 'Dağdan ovaya inmek', barışmak, siyaset yapmak istediğini kanıtlamış ve tıkanmışlık içerisinde bocalayan 'karşıtına', tıkanmışlığı siyasetle aşma, savaş baltalarını bir daha bulunmamak üzere gömme ve hiç kimsenin onuru zedelenmeden, barışçıl bir merkezde buluşma olanağını yaratmıştır. Vicdan sahibi olan, hakkaniyet duygusu körelmemiş hiç kimse, bu olanağın heba edilmesine izin vermemelidir.

Ancak dördüncüsü; 'yolun diğer yarısını' alacak adımın, Türkiye'deki toplumsal çoğunluğun kazanılmasıyla atılabileceğinin ortaya çıkmasıdır. Doğru, Türkiye'ye gelen grubun tutuklanmaması ile devlet olumlu bir tavır sergiledi. Türkiye'deki karar vericiler Ortadoğu'nun yeniden düzenlenme çabaları ile uluslararası durum ve bölge dinamiklerinin yönelimleri karşısında, rejimin sürdürülebilirliğinin sağlanması ve yeni bölgesel stratejik hedeflerin bekası uğruna bazı pragmatist adımlar atmaya yanaşabilirler. Ama bu, laiklik-antilaiklik ayrışma çizgisinde birbirlerinden kopan, ancak Kürt sorunu bağlamında milliyetçi reflekslerde birleşen toplumsal çoğunluğun çelişkili ve karmaşık duygu dünyasına ne denli tercüman olabiliyor? Kaldı ki maddi yaşam koşullarının ağırlığı altında giderek daha çok bunalan ve alışılagelmiş imtiyazlarını kaybetme hissine kapılan çoğunluk toplumu bireylerinin, sicili zaten temiz olmayan egemen politikaya daha az güvenmekte olduğu bir ortamda?

İşte son beş günün gelişmelerine Türkiye dışından baktığımda bu çıkarsamaları yapıyor ve Avrupa'daki basının şaşırtıcı bir derecede gelişmeye 'sıradan bir haber' mantığıyla yaklaştığını gördüğümde de, 'yola' sayısız 'mayın' döşenmekte olduğunu düşünmeden edemiyorum.

Avrupa'da geçirdiğim 40 yıl ve Avrupa siyaseti içerisinde edindiğim deneyimler bana, Avrupa'nın kendi çıkarları söz konusu olduğunda, Avrupa'yı Avrupa yapan değerleri bile çiğnediğini, demokrasi, barış ve insan haklarını sermaye çıkarlarının gölgesi altında tuttuğunu öğretti. Türkiye egemenlerinin de aynı şekilde davrandıklarına/ davranacaklarına ismim gibi eminim. Bu nedenle egemenlere güvenmemek benim için siyasi bir kıstas haline geldi.

Tarih bize, egemenleri düşündüklerinin tersini yapmaya itenin, iyi veya kötü olmalarının değil, halk kitlelerinin mücadelesi olduğunu gösteriyor. Ancak, gene insanlık tarihi toplumsal çoğunluğu oluşturan kesimlerin bilinçaltında kök salmış utanç ve öfkenin, zedelendiği zannedilen onurun ne denli trajik olaylara yol açtığını da göstermekte. Egemenlerin onyıllardır toplumu yönlendirmek için körükledikleri düşmanlıkların derinleşerek artması durumunda ortaya çıkabilecek bir cinnet sarmalı, yönetenleri 'halka rağmen' yönetemeyecek bir konuma sürükleyerek, şiddetin azgınlığına boyun eğmeye zorlayabilir, aniden oluşan cinnet seli herşeyi ve herkesi önüne katıp sürükleyebilir.

Bu nedenle sadece Kürtlerin 'yola çıkma iradesi, yolun alınması için' yeterli olmayacaktır. 'Yolun' diğer ucunda duranlar da 'yola çıkma iradesini' göstermelidirler. Son gelişme, solu, liberalleri, demokratları, entellektüelleri ve muhafazakarlarıyla Türkiye'nin demokratikleşmesini arzulayan bütün kesimlerin toplumsal çoğunluğu kazanmak için canla başla uğraş vermelerini, barıştan yana cesaretli adımlar atmalarını zorunlu kılıyor.

Hani, şeytanın avukatı misali, bir hatırlatayım dedim.

23 Ekim 2009 Cuma

Yasa ve Yasallık…


Gün Zileli
zileligun@hotmail.com

Dün Zürih’in Kasama adlı, tüm devrimci gruplara açık ortak mekânında yapılan “Ekim Devrimi” toplantısında, benim dışımdaki iki konuşmacı, Mehmet Yımazer ve Mete Gönültaş arkadaşlar, Ekim Devrimi’den sonraki sürece fazla değinmeyip, bugünün sorunları üzerinde yoğunlaşmayı tercih ettiler. Ben ise, Şubat 1917 ile başlayıp Ekim 1917’de zirvesine varan büyük 1917 devriminin ve bu zirveden sonra, 1939’a kadarki süreçte devrimin yok edilişinin üzerinde durdum tamamen. Ne var ki, konuşmacılara tanınan 30 dakikalık süre içinde istediğim tüm konulara gereğince değinemedim. Hatta bazılarını atlamak zorunda kaldım. Üzerinde gereğince duramadığım konulardan biri de, devrim-yasallık ilişkisiydi.

Devrim, eski düzenin yasalarını tanımadığı gibi yeni düzenin yasalarına tabi olmayı da reddeder. Bu ne anlama gelir? Konuşmamda biraz değinme fırsatı buldum bu noktaya. Devrim, kararlar ve kararnamelerle gerçekleşmez. Artık eski düzen içinde yaşamak istemeyen kitlelerin ve bireylerin ceza ve ölüm korkusu sınırını aşarak topluca ileri atılması ve otoriteyi geçersiz kılmasıyla gerçekleşir. Düzeni toptan ve tamamen değiştirmeye karar veren kitleler ve bireyler yeni düzen içinde kurulan hükümetlerin (örneğin Rusya’da geçici hükümetler) kararlarını falan da beklemeden mülkiyet ilişkilerini ve hiyerarşik düzenlemeleri bilfiil değiştirmeye girişirler. Fabrikaları, toprakları ele geçirir, eğer askeri birimlerdeyseler üstlerinin emirlerini dinlemez ve fiilen emir komuta mekanizmasını işlemez hale getirirler. Rusya’da ve 1936 İspanya’sında devrim böyle gerçekleşmiştir.

Lenin, belki de bu fiili durumu teorize ettiğini düşünerek, “proletarya diktatörlüğü yasa tanımaz bir diktatörlüktür” demiş ve hayatının muhtemelen en hatalı cümlesini söylemiştir. Ekim 1917’den itibaren “proletarya diktatörlüğü”, proletaryanın değil, onun adına hüküm süren Bolşevik Partisi’nin iktidarı anlamına geliyordu. Bolşevik iktidarı, Lenin’in dediği gibi yasa tanımaz bir diktatörlük olarak, işçileri süngü zoruyla çalıştırdı; el koyma müfrezeleri aracılığıyla köylünün ürününe zorla el koydu; asker komitelerini lağvederek Kızıl Ordu’da eski Çarlık ordusu disiplinini teessüs etti; anarşistleri Çeka mahzenlerinde kurşuna dizdi; diğer sosyalist partileri yasa dışı ilan etti; basın ve toplanma özgürlüğünü ortadan kaldırdı; devrimin ideallerini savunan Kronstadt bahriyelilerini ezdi; Mahno’nun anarşist köylü çetelerini yenilgiye uğrattı; partide hizip yasağı getirerek monolitik bir parti oluşturmanın ilk adımını attı ve tek parti rejimini hakim kıldı.

Yeni sosyalist devlet böyle oluşturuldu. Bununla birlikte bu tek parti diktatörlüğünün bile bir yasallık zemini vardı. Bu, 10. Kongrede kabul edilen hizip yasağına rağmen, parti içinde muhalefet yürütme hakkıydı. Bunu tanıyan herhangi bir yasa yoktu ama yasalardan bağımsız olarak böyle bir yasallık fiilen oluşmuştu. Stalin’in, daha sonra Stalin-GPU-NKVD diktatörlüğü tarafından yasaklanan ve ortadan kaldırılan, muhalefetle mücadeleye ilişkin konuşmalarını okuduğumuz zaman bunu net bir şekilde görüyoruz. 1929’lerdeki Stalin, 1934’ten sonraki Stalin’le kıyaslanmayacak ölçüde demokratiktir. Troçkist ve daha sonra Buharinist muhalefetle mücadele eden Stalin, 10. Kongrede kabul edilen hizip yasağı kararına rağmen muhalefetin eleştiri ve var olma hakkını kabul etmektedir bu konuşmalarında. Nitekim, bu dönem parti merkezinin eleştirilerine maruz kalan ve yenilgiye uğrayan muhalefet (ki bunları rahatlıkla Bolşevik Partisi’nin elitleri, kaymak tabakası, eleştiri ve mücadeleden kaçınmayan ve Bolşevik Partisi’ne hayatiyetini veren entelektüelleri ve teorisyenleri olarak nitelendirebiliriz) o dönemde, 1934’ten sonra olduğu gibi ölüme gönderilmemiştir. Tek partili sosyalist yasallık rejimi altında bu muhalifler, parti merkezi tarafından özeleştiri yapmaya, partinin önünde diz çökmeye davet edilmiş, Troçki gibi boyun eğmeyenleri sürgüne gönderilmiş, özeleştiri yapanlar yeniden partiye alınmış, çaplarına uygun olmayan ve önemsiz de olsa bazı görevlere atanmışlardır. Hatta Buharin, 1934’ten sonraki terör döneminde bile, yargılanıp öldürüldüğü 1937 yılına kadar bu tür önemsiz görevlerde tutulmuş, 1936 Sovyet Anayasası’nın hazırlanmasında kendisine resmen görev verilmiştir.

Kirov’un GPU tarafından öldürülmesinden sonra (hiçbir zaman kanıtlanamamış olmakla birlikte kesin denecek bir durumdur bu) sosyalist yasallık tamamen ortadan kaldırılmış ve Lenin’in yasa tanımazlık tanımına bir de yasallık tanımaz eki yapmayı gerektirecek bir durum ortaya çıkmıştır. Artık Stalin-GPU-NKVD’nin yasa ve yasallık tanımaz diktatörlüğü söz konusuydu. Düzmece mahkemeler herhangi bir yasallık endişesiyle sahneye konmamıştır. İngilizcede, bu yargılamalar için kullanılan “show trial” deyimi durumu tam olarak anlatmaktadır. Bu yargılamalar, muhalifleri mahkemelerde itiraflara zorlayarak, tüm dünyaya, rejimin gerçekten de ne büyük bir “komplo”yla karşı karşıya bulunduğunu göstermek için düzenlenmiştir. Öldürme ve ortadan yok edilme, öylesine yoğun bir nüfusu kapsamaktadır ki (Stalin-GPU-NKVD bu dönemde, muhaliflerle birlikte, Stalinist bürokrasiyi aşağı yukarı %80 ölçüsünde fiziken yok etmiştir), böylesi büyük bir temizliği bir ölçüde mazur gösterecek bir “komplo”nun bizzat “failleri” tarafından itiraf edilmesi gerekiyordu. İşte Bolşevik elitin mahkemelerdeki konuşmaları buna hizmet edecekti. Yoksa rejimin artık yasallık diye hiçbir kaygısı kalmamıştı, işkence yapılabileceği (“olağanüstü yöntemler”) bile resmen karar altına alınmıştı. İnsanlar bir gece yarısı ortadan yok oluyor ve yakınları onların nerede olduğunu sormaya çekiniyordu. Zaten çoğunun yakın akrabaları da bir süre sonra içeri alınıp yok ediliyordu. Çok ilginçtir, Stalinist bürokrasinin mensubu Rodruzak gibi önde gelen isimlerin neredeyse hiçbiri bu “show trial”lere çıkartılmamış ve bunlar GPU mahzenlerinde katledilmiştir. Çünkü, birincisi, onların da bu “Troçkist-Buharinist Terör Çetesinin” mensubu oldukları iddiası hiç de inandırıcı olmayacaktı, ikincisi, bu insanlar Bolşevik elit kadar büyük bir moral çöküntüsü içinde olmadıklarından büyük ihtimalle itirafta bulunmayı kabul etmemişlerdi.

