30 Aralık 2009 Çarşamba

MADENDE UCUZLAYAN YAŞAMLAR


Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com

Kara mizahlık olaylar yaşanmaya devam ediyor. Hukuk nasıl işliyor? Adalet tartısını nasıl ayarlıyor? Belli değil. Her işimiz ortalığa savrulmuş, toz duman gidiyor işte… Canlar gidiyor. Yürü be kulum yürü bu düzen sizin için biçilmiş, sermayedar bunun için rahat…
Bursa’da Mustafakemalpaşa İlçesi’ne bağlı Alpagut Köyü yakınlarındaki Bükköy Madencilik’e ait kömür ocağında, perşembe gecesi meydana gelen grizu patlamasında 19 işçi yaşamlarını yitirmiş, 13’ü olay sırasında maden ocağında, 4’ü ise kurtarma çalışmaları sırasında olmak üzere 17 kişi de yaralanmıştı.

Maden ocağında müfettişler tarafından yapılan ön inceleme tamamlandı. Yetkililerin tespitleri, yetersiz havalandırma, hatalı gaz ölçümü ve dinamit patlatılırken yapılan yanlışlıklar olarak özetledi. Bir işçinin, “Bize tehditle dinamit attırıyorlardı” sözleri facianın nasıl geldiğini ortaya koydu.

Maden ocaklarında insan yaşamı bu kadar ucuzdur. Ucuz işgücü yetmezmişçesine, işi daha ucuza çıkartayım diyen patron gereken önlemleri almaz. Çünkü denetlemelerde rüşvet döndüğü için, ‘hatırı sayılır kişi’ olduğu için yetkililer görmemezlikten gelir. Daha önce de altı ay kapatılmış bu maden.. Yani ocak da sabıkalı.. Hem eksikliklerini tamamla diyeceksin, bir yandanda çalışmaya göz yumacaksın!

580 lira maaşla 19 işçinin yaşamı göz göre göre yok edildi. Yuttukları kömür tozları ile akciğerden ölüme mahkûm olan madencinin ortalama yaşını bilen var mı? Hayvan haklarını savunanlar sokağa dökülür, bazı kurumları basar, sokakta protesto yürüyüşü yapar… Bu ülkede hayvanın sahibi var da, madencinin yok. Beş yüz seksen lirayı ayda kazanmak öyle kolay değil! Patron bu, günde sekiz saat çalışma hayal ürünü günde bilmem kaç kilo kömür çıkarmaları gerekiyormuş, anlaşmaları böyleymiş! Kanunları ve yasaları çıkaranlar hep patronların iyiliğine çalışmış.

Patlamanın yaşandığı saatlerde maden ocağından ayrılan ve ölümden dönen madenci İbrahim Dursun, maden ocağının ihmallerinden söz ediyor. Dursun, içeride biriken gazı defalarca yönetime bildirdiğini ancak hiçbir önlemin alınmadığını belirtiyor: “Biz çıkarken gelen arkadaşlara, ‘içerde gaz var. Biz dinamit kullanmadık. Kazmayla kazdık, siz de dinamit patlatmayın’ dedim. Ama onlar bir dinamit patlatmışlar, bir şey olmayınca bir tane daha patlatmışlar. Sonra da gaz patlaması olmuş. Zaten doğru düzgün tahkimat yapmıyorlar. Yattığımız yerde çalışıyoruz. Ayağa kalkamıyoruz. Çok alçak. Bazı yerleri sürünerek geçiyoruz. Kafamıza lamba bile vermiyorlardı. Işıksız çalışıyorduk. Müdürümüz Hayrettin Bey’e dedim ki, ‘abi burada gaz var, çalışamıyoruz’. Bana küfrederek ‘hadi lan ne gazı. Burada gaz yok’ dedi. ‘Sen burada bir saat dursana, bakalım nasıl olacak’ dedim. ‘Gaz yok, işine bak’ diye beni tersledi…”

İbrahim Dursun’un anlatımları bir gerçeği ortaya çıkarıyor: Genelde yaşanan işçi ihlalleri ve patrona en yakın uşak grubunda müdür unvanıyla görev alan kişiler…
Bükköy Madencilik’e ait kömür ocağında yaşanan faciada öylece tarihin sayfalarında ‘faili meçhul’ olarak yerini alacak…

Maden işçisi: 110 bin
Kömür işletmesi: 462
Diğer madenler.: 492Taş,
kum ocağı: 2599
(2005 rakamları)

2008’de 43 madenci öldü.