***
Hukuk okumadım ama izninizle bu alanda biraz ahkâm kesmek istiyorum. Kanımca yasa ile yasallık (hukuk) aynı şey değil. Yani kanun ile hukuk arasında bir ayrım yapmak şart. Buna zaten çok değinilmiş, kanun devleti ile hukuk devleti arasındaki farka vurgu yapılmıştır. Ben devlete kökten karşı olduğum için “hukuk devleti” diye bir tanıma da yabancıyım ama bir kısım anarşist gibi, devletsizlikle hukuksuzluğu birbirine karıştırmaya da hiç niyetim yok.

Eğer devletle birlikte yasallık ya da hukuk da yok olduysa hapı yuttuk demektir. Orada Lenin’in yasa tanımaz proletarya diktatörlüğünden de daha korkunç bir cehennemi diktatörlük rejimi hüküm sürecektir. Bu yüzden bir kere şu noktada netleşmeliyiz: Ceza, devlet ve yasanın ortadan kalkması asla yasallığın ya da hukukun ortadan anlamına gelmemelidir. Tersine, bunların ortadan kalkmasının, gerçek ve insani bir hukukun zorlamasızca benimsenmesi olduğu netleştirilmelidir.

Burjuva hukukunun objektif yasalarla işlemesi onun hem avantajı, hem de bir başka noktada dezavantajidır. Avantajıdır, çünkü yasaların objektif işlemesi insanlar için bir güvencedir. İdeolojimin şu ya da bulması ya da burjuvaziyi yıkmak niyetinde olmam ve bunu açıkça ilan etmem burjuva yasalarının bana da objektif bir şekilde uygulanmasını engellemez. Sen madem amarşistsin ve bizi yıkmak istiyorsun o halde bu yasadan yararlanamazsın denmez yani. Düşmanına karşı objektif bir yasallıkla yaklaşan burjuva düzeni bu yüzden uzun ömürlü olmuş, insanlar hiç değilse bu düzende yasal haklarım var diye düşünerek kapitalist sisteme karşı çok radikal direnişlere girmemişlerdir. En azından bugün durum budur ve bunda, burjuva yasalarının objektifliğinin yanı sıra geçmişte sosyalizm adına yapılan korkunç uygulamaların önemli bir rolü olduğunu düşünmek gerekir. Düşmanına bile nefes alma hakkı tanıyan bir sistem daha uzun ömürlü olur. Düşmanla savaşma adına dostlarını ve taraftarlarını bile ölüme gönderen bir rejimin 70 yıl yaşamış olması ise bir mucize olarak görülmelidir.

Burjuva hukukunun objektif işleyişinin dezavantajı ise, objektif olarak işleyen yasaların insanî özel durumları dikkate almak konusunda gösterdiği zaaftır. Örneğin bir insanın neden hırsızlık yaptığını çok az dikkate alır ve tartışır burjuva hukuku. Oysa aynı yasaya göre cezalandırılan insanların durumlarının, olayın özüne inildiği zaman hiç de benzer olmadığı görülebilecektir.

Devletsiz bir yasallık toplumu hayal etmek en güzeli bence. Devlet ve yasa olmayacak ama tam bir yasallık egemen olacak. Böyle bir yasallıkta ceza olmayacak, suçlama dahi olmayacak. Her özel durum dikkate alınacak, burjuva hukukunun tersine.

Olabilir mi böyle bir şey?

Olmayacak hiçbir şey yoktur. 1917 devriminde ayağa kalkmış insanların hiçbiri yaşamıyor bugün. Ama onlar büyük bir tarihi devrimi gerçekleştirdiler ve önümüze bir örnek koydular. Şimdi tarihin sisleri içinde belli belirsiz seçilebilen bu örneğe bakarak şunu neden söylemeyelim:

Yasayı bir kenara iterek ilerleme cesareti gösteren devrimler kurabilir ancak gerçek ve insanî bir yasallık toplumunu.

19 Ekim 2009

21 Ekim 2009 Çarşamba

“Kürdistan Ve Türkiye Ortak Vatandır”



Mustafa Elveren (Em.öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com

Tüm Dünya halkları için bu güne kadar hep emek, barış ve özgürlük dedik ve demeye de devam edeceğiz. Kürt Sorunu nedeniyle ülkemizde yaşanan “Kirli Savaş”ın sonucunda şu anda bir barış rüzgarının estiği görülmektedir. Hatta bunun Ortadoğu ülkeleri için bir barış projesi olduğunu söyleyenler de vardır. Olabilir.

Bu gelişmelerin Milli Güvenlik Kurulu kararıyla ve Genel Kurmay’ın bilgisi dahilinde yapıldığı da Türkiye siyasi sisteminin bir gerçeği olduğunu artık biliyoruz. Buna rağmen bu projenin kimler tarafından hazırlandığı, zamanlaması ve arkasında hangi emperyalist gücün ya da güçlerin olduğu hususları bence pek önemli değildir. Barış konusundaki her türlü olumlu adımlar kimden ve nereden gelirse gelsin desteklenmesi gerektiğine inanıyorum. Eğer halklar açısından onurlu ve kalıcı bir barış olacaksa, atılan her olumlu adımı desteklemek öncelikle biz aydın ve yazarların görevi olmalıdır. Türkiye’de gerçekleştirilecek bir barış projesi aynı zamanda Dünya’nın bir çok ülkesi için de örnek teşkil edebilir.

Türkiye’de “ülkeyi bölüp, parçalıyorlar… bu ülkeyi böldürtmeyiz” paranoyasından artık herkesin kurtulması gerekir. İşte kanıtı: 'Ortak vatan, Türkiye ve Kürdistan'dır. Kürtler hem Türkiye'yi hem de Kürdistan'ı ortak vatan olarak kabul edecekler. Türkler de hem Türkiye'yi hem de Kürdistan'ı ortak vatan olarak bilecekler…” (A.Öcalan / 26 Ağustos 2009 tarihli Görüşme Notlarından) Kürdistan terimi bir coğrafik yerleşim biriminin ve çok kısa bir süreliğine kurulup, yıkılan Kürdistan Devleti’nin de adı olup, Selçuklu Sultanı Sencer tarafından ilk kez kullanıldığı, yukarıda alıntısını yaptığımız görüşme notlarından vurgulanmıştır.

Görüldüğü üzere, Türkiye ve Kürdistan ortak vatan olarak açıklanmaktadır. Kürtlerin ayrılma hakları olmakla birlikte, Kürtlerin büyük çoğunluğu (DTP, PKK ve aynı çizgideki Kürt örgütleri baz alınarak) bu hakkını kullanmayarak birlikte yaşamayı tercih etmişlerdir. Bunun birçok tarihi, kültürel ve sosyolojik sebepleri vardır. Onları burada tek tek açıklamaya gerek yoktur. Zaten yıllardır yazılıp çizilmektedir. Hemen hemen herkes tarafından bilinmektedir.

Türkiye’nin tüm alanlarında demokratikleşme sorunu vardır. O nedenle, barış alanındaki sorun çözüldüğü takdirde, ülkemizin diğer alanlarındaki sorunlarının çözümü daha kolay hale gelecektir. Yani emek, özgürlük ve ekonomik alanlardaki sorunların da çözülmesi zorunlu hale gelecektir.

Bu güne kadar başta Alevilerin inanç sorunu ve kürt sorunu olmak üzere, tüm sorunlar için çözüme yönelik öneriler yapmaya ve ortak siyaset dilini kullanmaya çalıştım. Ortak aklımızı kullanarak, ülkemizde var olan cumhuriyetimizi evrensel demokrasi çerçevesinde yeniden düzenleyerek, “Demokratik Cumhuriyet”’e dönüştürmek suretiyle ortak sorunlarımızın çözümü için etkili bir ilaç olduğunu düşünüyorum.

21.10.2009

WEB: http://www.gomanweb.com/

KELEPÇE



Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com


Sonbahar geçerken canlılarda yaşamlarını sürdürme çabasındadır. Yaşamımızda olaylar jet hızıyla yoluna devam etmektedir. Kimimiz olayların etkisinde kalırız. Kimimizin de umurunda değildir. Fakat yaşadığımız bunca olaylar gerçeğin ta kendisidir. Yapmacık değildir.

Kelepçeyi hemen hemen bilmeyenimiz yoktur. Nedense “suçlu”- o suçu işlemiş ya da işlememiş olsun - halk arasında “suçluya takılır” diye bir ön yargı söylemi vardır. Jandarmaların arasında ya da polislerin arasında kelepçeli birisini gördüğümüzde kimimizin acıma duyguları ön plana çıkar. Kimimizin de o kişinin cani bir kişi olabileceği ihtimalini ön plana çıkarırken düşünceler ve yorumlar alır başını gider.

Gözüme ilişen gazetenin ilk sayfasında adli bir davadan tutuklu bulunan şarkıcı Deniz Seki’ye takılan kelepçeyle ilgili düşünce ve yorum benim dikkatimi ister istemez çekti. Kısaca gazetede yazılmış olan yazıyı sizlerle paylaşmak istiyorum. Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Deniz Seki’nin tahliye kararından sonra adliyeden kelepçeli halde çıkmasında rahatsız olduğunu söyledi. Söylediği sözler zincirinde; “vicdanım sızladı o görüntüleri görünce AB standartlarına daha uygun bir düzenleme yapabilmek için çalışma yapılıyor.” vardı.

Burada vicdan denilen söz ön plana çıkmaktadır. Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Deniz Seki’nin şarkıcı oluşundan mıdır bilinmez, kelepçelerini görünce vicdanının sızladığını dile getirmiş!

Bana kalırsa Adalet denilen tüm işleyişlerde vicdanlar sorgulanmalıdır. 1-Polis gözaltı ve sorgusunda yaşanılan sorgulama teknikleri. 2-Polislerin bulunduğu bir ortamda doktorun kontrolünde verdiği rapor. 3- Yargıyı elinde bulunduran sorgucular. 3- Cezaevi sürecinde jandarmanın tutumu. 4- jandarmadan sonra gardiyanların tutumu. 5- Jandarma ve gardiyanların şahısların üzerlerini soyarak arama yöntemleri. 6- Şahısların mahkemeye ya da hastaneye sevkinde jandarma ve gardiyanların tutumu. 7- Ring arabasında eller kelepçeli, bazen bilekleri sıkan kelepçe. Şimdiki ring arabalarında üç bölme vardır. Her bölmenin içinde karşılıklı plastiklerden yapılma üçerli oturma yerleri vardır. Her bölmenin kapısı suratınıza kapanır. 8- Hastaneye sevk edildiğinizde poliniklerden geçerken jandarmalar sağlı sollu kolunuza girer ve arada sandviç gibi ezilirsiniz.

Mahkemeye çıkmak için bekletilirsiniz. Bodrum katları en uygun yerlerdir. Hücreye çevirilmiş ve tuvaleti bazılarının içeridedir. Sıkıştınız, altınıza yapamayacağınıza göre tuvalete gitmek zorundasınız. Eller kelepçelidir. Düğmelerinizi açarsınız ve ihtiyacınızı görürsünüz. Bazen de tuvaletlerin kapısı açıktır. Jandarma erleri kapıda sizi gözlemektedir. Ne olur olmaz diye beklide buharlaşıp uçmayasınız diye...

Evet, kelepçe denilen madde böyle bir alet olmakla birlikte insanın bileklerine takılır. Özellikle tehlikeli denilen mahkûmlarla, devrimci tutsaklara uygulanan kelepçe takma biraz kaba ve acımasızca olmaktadır.

Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Deniz Seki için kelepçe olayını söylerken vicdanının rahatsız olduğuna vurgu yaparken, bizimde vicdanlarımızın kabul etmediği olaylar zincirinde hastanenin hasta koğuşunda sağlık koşullarının sıfırlandığı yerde mahkûmların elleri kelepçeli bekletilmeleri ve doktor muayene ederken birçok kişinin bileklerindeki kelepçe çıkmamaktadır. Vicdan dediniz değil mi? Biraz daha konumuzu ilerletelim. Kanserli hastalarımız vardır. Bunlar adli ve devrimci tutsaklardır. Ya da farklı bir hastalıktan ameliyat edildiğini varsayalım. Bir eli ranzaya kelepçeli olarak bekletilmektedir. En son gündeme gelen Erol Zavar ile Güler Zere’nin aynı şekilde bir ellerinin yattığı ranzaya kelepçelenmeleri insanlık adına utançtır. Vicdan bunun neresinde dersiniz? Siz sadece Deniz Seki’yi mi görebildiniz! Vicdan denilen kelimede olaya sadece Deniz Seki açısından yalnızca bakılmaz. Bir bütün olarak bakılması gerekir.

Cezaevlerinde kanayan yara saymakla bitmez. Fakat kelepçe hassas bir konudur.

Cezaevlerine hemen hemen her yıl Adalet Bakanlığı’na bağlı komisyonlar gelir, notlar alır. Adet yerini böylelikle bulmaktadır. Ama vicdan dediğiniz o duygu sadece yerinde saymaktadır. Cezaevinin yönetimi o günkü iktidarın işleyişine göre kendini şekillendirir. Nede olsa burada vicdan değil, kaba kuvvet hâkimdir.

Bolca cezaevi açılan bu ülkede bizim vicdanlarımız hiçte rahat değildir. Harf sırasına göre, AB uyum yasalarına göre demeyi bırakın, cesaretiniz varsa cezaevleriyle gerçekten yüzleşin! Birde bu ülkede Kürt çocukları polise taş atıyor diye ağır cezalar alırlarken ve gördükleri kötü uygulamalar karşısında vicdanlarınız ne kadar rahat olabilir!

Vicdan denilen duygu, insanları dil, renk ve mezhep ayrımı yapmadan sevebilmektir. Bu da toplumsal düşünceyle olur. Kelepçe sorunu da böylelikle çözülür.

20 Ekim 2009 Salı

1917: Küçük Balık Büyük Balığı Yer!


Gün Zileli
zileligun@hotmail.com

1917 büyük Rusya devrimi 8 Mart kadınlar gününde (Rus takvimine göre Şubat), Petersburg’da kadınların fırınlara yürümesiyle başladı. İşçiler zaten direnişteydi. Köylüler harekete geçmeye hazırdı. Cephe çözülmüş, askerler silahlarını bırakarak geri çekilmeye başlamıştı. Çarlığın otoritesi çökmenin eşiğindeydi.

Bu büyük bir toplumsal işçi-köylü-asker devriminin başlangıcıydı. Olaylar hızla gelişti. İşçi-köylü-asker Sovyetleri bir iktidar odağı olarak yükseldi, geçici hükümetler, devrimin orğanları olan İşçi-Köylü-Asker Sovyetleriyle iktidarı paylaşmak zorunda kaldı. Devrim tüm siyasal partileri sarstı ve böldü. Sosyalist devrimciler sağ ve sol kanatlara bölündü. Bolşevikler bölünmenin eşiğine geldi, ancak Lenin’in devrimi destekleyen çizgisinin hakim olması bu bölünmeyi engelledi.

Devrim, hükmünü kitlelerin ayaklanmasıyla fiilen sürdürüyordu. İşçiler fabrikaları, köylüler herhangi bir kararname beklemeksizin bey topraklarını işgal etmeye giriştiler. Askerler de geçici hükümetin savaşa devam kararını hiçe sayarak ve başlarındaki subayların emirlerine uymayı reddederek kitleler halinde cephe gerisine çekilmeye başladı.

Devrim süreci hızla ilerledi ve Temmuz günlerinde zirve noktasına ulaştı. Geçici hükümetin hiçbir otoritesi kalmamıştı. Sovyetler iktidarı bütünüyle devralmaya hazırdı. Ne var ki, o güne kadar kitlelerin devrimci girişimlerini sonuna kadar destekleyen ve tahrik eden Bolşevik Partisi iktidara hazır değildi. Çünkü Bolşevikler Sovyetlerde hâlâ azınlıktı. Eğer Sovyetler iktidarı bütünüyle ele geçirecek olursa Bolşevik Partisi, iktidarın küçük bir ortağı olacaktı. Oysa Lenin iktidarın bütününü, olmadı en büyük kısmını istiyordu. Bunun yolu da, geleceğin yeni iktidar organı Sovyetler’de çoğunluğu ele geçirmekti ki, zaten süreç bu yönde ilerliyor, Bolşevikler hızla güçleniyordu.

Bu yüzden Bolşevikler, Temmuz ayaklanmasını bütün güçleriyle barışçı bir gösteriye dönüştürmek için bütün ajitatörlerini seferber ettiler ve başardılar da.

1917 Ekim’inde Bolşevikler artık Sovyetlerde çoğunluğu elde etmişti. Bunun üzerine Lenin, iktidarın çanlarının çaldığını anlayarak Bolşevik Partisi’ni iktidar için seferber etti. Toplumsal devrim fırtınasını yaratan işçi-köylü-asker kitlelerinin barış, ekmek, özgürlük taleplerine dayanan ve bütün bunları vaad eden Bolşevikler böylece iktidara geldiler.

“Tüm iktidar Sovyetlere” sloganıyla iktidara gelen Bolşeviklerin iktidara geldikten sonra yaptıkları ilk iş, Sovyetlerin elinden var olan tüm iktidarı almak oldu. Artık iktidar, Bolşeviklerin büyük ağırlıkta olduğu (Sol-Sosyalist Devrimciler azınlıktaydı) Komiserler kurulunda, daha doğrusu bu kurulu da denetleyen Bolşevik Partisi Politbürosundaydı.

Bolşeviklerin iktidara gelmesinden sonra devrim üç aşamada sona erdirildi ve bastırıldı.

Birinci aşama 1917-1921 yıllarını kapsar. Bu dört yılda iktidarı tamamen ve tek başına ele geçiren Bolşevik Partisi, bir yandan eski rejimin temsilcisi Beyaz Ordulara, bir yandan da devrimi desteklemiş, Rusya’da yaşayan milliyetlere ve köylülüğe karşı bir savaş yürüttü. Bu savaş, anarşistlerin ve diğer sosyalist partilerin ezilmesinin ve yasa dışı ilan edilmesinin gerekçesi oldu, iç savaşı kazanma gerekçesiyle yürürlüğe konan Savaş Komünizmi uygulaması köylülüğün Bolşeviklere karşı ayaklanmasına yol açmıştı. Köylüler, kendilerine toprak vaad eden “Bolşevikleri” seviyor, topraklarını ellerinden alan ve ürünlerine ekilecek tohuma kadar el koyan “komünistler”den nefret ediyordu. Ukrayna’daki anarşist Mahno köylü gerillarını 1920 yılına kadar ezen Kızıl ordu, Tampov bölgesindeki köylü ayaklanmalarıyla 1920’lerin ortalarına kadar uğraşmak zorunda kaldı. Aynı Kızıl Ordu, özgürlük vaadiyle ayağa kalkan Rusya’nın ezilen milliyetlerini de, kâh özerklik veriyormuş gibi yaparak, kâh silah zoruyla bastırdı.

Bu birinci aşama, Bolşeviklerin, devrimin ideallerine bağlı kalan, sol kolları Kronstadt bahriyelilerinin ayaklanmasını 1921 Mart’ında ezmesiyle kapandı. Bu kapanış aynı zamanda, o günlere rastlayan SBKP 10. Kongresinde alınan bir karar gereğince Bolşevik Partisi’nin içindeki sol ve devrimci hiziplerin yasaklanmasıyla da özdeştir. Bundan sonra NEP ilan edildi ve köylülüğe karşı Savaş Komünizmiyle girişilen iç savaşa son verildi. Bolşevikler, iç savaşla birlikte kitlelerin devrimini de bitirmiş, diğer devrimci, sosyalist ve Bolşevik hizipleri dışarda bırakan bir sosyalist yasallık dönemi başlatmıştı. Artık hizipsiz bir Bolşevik Partisi, tek parti diktatörlüğü yoluyla hükmedecekti.

Kısacası, Bolşevik Partisi, kendisini iktidara getiren devrimi yemişti.

İkinci aşamada, 1921-1934 yıllarını kapsayan, iktidarın Bolşevik Partisi’nden Stalinist devlet bürokrasisine geçişi gerçekleşmiştir. Lenin daha sağlığında, devlet bürokrasisinin Bolşevik iktidarı için ne büyük tehlike oluşturduğunu görmüş ve buna karşı çeşitli önlemler almaya çalışmıştı. Lenin’in ölümünden sonra Bolşevik Partisi’nin eliti, esas olarak Troçki’nin şahsında ama onunla kısıtlı olmamak üzere devlet bürokrasisine karşı çetin bir savaş verdi. Stalin’den güç alan Stalinist devlet bürokrasisi sonunda Bolşevik eliti yenilgiye uğrattı. Troçki sürgüne gönderilir ve “sol” muhalefet ezilirken, geri kalan Bolşevik elit Stalin’e teslim oldu ve tek parti yönetimine dayanan sosyalist yasallık çerçevesi içinde önemsiz devlet görevlerine verildi.

Bu dönemde işçiler tamamen disiplin altına alındı, devrimin ortaya çıkarttığı işçi komiteleri tasfiye edildi ve işçi sendikaları devlet organları haline getirildi. Stalinist devlet bürokrasisi bütün bu dönem boyunca iktidarını, köylülüğe belli tavizler vererek iyice oturttu.

Kısacası, Stalinist devlet bürokrasisi, tek parti yönetimi altında kendisine iktidarı teslim eden Bolşevik Partisini yemişti.

Üçüncü aşama, Stalinist liderlerden Kirov’un öldürüldüğü 1934 yılıyla başlar ve 1939 yılında büyük tasfiyelerin sona ermesiyle noktalanır. Bu aşamada, tek partiye dayanan sosyalist yasallık sona erdirildi ve iktidar Stalinist devlet bürokrasisinden, Stalin tarafından temsil edilen tek kişi diktatörlüğüne ve onun aleti GPU-NKVD gizli polisinin eline geçti.

Stalinist devlet bürokrasisi, tek partili sosyalist yasallığın sürdürülmesini ve sanayileşme hamlesinin köylülükle uzlaşarak devam ettirilmesini istiyordu. Kirov bu eğilimin temsilcisiydi ve bu yüzden ortadan kaldırılması gerekiyordu. Kirov’un öldürülmesiyle başlayan Stalin’in büyük temizlikleri, hem Stalin’e teslim olmuş Bolşevik elitin son kalıntılarının, hem de Stalinist devlet bürokrasisinin GPU-NKVD tarafından fiilen ve fiziken yok edilmesiydi,

Bu aşamada Stalin-GPU-NKVD iktidarı, işçileri pasaport nizamına bağlayarak kölece çalıştırdı, “kulaklara karşı mücadele” adı altında Rus köylülüğünü ezdi ve köylülüğün önemli bir kesimini “kulak” olduğu gerekçesiyle çalışma kamplarına sürüp bedava esir emeği olarak kullandı. Keza Stalinist devlet bürokrasisinin ölümden kurtulanları da çalışma kamplarında bedava esir emeği olarak değerlendirildi. Çoğu, kamplarda sinekler gibi öldü. Bu dönemde tek partiye dayanan sosyalist yasallık tamamen ortadan kaldırıldı. Sınır ve yasa tanımaz bir polis rejimi tüm toplumu insafsızca ezdi.

GPU-NKVD öyle büyük ve sınır tanımaz bir güç haline gelmişti ki, bu güç, Stalin’i bile korkutuyordu. Bu yüzden, büyük temizlik döneminde, her büyük tasfiye dalgasının ardından, GPU-NKVD’yi de şefleriyle birlikte fiziken ortadan kaldırdı (Yagoda, Yezhov). Elbette gizli polis içindeki bu tasfiyeler de yine Stalin-GPU-NKVD iktidarı tarafından gerçekleştirildi,

Kısacası, Stalin-GPU-NKVD iktidarı, sosyalist yasallık döneminde iktidarı giderek kendisine teslim eden Stalinist devlet bürokrasisini yemişti.

Stalin’in ölümünden sonra iktidara gelen Kruşçev, 1930’larda fiziken yok edilen Stalinist devlet bürokrasisinin temsilcisiydi. Bu yüzden “kolektif yönetim” ve “sosyalist yasallık” sloganlarıyla, tek parti yönetimine dayalı sosyalist devlet bürokrasisinin hakimiyetini yeniden teessüs etmeye çalıştı. Daha ileri gidip, tarihin karanlıklarında yok edilmiş Bolşevik eliti rehabilite etmesi, hele artık uzak bir anı olan devrimin gerçek kahramanlarına, örneğin 1917 devriminin yok edilmeye çalışılan ideallerini savunmak için ayağa kalkan Kronstadt bahriyelilerine el uzatması mümkün değildi.

18 Ekim Pazar günü, Zürih’teki Kasama’da Ekim Devrimi Panelinde bunları anlatmayı düşünüyorum.

18 Ekim 2009 Pazar

AB İlerleme Raporu'nun söylemedikleri


Murat Çakır
cakir@rosalux.de


'Bazı şeyler vardır, onlarsız sonbahar, sonbahar olmaz. Sararan yaprakların dökülmesi, yağmurlu günler, soğuk geceler ve Türkiye'nin olası AB üyeliği üzerine hararetli tartışmalar. AB Komisyonu ne zaman bu ülke hakkındaki yıllık İlerleme Raporu'nu yayımlasa, CDU ve CSU temsilcileri hemen Ankara ile sürdürülen üyelik görüşmelerinin durdurulmasını talep ederler. İşte dün de böylesi bir gündü.'

Bana kalırsa, perşembe günü Frankfurter Rundschau gazetesindeki başyorumu kaleme alan Thorsten Knuf'un bu sözleri, Avrupa'da Türkiye'nin AB üyeliği konusunda yaygın olan paradigmayı çok güzel özetliyor. Yani her yıl aynı terane.

Türkiye'deki egemen kesimler ve hükümet, çarşamba günü Olli Rehn'in kamuoyuna tanıttığı raporu 'olumlu' ve 'dengeli' diye nitelendirerek, daha çok 'teknik değerlendirmelerin' yer aldığı raporun 'Türkiye'nin AB'ye ne kadar yakınlaştığının, sürecin olgunlaştığının bir göstergesi' olarak değerlendirdiler. Bu değerlendirmenin özünde Türkiye kamuoyuna yönelik bir rahatlatma çabası olduğunu söylemek gerekir, zira raporda söylenenlerden çok, söylenmeyenlerin asıl önemli noktalar olduğunu herhalde konuyla ilgilenen herkes iyi biliyor.

Aslına bakılırsa 'suya, sabuna dokunmayan' rapor, Türkiye'nin AB üyelik süreci ile ilgili yeni bir şey söylememekte. Hukukun üstünlüğüne toplumun geniş kesimlerinin ve bizzat yönetenlerin güvenmediği; Kuvvetler Ayrılığı İlkesi'nin uygulanmadığı ve askeri vesayet rejiminin devamını garantileyen bir cunta anayasasının yürürlükte olduğu bir ülkenin AB standartlarına uyum sağlayamayacağını, bu temel konularda esaslı bir değişim olmadan kısmi yasal düzenlemelerle kozmetik rötuşların yapılmasının bu gerçeği değiştiremeyeceğini tespit etmek için AB uzmanı olmaya gerek yok.

Şu an için AB-Türkiye ilişkilerini belirleyen asıl nokta, Türkiye'nin jeostratejik, jeopolitik ve jeoekonomik konumudur. Olli Rehn'in Brüksel'de raporu açıklarken sarf ettiği tek aslı astarı olan cümle bunu kanıtlıyor: 'Türkiye, AB için bölgesel güvenlik, enerji tedariki ve medeniyetler diyaloğu bağlamında anahtar rol oynuyor.' Rehn bu çerçevede Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin 'normalleştirilmesi' çabalarını ve Nabucco Projesi'ni olumlu adımlar olarak değerlendiriyor. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye'ye biçilen rolün ne olduğu ortaya çıkıyor. Böylesi bir rol içinse, Türkiye'nin AB'ye üye olmasına gerek yok.

Zaten Almanya, Avusturya ve Fransa hükümetlerinin Türkiye'nin üyelik sürecine yönelik aldıkları tavır da bunun bir diğer göstergesi. Üç ülke de Türkiye'nin 'bekleme odasında' daha uzun bir süre tutulması gerektiği görüşündeler. Oluşmakta olan yeni Alman hükümetinin bu noktada son derece pragmatist bir pozisyona girdiği de söylenebilir.

Alman basınında İlerleme Raporu ile ilgili haberlerin yer aldığı gün, CDU/CSU ve FDP temsilcilerinin koalisyon görüşmelerinde 'şaşırtıcı' bir şekilde Türkiye'nin AB üyelik süreci konusunda uzlaşıya vardıkları da bildiriliyordu. Uzlaşı şaşırtıcıydı, çünkü aynı gün CDU'lu ve bilhassa CSU'lu politikacılar, her yıl olduğu gibi 'Avrupa'ya ait olmayan Türkiye'nin AB üyeliğine kabul edilmemesi gerekir' talepleriyle kendilerinden söz ettirmişler, hatta CSU'lu temsilciler, bu noktayı yeni hükümetin koalisyon tutanağına yerleştirmeye çalışmışlardı.

Ancak CDU'nun Dış Politika sözcüsü Ruprecht Polenz Alman devletinin aldığı pragmatist pozisyonu savunarak, bu taleplerin reddedilmesini sağladı. Polenz, 'koalisyon sözleşmesi tek bir yasama dönemi için geçerlidir. Türkiye'nin AB üyeliği konusunda önümüzdeki dört yıl içerisinde bir karar alınması söz konusu olmadığından, bu konuyu koalisyon sözleşmesine koymak için esaslı hiç bir gerekçe yoktur' diyor.

Polenz her ne kadar Hristiyan Birlik Partileri içerisinde, özellikle iç kamuoyuna yönelik yaklaşımlarda azınlık görüşünü temsil ediyor görünse de, bu konuda Alman devlet aklını temsil ve sözleriyle de Rehn'in Türkiye'nin rolü konusunda söylediklerini teyid etmekte. O nedenle yeni Alman hükümetinin koalisyon sözleşmesinde Türkiye'nin AB üyeliği konusunda genel geçer sözlerin sarf edildiği ve 'üyelik görüşmelerinin sonucunun şimdiden tahmin edilemeyeceği' tespitini yapan 16 satırlık bir bölüm yer alacak.

Ama biz raporda söylenmeyenlerden hareket edersek; AB egemenlerinin, daha doğrusu Çekirdek Avrupa'nın Türkiye'nin gelecekte kendi çıkarları doğrultusunda oynamasını istedikleri rolü üstlendiğinde, bu sürecin sonunda Türkiye'nin demokratikleşmesinin ve AB üyeliğinin değil, emperyalist çıkarların şekillendirdiği yeni Ortadoğu'da jandarmalık görevinin çıkacağını tahmin edebiliriz. 'Bölgesel istikrarı' ve Batı'nın enerji tedarik yollarını korumakla mükellef bir ülkede de, demokrasi mi, yoksa despotik bir rejim mi hakim olacaktır, artık onu da siz tahmin ediverin.

14 Ekim 2009 Çarşamba

Dans ve Devrim!

“If I can not danse, it is not my revolution!” Emma Goldman


Gün Zileli
zileligun@hotmail.com

Emma Goldman’ın “eğer dans edemiyorsam, o benim devrimim değildir” (If I can not danse, it is not my revolution) sözleri, devrimi kavramada çığır açacak ölçüde derin anlamlara sahiptir. Muhtemelen Emma Goldman’ın kendisi bile bilmiyordu bu sözü ederken bu kadar derin bir anlam taşıyacağını. Ama zaten büyük ve derin sözler, genellikle böyle spontane çıkar ortaya.

Ne anlamalıyız Emma Goldman’ın bu sözlerinden? Devrimin asık yüzlü ve gergin bir savaş ortamında gerçekleştirilemeyeceğini, gerçekleştirilmiş gibi görünse bile, yıktığını iddia ettiği eski düzen kadar gri, asık yüzlü ve katı bir başka düzene yol açacağını; devrimin bir şenlik, neşe olduğunu, ancak bunlarla gerçek bir değişimi gündeme getirebileceğini; dans, müzik, neşe ve şenlikten yoksun, bunları kenara itelemiş bir devrimin gerçek bir devrim olmayacağını anlamalıyız bence. Nitekim, Emma Goldman’ın bu öngörüsü geçmiş deneylerle kanıtlanmış, dans, aşk ve neşeden arınmış devrimlerin kısa sürede somurtkan yüzlü karşıdevrimlere, polis rejimlerine, soluk aldırmayan diktatörlüklere dönüştükleri görülmüştür.

Emma Goldman’ın dans ve devrimi bütünleyen sözlerinin 1968 dünya devrimi sırasında parlaması sebepsiz değildir. Çünkü 1968, dansı, aşkı, şenliği ve neşeyi yeniden gündeme getirmiştir. Paris 1968 olayları sırasında arkadaşlarının omuzlarına çıkmış bir kızla sevgilisinin öpüşürken çekilmiş fotoğrafı, 68 devriminin sembolü olduğu gibi, bundan sonraki devrim mücadelelerine de ışık tutmuştur. Genç kız, sevgilisiyle öpüşürken elindeki devrim bayrağını daha bir şevkle yükseltmekteydi. Eğer aşk varsa, dans ve neşe varsa korkmayın, devrimci mücadele de olacak ve devrimin taze rüzgârı dünyanın kasvetini dağıtacaktır.

1968’den bu yana bu anlayış, özellikle Avrupa’da gelenekselleşti. 1990’ların sonunda yükselen anti-globalleşme gösterilerinde kendini net bir şekilde ortaya koydu. Polisle en sert çatışmalara yol açan gösteriler bile bir karnaval görüntüsünü korumanın üstesinden geliyordu. Ellerindeki kalkan ve coplarla bir başka gezegenden gelmiş müstevlilerden farksız bir görünümdeki “riot” polislerinin karşısında dans eden melek kanatları takmış kız, saldırgan polisin moralini bozuyor ve düzenin kurumlarının yaratmaya çalıştığı, göstericilerin saldırgan olduğu imajını kırıyordu. Gerçeğin kendisi de buydu zaten. Saldırgan olan, düzenin muhafız güçlerinden başkası değildi. O melek kanatlarıyla dans eden kız gereğinde eline taş alıp polise fırlatıyorsa, bu, saldırganlara karşı bir özsavunmaydı. Saldırganların destekleyicisi bankalar da bu özsavunmadan nasibini alacaktı elbette. Melek, çaresiz bir aptal değildi. Şenlik ve dans mücadeleyle iç içeydi, onun bir parçasıydı.

İstanbul’daki IMF karşıtı gösteriler sırasında bir ara Zürih’teki Radyo Lora’daydım. Ayşe Nesrin, benim çevirdiğim ve Temmuz ayında basılan Jan Valtin’in Karanlığın Ötesinde kitabıyla ilgili bir programda konuşma yapmam için çağırmıştı. Programın bir bölümü de İstanbul’daki IMF karşıtı gösterilere ayrılmıştı. Benim konuşmam bittikten sona, Ayşe Nesrin. İstanbul’daki gösterici gençlerden birini aradı cep telefonundan. Bir gün önce yüz arkadaşıyla birlikte gözaltına alınıp bırakılmış bu gencin anlattıkları, polisin yeni taktikleri hakkında oldukça ilginç bilgiler içeriyordu. Genç, gözaltına alınıp araçlara doluşturulanların, on beş dakikalık mesafedeki polis merkezine iki buçuk saatte götürüldüklerini ve bu süre içinde arabanın içinde insafsızca dövüldüklerini anlatıyordu. İki buçuk saat boyunca dövülen göstericilere polis merkezine getirildikleri andan itibaren fiske vurulmamış. Ha, evet anlaşıldı. Yeni taktik bu: Vurun ama göz önünde olmasın. Emniyet güçlerinin de “imajmaker”ları var.

Diren İstanbul grubunun düzenlediği karnaval görüntülü gösteriler beni bu bakımdan derin derin düşündürdü. Acaba bir yerde polisle çetin çatışmalar yaşanırken bu tür karnavalları başka yerde düzenlemek doğru muydu? Karnavalın yerinin tam da çatışmaların göbeği olması gerekmez miydi? Şimdilik şu şerhi düşeyim:

Eğer devrime omuz vermiyorsa, o benim dansım değildir.

-------------

Web adres: http://www.gunzileli.com/

İMF KARŞITI


Cirik Haci / Fezali
Cirik.Haci@gmx.de

Ülkemizde İMF’nin toplantılarına karşı olan gençlerin göstermiş oldukları duyarlı, örgütlü ve oldukca onay kazanan eylemleri, bana 1968 eylemlerini anımsattı. Halktan insanlara zarar vermeden öfkelerini tam hedefe yönelttiler.Başı boş taşkınlıkların yaşanmadığı, disiplinli bu eylemi yapanları yürekten selamlıyorum.

Bundan böyle, bu örnek eylemleri, bütün haksızlıklara karşı koyarak ezilen üreten ve yoksul yaşayan insanlarımızın haklarını korumak ve onları bu doğru olan eylemlerede katılmalarını sağlamak olmalıdır.

Günlük haber ve gazetelerdeki yorumlar, halkımızı bu eylemlerin etkisinden uzak tutucu şovları günlük haberlerde olsa da ancak bu şovların etkisi kısa süreli olacaktır.Kendisne kitle örgütü olduğunu söyleyen ve halkların ülkede barış içinde, karşılıklı saygı içinde yaşamalarını ön görenler bu eylemleri desteklemelidir.

Bu son eylemin ışığında; haydi tam bağımsız Türkiye mücadelesini destekle,ona güç kat.

Kahrolsun her türden gericilik!

Yaşasın altmış sekiz kuşağı mücadelesi!

* * * * * *

ALTMIŞ SEKİZ GÜNEŞİ

Cirik Haci / Fezali




Altmış sekiz güneşi doğdu yine
Kapital sisteme telaşı düştü
Meydanlar örgütlü doluyor yine
Kapital sisteme telaşı düştü

Hedef doğru seçildi, korktu uşak
Devrimi yapar altmış sekiz kuşak
Yürekler temiz, dürüst, yüzleri ak
Kapital sisteme telaşı düştü

Yurdun gerçek sahibi uyanıyor bak
Ezilen üreten katıl meşaleni yak
Birleşin daha başka kurtuluş yok
Kapital sisteme telaşı düştü

Sınıf mücadelesi temel işin
Hizmetci olma yeter iyi düşün
On ikiden isabet etsin taşın
Kapital sisteme telaşı düştü

Fezalim haci der kalmaz efendi
Fakir yoksul bitsin kalmasın derdi
Kurtar sömürüden bu güzel yurdu
Kapital sisteme telaşı düştü

SAVAŞIN DİĞER TARAFINDA ESEN RÜZGÂR



Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com

Savaşın adı bile ürkütücüdür ama savaşlar insanlar tarafından kaçınmaz hale getirildi. Vatan, millet edebiyatıyla insanların düşüncelerine hükmederek ve şehitlik mertebesi nutuklarıyla başka bir konuyu düşünemez hale insanlar getirildi. Üst kademedeki insanların çevirmiş olduğu entrikalarla elde etmiş olduğu başarılar küçümsenemez.

Zamanın dilimlerinde katledilen masum hakların kanları vardır. Durmadan sermayenin çıkarları için kanlar akıtılmaktadır. Kanı kim akıtacaktır! Sermayenin askerliğini yapan kendilerine insanım diyen yapacaktır. Peki, farkımız nedir! Sınıf mücadelesinde ezilen, sömürülen kesmin yanında sermayeye karşı yerimizi almamızdır.

Sermaye silahını, bombasını yenileyerek üretir. Bu ölümcül silahların denenmesi için alanlar oluşturmaktadır. Onun için koşullar yaratır. İnsanların ölmesi, engelli kalması, mülteci konumuna düşmesi sermaye açısından hiç önemli değildir. Hatta ve hatta kendi vatandaşlarının ölmesi, engelli kalması onlar açısından bir sakınca taşımaz. Çünkü insan sevgisi onlarda olmadığı gibi paranın sıcaklığı onlar için yeterlidir.

Amerikan emperyalizm’i Irak’ı ve Afganistan’ı işgal ederken uydurduğu yalanlarla dünyadaki insanları kandırmaya çalıştı. Ayrıca kendi vatandaşlarına da yalan söyledi. Ülkesinde bulunan ve orada kaçak yolla çalışan yabancılara bir çağrı yapmıştı! Savaşa katılırsalar oturuma iznine sahip olacaklardı diye! Bu göçmen ve kaçak insanlar oturum alacağım diye kendisiyle sorunu olmayan Irak ve Afganistan’daki işgallerde yer aldı. Birçoğu da işkence olaylarına katıldı. Birçok mahsum insan kadın, erkek, çocuk, yaşlı ayrımı yapılmadan öldürüldü. Kısacası bu vahşete ortak oldular.

Göçmen vatandaşların ve aileleri varsa, akıttıkları kanlar sayesinde eğer oturum almışsalar vicdanen rahat olup olmadıklarını bilemem! Aynı soru Amerika’nın kendi asker vatandaşları içinde geçerlidir. Bildiğim bir konu varsa, Amerikan emperyalizm’i Vietnam’ı işgal ettiğinde oradaki halk gereken tokadı emperyalizm’in suratında patlatmıştı. Amerikan askerleri savaş sonrası ülkelerine döndüğünde psikolojik travma yaşarlarken, alkol, uyuşturucu ve bir başkasının canına kast edenler olmuştu.

Irak ve Afganistan’da da savaşan Amerikan askerleri kolay lokma diye girdikleri, herhalde bu yerleri babalarının çiftliği sanmış olacaklar ki, başlarına dert aldıkları çiftliklerden çıkış yolu aramış olacaklar ki, ülkelerine geriye gönderdikleri 300 bin asker psikolojik travma ile baş başa kaldıklarını ve gün geçtikçe belirginliğin fark edildiğini American Jurnal of Puplic Health adlı yayın organının yapmış olduğu araştırma sonucunda ortaya çıktı.

Emperyalistlerin ne kadar modern ölümcül silahları olursa olsun, savaş bu! Hem de haksız savaş! Oradaki halkların elerlide boş duracak hali olmadığından, işgalcilere gerektiği gibi yanıt verecektir. Buda doğal bir haktır.

Amerikan askerleri kendi ailesi içinde sorun yaratmaktadır. Çevresiyle ve ailesiyle uyum sağlayamamaktadır. Dergide araştırma sonuçlarından ortaya çıkan travma sonrasından yüzde 22si psikolojik sorunlarla baş başa kalmaktadır. Yüzde 17’sinin depresyonla, yüzde 7’sinin alkol, yüzde 3’ü uyuşturucu sorunuyla baş başa kalmaktadır.

Araştırmanın sonuçları, California Üniversitesi ve Veterans Affairs Medical Center tarafından uzunca bir dönemin 2002 ile 2008 yılları arasındaki çalışma verilerine dayanıyor. Geniş kapsamlı çalışma yapma olasılığı olmadığı halde bu veriler gözlemlememize ışık tutuyor.

Savaştan sonraki yaşantılarında onların büyük bir çoğunluğunun işsiz ve evsiz kalma gibi sorunlar yaşadığını, Vietnam savaşında askerlerin yüzde 10’u, bugün ise yüzde 40’ı psikolojik problemli yaşadığı araştırmanın verilerin de yerlerini almaktadır.

Özetlersek, haksız savaşta tanımadıkları insanlara işkence ve baskının dozajlarının katlanarak artması, birde kendi kendilerine elbette sormuşlardır! Bizim ya da benim Irak’ta ve Afganistan’da işim ‘işimiz’ ne?

Petrol için, Ortadoğu’ya hâkim olabilmek ve oradan Asya ülkelerine açılabilmek için emperyalizm kana doymadı. Birçok ailenin ocakları bilinçlice söndürüldü. Irak ve Afganistan emperyalizme dar edildi. Çıkmaz sokaklarda modern aletleriyle ölüm kusarlarken, kendi askerleri de, psikolojik travma geçirmeye devam etmektedir.

Savaştan evlerine dönen Amerikan askerleri yaşamları boyunca yapmış oldukları insanlık dışı uygulamaları unutamadıkları gibi akıllarına devamlı gelecektir. Buda onların vicdanen rahatsız olduklarını gösterir.

Bush döneminde bir yetkili, dünyada ‘Amerikan karşıtı’ insanların sayısının artığına vurgu yapmıştı. Elbette doğru bir tahminde bulunmuştu. İnsanlık dışı uygulamalarına, işgallerine hiçbirimizin alkış yapacak hali yok!

Sömürü çarkı devam ettiği sürece, emperyalizm’in askerleri daha çok bunalım geçirmeye devam edecektir. Gün gelecek devran dönecek emperyalizm yapmış olduğu tüm insanlık dışı uygulamalardan dolayı halklara hesap verecektir.

12 Ekim 2009 Pazartesi

Korkunç Bir Baskı Biçimi…


Gün Zileli
zileligun@hotmail.com

On yıl kadar önce, Demir Küçükaydın’ın, Avrupa’da çıkan Koxuz dergisinde, şu anda elimde olmayan bir makalesini okumuştum. Makalede mealen, insanı en çok köleleştiren örgütlenme biçiminin küçük grup örgütlenmesi olduğunu söylüyordu. Kendi yaşadığım deneylerden biliyorum, küçük gruplar içindeki çok yakın, fazlasıyla yüz yüze ilişkilerin insanı istemediği şeyleri nasıl onaylamak zorunda bıraktığını. Devlete kafa tutmak o kadar zor değildir, baskısını göğüslemek de öyle. Çünkü devletle herhangi bir manevi bağlantınız yoktur. Hatta, ideolojik olarak bağlı olduğunuz partinizin üst yönetimlerine de karşı çıkabilir, muhalefet edebilirsiniz. O yönetimler bile oldukça uzağınızdadır. Ama her gün yüz yüze baktığınız, her şeyinizi paylaştığınız küçük grubunuzun üyeleriyle öyle mi? Bir ailesinizdir adeta, dolayısıyla, aynı, ailede olduğu gibi, yakınlıktan doğan büyük bir manevi baskı altındasınızdır. Dostoyevsky, Neçayev olayından yola çıkarak yazdığı Ecinniler romanında böylesi bir küçük grubu anlatır. Küçük grubun üyeleri, “ihaneti” nedeniyle arkadaşlarının katledilmesine onay verirler. Bunun, bizim küçük sol örgütlerimizde ve hapishanelerdeki küçük örgütlerde de çok sayıda benzer örnekleri yaşanmıştır. Aytekin Yılmaz, bunları Labirentin Ötesi (Mahsus Mahal Yayınları) kitabında anlatır.

Bu bakımdan anarşistlerin, büyük devletlere, büyük örgüt ve kurumlara duydukları tepkinin sonucu ortaya attıkları “küçük güzeldir” sloganını da doğru bulmam. Bence doğrusu, “büyük kötüdür ama küçük daha da kötüdür” olmalıdır. Küçük grupların birey üzerindeki manevi otorite ve baskısı, büyük örgüt ve grupların otorite ve baskısından çok daha güçlüdür. Çünkü küçük grupların manevi yaptırımı çok daha ağırdır. Bu tür manevi baskıya maruz kalan bir birey, sırf arkadaşlık, dostluk, dayanışma uğruna katlanır bazı şeylere, vicdanının sesini bastırır. Gruba dışarıdan gelen herhangi bir saldırıya karşı çok daha duyarlı ve uyanıktır. Grup, su sızdırmaz bir “dayanışma” ruh haline girer ve işte böyle bir ortamda, grup içinde sivrilen bir “invisible” (görünmez) yönetim ya da hatta tek kişilik otorite, grubun diğer üyelerinin gözlerine mil çekip, onlara istediği her şeyi dayatır, yaptırır, yanıbaşlarındaki arkadaşlarını katletmelerini bile sağlayabilir. Bunun Türkiye’deki ilk örneği, Aydınlık hareketinden ayrılmış küçük bir grubun, içlerinde yer alan bir arkadaşlarını (tanıdığım çok iyi bir devrimciydi Adil Ovalıoğlu) katletmeleridir. 1971 yılında meydana gelen bu olay, basına “sandık cinayeti” diye geçmiştir. Çünkü, cinayeti işleyen failler, arkadaşlarının cesedini bir sandık içinde denize atmaya çalışırken yakalanmışlardı.

Küçük arkadaş çevrelerinin manevi baskısının gençler üzerinde olağanüstü bir yönlendirici etkisi olduğunun örneklerini Yarılma’da da vermiştim. Örneğin, 10 Kasım’da saygı duruşu sirenlerini duymayıp yoluna devam eden bir adamın, DTCF’nin önünde saygı duruşu yapan biz gençler tarafından nasıl dövüldüğünü anlatan olay…Kendimi olumsuz örnek vermiştim bile bile. Linçci arkadaşlarımın elinden kurtardığım halde, sırf onlarla arayı açmamak için adama nasıl kötü davrandığımı anlatmış ve şöyle bağlamıştım:

“İnsanın üzerindeki en büyük baskının, sistemin ya da devletin baskısı olmayıp, çevresinin, yakın arkadaşlarının toplumsal baskısı, kınanma korkusunun baskısı olduğunu gösterir bu. Bu yüzden, üç beş arkadaşının kınayıcı nazarlarına dayanamayacak kadar korkak bir genç olduğumu saptamak zorundayım.” (Yarılma, s. 402, İletişim Yayınları)

Geçmişteki (belki bugün de) hizipleşme ve gruplaşmalarda da yakın arkadaş ilişkileri son derece belirleyici olmuştur. Örneğin, Aydınlık grubunun ilk önder kadrosu, gerçekten de yakın arkadaş konumundaki “asistanlar grubu”nca, THKP-C, esas olarak SBF’den arkadaş olanlarca, THKO ise, ODTÜ’lü arkadaş çevresince oluşturulmuştur.

Küçük grubun, arkadaş çevresinin manevi baskısı öyle bir şeydir ki, insana cinayet işletebilir, itiraf yaptırabilir, hemen yanıbaşında yer alan haksızlıklara göz yummasına neden olabilir. Bana kalırsa, Stalin’in 1930’lu yıllardaki büyük temizlikleriyle fiziki olarak yok edilen Bolşevik Partisi’nin devrimci anılarını hâlâ muhafaza eden yüz binlerce üyesinin ortadan kaldırılmasında da böylesi bir “aile” psikolojisinin büyük rolü olmuştur. Evet, Bolşevik Partisi büyük bir partiydi ama koca Rus toplumunu, iç sömürgeleriyle birlikte tek başına ve demir bir elle yönetme sorumluluğunu alınca kendini vahşi, daldalı bir denizdeki küçük bir tekne gibi hissetti. Bu duygu, Bolşevik Partisi’ni topluma kapadı ve kendi içinde özel işaretleri, özel hiyerarşik kodları (“devrim öncesinden beri parti üyesi…”) ve duygusal tepkileri olan geniş bir aileye dönüştürdü adeta. İşte Stalin, Bolşevik Partisi’ni, devrimci anılarıyla birlikte toptan ve külliyen mezara gömmeye karar verip bunu uygulamaya giriştiğinde, bu “aile” psikolojisinden çok yararlandı. Sanılmasın ki, o ölümcül itirafları veren Bolşeviklerin hepsi bunu ağır maddi işkence karşısında yaptı. Tek varlıkları “Bolvik aileleri” olmuş çok sayıda komünist, partilerine ve davaya hizmet ettiklerine, parti ve dava için son bir görev yerine getirdiklerine inanarak ve böylece yoldaşlarının takdirlerini kazanacaklarını düşünerek imzaladı kendilelerinin ve yoldaşlarının ölüm fermanlarını. Sorgucular, sahte ve yalan ifade alırken “partiye hizmet” manevi baskısından çok yararlandılar. İşin ironik yanı, böylesi bir gayretle ifade imzalayanların büyük çoğunluğu gerçekten de iç savaş sınavından geçmiş Bolşeviklerdi ama başsavcı Vişinsky de dahil olmak üzere sorgucuların hiçbiri Bolşevik değildi. Neredeyse hepsi alelade polisti. Hatta bir kısmı, Çarlık polisi Okhrana’dan istihdam edilmişti.

Gelin de, George Orwell’in Hayvanlar Çiftliği’ni hatırlamayın. Domuz Napolyon’un, büyüdüklerinde diğer hayvanları ısıracak ve kovalayacak köpek yavrularını karanlık bir mahzende kendi elleriyle besleyişini.

-------------
Web adres: http://www.gunzileli.com/

HALKI PERİŞAN



Cirik Haci / Fezali

Cirik.Haci@gmx.de

Dinle halkım dinle ülkede dert var
Devrimci yaralı halkı perişan
Kan revan içinde ağlıyor dağlar
Adalet bozuldu halkı perişan


Sorumlu sarılmış makam postuna
Güveni kaybetmiş candan dostuna
Suçlar yığıldı suçsuzlar üstüne
Analar ağlıyor halkı perişan

Sevgiler yıkılmış hedefi berbat
Bir zaman hükmetti halkına kır at
İpe giden öldü kalanlar rahat
Yürekler dağladı halkı perişan

Kimi molla hoca zarar getirir
Seçimler kazanır tahta oturur
Milletin malını alıp götürür
Gözleri bağladı halkı perişan

Ne hale geldik şu uzay çağında
Bülbülü ötmüyor dostun bağında
Fezalim gerilla karlı dağında
Sel gibi çağladı halkı perişan

9 Ekim 2009 Cuma

TÜRKİYE’DE YAŞANAN ÇELİŞKİLER




Mustafa Elveren-Em.öğrt.
mustafaelveren@gmail.com

“İnandığı gibi yaşamak, yaşadığı gibi inanmak” ya da “göründüğün gibi olmak, olduğun gibi görünmek”. Bu söylemleri anlamlı ve doğru buluyorum. Bunun tersi yapıldığı sürece, yaşamımız hep çelişkilerle geçer. Çelişki; “bir şeyin doğru kabul edildiği halde yanlış olduğunun ispatlanması sonucu ortaya çıkan durum” (itusözlük). Kısacası tutarsızlıktır.

Hükümet, önce “Kürt Açılımı”, sonra “Demokratik Açılım”, şimdi de “Milli Birlik Açılımı” olarak isimlendirdiği çok çelişkili bir şekilde bizi aldatmaktadır.

Başbakan Sayın Erdoğan’ın birçok konuda söylemleri ile uygulamaları arasında sıkça çelişki yaşadığına tanık olmaktayız. Sadece Başbakan mı? Hukuk, sağlık ve Basın-yayın kuruluşları ile Devlet’in birçok kurumlarında da sıkça çelişkiler yaşanmaktadır. İşte son günlerde ülkemizde yaşanan bazı çelişkiler;

Türkiye Başbakanı’nın bir taraftan Ahmedi Xani’den Saidi Nursi’ye kadar uzanan birlik-beraberlik ve kucaklaşma söylemi, diğer taraftan askerin Güney Kürdistan’a operasyon yapması için Meclis’ten yetki tezkeresini çıkarması tam bir çelişki değil midir?

Bir taraftan hunharca katledilen Türk kızı Münevver için Google’ye göre tam bir buçuk milyon tane haber yapılması, diğer taraftan Lice’de askeri karakoldan atılan havan topu ile bedeni paramparça olan ve bu parçaları annesi tarafından toplanan 12 yaşındaki Kürt kızı Ceylan’la ilgili olarak sadece 390 haberin yapılması Türkiye basınının içine düştüğü çelişkiyi çok net olarak göstermektedir.

Sahte dinci birisi küçük yaştaki bir kıza cinsel tacizde bulunuyor ve Adli Tıp Kurumunca; “Taciz kızın beden ve ruh sağlığını bozmamış” şeklinde rapor düzenlemesi, kamuoyunun yoğun baskısı üzerine, bu defa tersi bir raporu hazırlayıp mahkemeye göndermesi çok ayıp bir çelişki olarak Türkiye’nin siciline işlendi.

“Sayın Öcalan” dedikleri için yargılanan ve yargılama sonucunda temyiz edilen aynı içerikteki iki ayrı mahkemenin kararına Yargıtay tarafından birini cezalandırıp, diğerini beraat ettiren iki farklı onama yapılması hukuk adına büyük bir çelişki olarak yine Türkiye’nin kötü siciline yazılmıştır.

Güvenlik güçlerinin gaz bombası ile saldırdığı protestocular polisten kaçarken, eli sopalı sivil kişilerin saldırısına uğraması da çelişkilerin en rezilidir.

“Bir elin nesi var iki elin sesi var” / “Nerde çokluk orda b.kluk” Eğri otur doğru konuş” / “Doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovarlar” gibi onlarca çelişkili atasözleri olan bir kültürün olduğunu söylemek bence abartılı olmaz.

“Yüzde doksan dokuzu Müslüman” olduğu iddia edilen Türkiye halklarının inandığı yüzlerce hadis ve onlarca ayetin çelişkili olduğunu burada örnek vermeye gerek görmüyorum. Umarım ki, bu konuda uzman kişiler bir gün cesaretle bu çelişkileri ortaya koyacaklardır.

Hükümetinden muhalefetine, hukukundan basınına, atasözlerinden dini söylemlerine kadar çelişkilerle dolu olan bir Türkiye’de demokrasiden bahsetmek mümkün değildir.

Günümüz siyaset konjonktürü çerçevesinde bakıldığında; “Demokrasi mücadelesinin komünist devrimin önünde engeldir” söylemi de bence bir çelişkidir.

Çelişkilerden arınarak, göstermelik demokrasiden kurtulup, evrensel demokrasiyi ya da “Demokratik Cumhuriyeti” inşa edinceye kadar demokrasi mücadelemiz devam etmelidir.

WEB : http://www.gomanweb.com/

8 Ekim 2009 Perşembe

Kürt Açılımı ve Kongre

G.Doxan
g-doxan@g-doxan.de

Kürt açılımı Konusunda bir hayli zamandır ilginç, olumlu ve olumsuz tartışma ve atışmalara tanık oluyoruz. Açılım konusunda AKP, Genel Kurmay, MHP ve CHP nin manevraları biri birlerine karşı günlük salvoları sürüyor. AKP tüm şiddetli karşı çıkışlara karşın geri adım atmasının söz konusu olmadığını deklere etmiş durumda. AKP nin bu direngen tavrı Kuzey Kürdistan seçmenini olumlu yönde etkilemiş olmalı ki AKP nin oylarını olağan üstü bir biçimde arttırdığı yapılan anket sonuçlarının basına yansımasından öğreniyoruz. Bu durum bazı Kürt çevrelerini rahatsız ermiş’e benziyor. Bu nedenle Öcalan ‘’ Karşıtların da içinde olacağı bir Kürt kongresi toplayıp karar alın diyor’’ Bu çağrıya Karşın Sayın Hasan Bildirici Kürdistan Post sitesindeki köşesinden bir çağrı niteliği taşıyan ‘’ KCK ve kongre ‘’ başlığı taşıyan kapsamlı değerlendirmesini okuyucularının dikkatine sundu. Değerlendirmede oldukça doğru ve olması gereken istemler söz konusu. Ne var ki bu işin zorluğu ve olumsuz yanları ile geçmişten gelen olumsuz yaklaşımlar, dahası PKK ve Öcalan politik istemler bazında, Bağımsızlık istemi ile yola çıktılar, Son süreçte hiç bir şey istememe noktasında çıtayı yere indirdiler. Bu tutum Bir uçtan bir uca savrulmadır. Bir uçtan bir uca savrulmanın Kürt İnsanı üzerinde bırakmış olduğu olumsuz izler de sayın Bildirici tarafından hesaba katılmamış.

Bu değerlendirmeden kısa bir zaman sonra Sayın Yaşar Kaya ayni sitede ve kendi köşesinde dili, anlamı ve içeriği oldukça sert olan ‘’ Şimdi Nerdeler ‘’ başlığını taşıyan değerlendirmesini okuyucularına sundu. Ayni Sitede yayınlanan iki belirleme arasında derin düşünsel ayrılıkların olduğu her okuyucu tarafından hemen görüle bilir. Sayın Y.Kaya Geçmişte kurulup dağıtılan kurumların neden dağıtıldığının sorgulanmasını şu cümlelerle ifade ediyor.’’ Yıllardır Kürt politikasının uzağında olup bu kulvarda mesafe almak isteyen kaçak güreşçiler, şimdi kalkmış bir ulusal kongreden bahsetmektedirler.

Bunu yazanlar Sürgünde Kürdistan Parlamento’sunun bir tekme vurularak neden dağıtıldığını sormuyorlar. Tehlike kapıya gelince birileri kaleme sarılıp, bilgiç Kongreye ihtiyaç var diyebiliyor. Sürgün Parlamento’sunun suyu mu çıkmıştı? ’’
diye soruyor. Bu sorgulamada haklılık payı % yüz. Kürdistan parlamentosu kim veya kimler tarafından dağıtıldı? Niçin dağıtıldı. Bu önemli bir sorudur. Dağıtılma gerekçesi mutlaka açıklanmalıdır.

Geçmişte Avrupa ülkelerinde birçok Kürt oluşumu oluşturuldu bunlardan biride Sürgünde Kürdistan parlamentosu idi. Oluşturulan kurumların dağıtılmasını sorgulayan olmadı. Veya sorgulama söz düzeyinde kaldı. Bu nedenle de insanlarımız arasında kurumları oluşturma konusunda bir takım kuşku ve öz güvene dayalı belirsizliklerin mevcut olduğunu inkâr etmemek gerekir. Öz güven önemli bir faktördür.

Tüm mevcut olumsuzlukların ve çelişkilerin sonsuza kadar devam etmesi veya ettirilmesinin hiçbir yararı da yoktur. Çelişkilerin devam etmesi hali geniş halk yığınları arasında karamsarlık, bıkkınlık gibi psikolojik etkiler ile, sosyal anlamda da güvensizlikleri derinleştirir. Öncelikle bu olumsuzlukların ortadan kaldırılması için tarafların biri birlerini anlayacak bir dilde biri birlerine yaklaşım göstermeleri kaçınılmazdır. Bu işin ilk adımı. İkinci adımda DTP ve PKK dışındaki Kürt muhalefetinin kendi arasında bir görüş birliği sağlayarak ne istediklerini belirgin bir hale getirmeleri, içinde bulunduğumuz sürecin bir dayatmasıdır. Bu Kürt Muhalefeti kendi arasında belirli kararlara ulaştıktan sonra,üçüncü adım DTP ve PKK ilada Masaya oturarak biri birlerini ikna etmeleri, Kürtler için neyin istenip neyin istenmeyeceği konusunda hem fikir olunduktan sonra istenen kurumu oluşturma zorluğu ortadan kalkar. Halihazır durumda Tüm mevcut yapıların biri birlerinden çok farklı istem ve düşünceleri mevcut. Bu denli farklı istem ve düşüncelerin bir çırpıda ortadan kalkarak bir anda Ulusal düzeyde bir karar mekanizmasının oluşması nın, oluşturulmasının kolay olmayacağı kesindir. Bu konuda hayal aleminde kulaç atmaya gerek yoktur. Ulusal düzeyde bir karar mekanizması oluşturulması için tüm parçaların katılım ve isteklerinin dikkate alınması bu işin olmazsa olmazıdır. Bu durum sağlanamıyorsa tarafların bir araya gelip dağılacaklarının da hesaba katılması, böyle bir durumunda Kürt halkına zarardan başka bir şey getirmeyeceğinin göz önünde tutulması gerekir. Böyle bir iradenin oluşması için tüm parçalar arasında bir görüş birliği sağlamanın yararlarını burada anlatmama gerek yok. Politika ile uğraşan tüm kesimler bunun yararlarını bilir. Kürt muhalefeti bir bütün olarak isteklerinde açık ve kararlı olmalıdır. Bakın Ağalar ve korucular isteklerinde ne denli açık ve kararlı ‘’. 1994 kışında,…. aşiret reislerinin, şeyhlerin bir kısmı Ankara’ya davet edilmişlerdi. Dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, bu kişilerle yakından ilgileniyordu. Televizyonlar, radyolar, gazeteler, günlerce, “Jirki Aşireti Reisi…”, “Tayan Aşireti Reisi…”, “Davudiyan Aşireti Reisi…”, “Kikan Aşireti Reisi…” “Ertuşi Aşireti Reisi…”, “Pinyaniş Aşireti Reisi…” diyerek bu kurumlara meşruluk verdi. Bu kişiler, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı, İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü gibi kurumları ziyaret etmişler, ziyaretleri basında geniş bir şekilde yer almıştı.

Bu kişiler televizyona da çıkarılmışlardı. Bu programa profesör Doğu Ergil de katılmıştı. Doğu Hoca, bu kişilere ısrarla ne istediklerini soruyordu. Onlar da “sileh istiyoruz, pere istiyoruz” diyorlardı. Silah ve para istediklerini birkaç defa ısrarla vurguladılar. Doğu Hoca, “gazetemiz olsun, radyomuz, televizyonumuz olsun gibi bir talebiniz yok mu?” diye sordu. Onlar da, silahtan ve paradan başka isteklerinin olmadığını, Türk bayrağı altında yaşamaktan çok mutlu olduklarını söylediler.‘’ İsmail Beşikçinin "Devletin Ağaları" makalesinde http://www.kurdistan-post.com/Niviskar-op-viewarticle-artid-1969.html ‘’

Kuzey Kürdistan Kürt Muhalefeti de isteklerinde bu denli açık ve kararlı olmalıdır. Kendi içinde anlaştıkları istemler paketi ile hem Türkiye deki Kürt Açımlımı sürecine katılmaları ve hem de Mart 2010 da Güney Kürt federe devletinin organizasyonunda toplanması planlanan Kürt konferansına katılmaları her açıdan kuzey Kürtlerinin Çıkarına olacağını düşünüyorum. Bu Düşüncelerle taraflara kolay gelsin.

http://www.gelavej.net/

Kürt ‘Açılımına’ Dair Bildiri...


Adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir...

Kürt sorunu seksen yıllık bir tabuydu. Şimdilerde tabu olmaktan çıkmakta ve konuşulmakta ama yapılan konuşmaların, söylenen sözlerin reel bir karşılığı olup olmadığı hala tartışmalı. Nitekim Temmuz ayının sonunda ‘Kürt açılımı denilene Ağustosun sonunda ‘demokratik açılım’ deniyordu, Eylül sonunda artık ‘huzur ve uzlaşı projesi’ deniyor... Eğer bir sorunu çözmek gibi samimi bir niyetiniz varsa, önce onu adıyla çağırmanız gerekir. Unutmamak gerekir ki, farklı biçimlerde ifade edilse de ‘açılım’ daha önce de gündeme gelmişti. Bir başbakan ‘Kürt realitesini tanıyoruz’ dedi, bir daha ağzına almadı, alamadı, bir başkası ‘AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçiyor’ dedi o da bir daha ağzına almadı, alamadı... Zira söylediklerinin reel bir karşılığı yoktu. Neden olmadığı rejimin niteliğiyle ilgili tartışmayı angaje ediyor. Zira, Türkiye’de hükümet olmak hükmetmek anlamına gelmiyor.

Kürt sorunu ulusal bir sorundur. Ezilen ulusun kendi kaderini tayın etmesi sorunudur. Ezilen ulusun kendi kaderini tayın etmesi de, gönüllü birlikte yaşamayı da, ayrılmayı da içerir. Kürtlerin ne istediğinin netleşmesi, iradenin ortaya çıkması, sınırsız bir tartışma ortamının sağlanmasını, ifade [düşünce] özgürlüğünün önündeki tüm engellerin ortadan kaldırılmasını gerektirir. Bir sorunun nasıl çözüleceği, ne olduğundan bağımsız değildir. Kürt sorunu nedir? Kürt sorunu neden bir sorundur? Bu sorun günümüze kadar neden çözülmeden gelmiştir? Sorunu yaratan esas unsurlar nelerdir? Gibi temel sorular hiçbir zaman gündeme getirilmiyor, tartışma konusu yapılmıyor... Eğer orta yerdeki sorun, ulusal mahiyette bir sorunsa ki öyledir, onu demokratikleşme çerçevesinde çözmek mümkün değildir. Zira, demokratikleşmeyle Kürt sorununun çözümü arasındaki ilişkinin yönü demokratikleşmeden Kürt sorununa doğru değil, Kürt sorunundan demokratikleşmeye doğrudur. Başka türlü ifade etmek gerekirse, Kürt sorununun önceliği vardır. Bunun anlamı, ezilen bir halk olan Kürtlerin gasbedilmiş haklarının iadesi, demokratikleşme denilenin kapsadığı, kapsaması gerekenden başka/farklı şeyleri de içerir. Geçerli yaklaşım sorunun bireysel haklar temelinde çözüleceği şeklinde. Kürt sorununun çözümü doğrudan kolektif hakları içeriyor. Elbette kolektif haklarla bireysel haklar arasında bir çatışma söz konusu değildir.

Başbakan ve içişleri bakanı ne yapacaklarını değil, neyi yapmayacaklarını sayarak konuşmaya başlıyorlar... Cunta anayasasına dokunmadan seksen yıllık zihniyetle hesaplaşmadan sorunun çözüleceğine inanan var mı? Hala Kürtçe’nin bir dil olarak kabul edilmemesi demek, o dili konuşan halkın varlığının da inkâr edilmesi demektir. Böyle bir anlayışla sorun çözülebilir mi? Bu anlayışta ısrar devam ederse, Kürt çözümü, Türk çözümsüzlüğü olmaya devam edecektir. Kürt sorununun kaynağında, devletin inkâr, imha ve asimilasyon siyaseti vardır. Devlet Kürtlere doğal haklarını teslim ederek, bu politikadan, bu uygulamalardan geri adım atabilir. Kürtlerin ihtiyacı olan lütuf değil, haksızlığın giderilmesidir. Bunun da yolu doğrudan sorunun tarafı olanla, Kürtlerle, Kürt örgütleriyle, Kürtleri temsil eden kurum ve kişilerle görüşmekten geçiyor. Oysa hükümet Türk tarafıyla görüşmeyi yeğliyor...

Biz aşağıda imzası bulunanlar, her şeye rağmen ‘açılım’ denilenin olumlu bir gelişme olduğu düşüncesiyle, sorunun çözümüne dair görüşlerimizi kamuoyuyla paylaşmayı, etik ve entelektüel sorumluluğun bir gereği sayıyoruz:

Eğer sorun gerçekten çözülmek isteniyorsa,

1. Devlet öncelikle Kürt halkına yapılan tarihsel haksızlığı açıkça ifade etmeli, Kürt halkından özür dilemeli, özeleştiri yapmalı; seksen yıllık resmi ideoloji ve resmi tarihle hesaplaşmaya cesaret etmelidir;

2.Terör ve terörist söyleminden, ‘son terörist yok edilinceye kadar... dilinden uzaklaşılmalıdır;

3.
‘Biz kardeşiz’ ‘bin yıldır birlikte yaşıyoruz’, ‘din kardeşiyiz’ vb. söyleminin asıl amacı, Kürtlere doğal haklarını, insan olarak sahip oldukları haklarını, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını vermemenin, ya da olabildiğince asgari düzeyde tutmanın gerekçesi yapılmak isteniyor. Bu yaklaşım terk edilmelidir;

4. İfade özgürlüğünün önündeki tüm engeller ortadan kaldırılmalıdır.

5. Askeri operasyonlar durdurulmalıdır. PKK ateşkes ilan ettiğinde devlet ateşe devam ediyor. Böyle bir durumda PKK’ye silah bırak demenin bir kıymet-i harbiyesi olamaz;

6. Seksen yıllık dönemde ama asıl son 25 yılda öldürülen 40 bin insanın, yakılıp yıkılan 4 bin köyün, yerlerinden zorla sökülüp atılan 4 milyon insanın hesabı birilerinden sorulmalı, verilen zararlar ‘tazmin edilmeli’, koruculuk sistemine derhal son verilmelidir;

7. ‘Bir başka ulusu ezen ulus özgür olamaz’ ilkesinin bir gereği olarak, Kürtlerin özgürlüğünün Türklerin de özgürlüğü olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır;

8. Gerekli hale geldiğinde referandum seçeneği gündemde olmalıdır...

Unutulmaması gereken bir şey daha var: özgürlüğü için mücadele etmekte kararlı bir halkı yenmek mümkün değildir. Öyleyse işe sorulması gereken soruları gerektiği gibi sorarak, tartışılması gerekeni gerektiği gibi tartışarak, şeyleri adıyla çağırarak başlayabiliriz...

Saygılarımızla...

İsmail Beşikçi, Fikret Başkaya, Mahmut Konuk, Sibel Özbudun, Temel Demirer, Ragıp Zarakolu, Sait Çetinoğlu, Babür Pınar, Ayhan Çınar, Paşa Öztürk, Engin Bayramoğlu, Oktay Etiman, İsmet Erdoğan, Özgür Başkaya, Yücel Demirer, Attila Taygun, Deniz Zarakolu, Büşra Beste Önder, Hüseyin Taka, Hüseyin Gevher, Mehmet Özer, Recep Maraşlı, Cemil Gündoğan, Ahmet Önal, Adnan Caymaz, Ali İmren,

5 Ekim 2009 Pazartesi

İTALYA'DA FAŞİZMİN AYAK SESLERİ‏



Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com


Dünyada ve ülkemizde gündem hızlıca yoluna devam etmektedir. Dünyadaki gündemlerden bir tanesi, kafatasçı ve ırkçı savunma mekanizmalarını zaman içinde farklı ülkelerde harekete geçiren tekelci sermayenin yapmış olduğu örgütlenmeler ister istemez ülkelerde yankısı duyulmaktadır.

Birçoğumuz Avrupa’yı uygar ve medeniyetler ülkesi olarak biliriz. Ülkemizde birçok insanın gençlik düşlerinde “ah bir kapağı Avrupa’ya atabilsem” vardır. Bu düş, ekonomisi geri kalmış ülkenin insanlarında da vardır. Avrupa ülkelerinde olanları basın yoluyla duyarız.

İtalya’da geçmişten günümüze dipten gelen ırkçılık dalgası kalıplarını günden güne orada yaşayan yabancılar üzerinde hissettirmeye başladı. Silvio Berlusconi hükümeti İktidarda olmanın vermiş olduğu güçle politikalarını ilk başlarda sinsice kendi ülkesinde yaşayan yabancı göçmenler, ilticacılar, çalışanlar ve kendi hükümetinin resmi belgesi olduğu halde vatandaş olarak görülmeyen Romanlar üzerinden ırkçı propaganda faaliyetlerine başladı. Bu arada renkleri siyah olan Afrika kökenli insanları bazı kafatasçı polislerce gözaltına alınmış kimileride polisin şiddetiyle karşı karşıya kalmıştı.

Günümüze kadar sancılı dönemler katmerleşerek geldi. İtalyan Faşizmi kendine taban bulmak için kendisinden olmayanları günah keçisi olarak gördü ve iğrenç politika çalışmasını sürdürdü.

Silvio Berlusconi hükümeti faşist örgütlenmelere açıktan destek vermektedir. İktidara gelmeden önce basında çıkan manşetlerde Silvio Berlusconi, “Musolini’n akrabası” olduğuydu.

İtalya’da gasp ve tecavüz olaylarının artmasını fırsat bilen Silvio Berlusconi hükümeti çıkartılan yeni güvenlik yasasıyla sokaklarda gönüllü sivil birliklerinin devriye gezmesini güvence altına aldı. Bu yasa seçimden önce sağcı partilerin çalışma programında yer alıyordu.

Yasanın bir benzeri Faşist Musolini’nin iktidarında Mavi Bereliler, devlet tarafından oluşturulan ve koruma altına alınan kara gömlekli faşist çeteleri andırıyor.

Silvio Berlusconi hükümeti her ne kadar faşizmin postallarını güçlendirmeye çalışsalar da, İtalyan halkları 1945 Faşist Musolini iktidarını alaşağı ettiyseler de, şimdiki zaman tezgâhında oynanan oyunu İtalya’da yaşayan halklar bozacaktır.

La Repubblica gazetesi “paramiliter” yapıya benzettiği aşırı sağcılardan oluşan “gönüllü devriyeler”in ya da resmi adıyla “Mavi Bereliler”in ülkede endişe verici şekilde yayıldığına dikkat çekti.

Milano sokaklarında devriye görevi yapan polisler, gönüllülerle birlikteler. 1945 yılında Nazilerinde arma olarak kullandığı Roma İmparatorluğu’nun simgesi olan kartal motifi ve siyah güneşin yer aldığı üniformaları ile dikkatleri çekmektedirler.

Paramiliter Gönüllüler, kendilerine o kadar çok güveniyorlar ki ellerinde sopalarla ilticacı ve yabancı avına çıkarken, ırkçı sloganlar atıp, belediye ekiplerinin etkili olmaları içinde ellerinden geleni yapıyor.

İtalya’da faşizmin rüzgârı ağırdan esse de oradaki yaşayan halkların geçmişte yaşadıkları faşist diktatörlük zulmünü unutmuş değillerdir. Elbette yaşanılanlarla ilgili dersler çıkaran ilerici, devrimci, sosyalist ve insanım diyenlerde kendi örgütlenmelerini yaratacaklardır. Silvio Berlusconi hükümeti de gün gelecek yaptıklarının hesabını halkların adaleti önünde hesap verecektir.

Ülkenin kuzeyinde ayrı bir devlet kurmak isteyen milliyetçi Kuzey Ligi Partisi Mavi Berelilere en fazla desteği sunanlar arasındadır. Bunlarında bir geçmişi vardır! 1999 yılında Kuzey Ligi Partisi’nin taraftarının kurduğu “Padania Ulusal Muhafızı” kökenli ”Gönüllü Yeşiller”e dayanıyor. La Repubblica gazetesi, “Blues Brothers” filiminden çıkan “Illinois Nazileri”nin bir kopyası oldukları izlemini verdiğine işaret ediyor.

Güvenlik Komiteleri’nin sayısı 100 civarında olduğu tahmin edilirken, bunlar arasından en ilginç olanı Toscana’daki Follonica restorancısı tarafından, devriyecilerin eşleri için gönüllüler adı altında kuruldu.

İtalya’da güvenlik adı altında faşist örgütlenme yapılırken, insanların sindirilmesi içinde her yolu ufaktan deneyen kafatasçı düşünce, ülke genelinde denizanası gibi çoğalmaya çalışmaktadırlar. Gelişen olaylar için kılavuz gerekmez! Faşizme karşı örgütlü bir gücün yaratılması gerekir. Onu da, ülkenin emekçi insanlarıyla, ilticacıları ve göçmenleri yaratacaktır.

İtalya’da faşist devriyelere karşı ilticacıların ve sol grupların etkin oldukları bölgelerde alternatif devriyeler kurmaya başladı. Venedik’te sosyal, kültürel ve siyasi bölünmelerin çok görünür olduğunu, Padoue’de faşist devriyelerin, sol gruplarla karşı karşıya geldiğini Padoue’ye yakın Jesolo komününde sol gruplar “Yurttaşlık İlkyardımı” adı altında ilk devriyelerini kurdular. İlticacı ve göçmenlerde bu devriyelerde yer almaktadır.

İtalya’daki oynanan oyunda faşizm canlanmaya “kanlanmaya” başladı. Sonuç itibarıyla İtalyan halklarının yanındayız. Faşizm geçmişte nasıl kan döktüyse ve o kanda boğulduysa, aynı şekilde daha fazlasını görecektir.