Madencilik sektöründe 35 bin işçinin kayıt dışı olarak çalışıyor. Türkiye Maden-İş Sendikası Eğitim Müdürü Fikret Sazak tarafından hazırlanan raporda, madencilik sektörünün iş sağlığı ve güvenliği açısından içinde bulunduğu durum değerlendirildi.Raporda, Türkiye'de madencilik ''iş kazası riski fazla, emek yoğun, iş yerleri gözden uzak, kayıt dışılığın yüksek olduğu, kamunun ağırlığının giderek azaldığı'' bir sektör olarak tanımlandı.

Madenciliğin, iş sağlığı ve güvenliği eğitiminin çok önemli ve gerekli olduğu bir sektör olduğunu vurgulanan raporda, buna karşın işçiler açısından yoğun bir eğitim sorunu bulunduğu belirtildi. Rapora göre, madencilik sektöründe 100 bin civarında kayıtlı işçi bulunuyor.

Madencilik sektöründe kayıtlı işçilerin yaklaşık yüzde 35-40'nın sendikal örgütlenme hakkını kullanabiliyor.
¨
Kömür madenciliğinde kamuda çalışan bir işçi günlük ortalama 85,33, özelde çalışan bir işçi 26 lira ücret aldığına dikkat çekilen raporda, ''Özel sektör işletmelerinde maden işçileri her gün 26 lira karşılığında tehlikelerle dolu madenlere iniyor'' denildi.

Raporda ayrıca kömür dışı madenlerde kamuda çalışan bir işçinin günlük ortalama 59 lira olan ortalama günlük ücretinin özelde 29 liraya, taş, kil ve kum ocaklarında kamuda çalışan bir işçinin ortalama 44,69 lira olan ücretinin de özelde 22 liraya gerilediği belirtildi.
Türkiye Maden-İş Sendikası tarafından hazırlanan rapora göre ise, madencilik sektöründe iş sağlığı ve güvenliği konulu 176 sayılı İLO sözleşmesini şu ana kadar Arnavutluk, Ermenistan, Brezilya, İrlanda, Lübnan, Peru, Filipinler, Polonya, Güney Afrika, İspanya, Zambiya, Zimbabve gibi ülkeler onaylarken, Türkiye henüz bu sözleşmeyi onaylamadı.

NEWROZ
HAFTALIK SİYASİ YORUM GAZETESİ

28 Aralık 2009 Pazartesi

BİR YOLU VAR AMA BU DEĞİL!


“...Demokrasi” de yine en basitinden farklılıkların reddedilmemesi ve eşit davranılma halidir. Sadece benim (ya da Türk ve Kürt) için demokrasi diye bir şey olamaz...”


Yalçın Karadaş

Ülkemizin demokratikleşmesi için kafa yoran bazı aydınlarımız bu kez de Taraf Gazetesi ev sahipliğinde tartışıyorlar.

Geçmiş yıllarda aynı amaçla “Barış Meclisi”* de kurulmuştu bilirsiniz.

Temelde aynı yanlış ve eksiklerle yine konuşuluyor:

1-Türk ve Kürt bir arada yaşamak istiyor.
Emin misiniz, Kürt’ün Türk ile beraber yaşamak istediğinden; ya da tersine, Türk’ün Kürt ile yaşamak istediğinden?

2- Ve bir soru daha: Bu ülke sadece Türk ve Kürt halklarından mı oluşmakta ki hep bu formülle tartışmayı sürdürüyorsunuz? Kürt ve Türk olmayan “diğer kimlikler” neden formül dışına atılır sürekli?

3-“Barış” ne demektir?

4-“Demokrasi” ne demektir?

Kendi düşüncelerimi aktarayım kısa ve öz. Fırsat verir toplantılarınıza çağırır ya da var sayarsanız ayrıntılı konuşabiliriz.

1- Bir kesim,hem de gittikçe artan bir kesim Türk artık Kürtlerle yaşamak istemiyor. Çünkü ezberleri bozuldu ve bütün yalanlar ortaya çıktığından hayal kırıklıkları büyük. Kendilerini aşağılanmış hissediyorlar. Kürt deyince tüyleri diken diken oluyor. Çünkü bilinçli-bilinçsiz ırkçılar.

Karşıtı da var. Dillendiremeseler de önemli bir kesim Kürt de Türkler ile yaşamak istemiyor. Kendi devletlerini ve bağımsız olmayı istiyorlar. Hakları yok mu buna? Bence var ama bunların da yöntemleri ve söylemleri samimiyetsiz ne yazık ki.

Bu görüşler tehlikeli olmakla birlikte vardır; yok sayılamaz.

2- Bundan daha vahim bir gerçek yok sayılıyor: Bu ülkede yaşayanlar sadece Türkler ve Kürtler değil. Bu ülkede onlarca farklı halk ve farklı dil ve kültürel kimlik var. Aydınlarımız çoğunlukla, hem de ezici bir çoğunlukla bunları yok sayıyor.

Yok sayarak demokrasi!

Birileri diğer halkların asimile edildiğini, yok olduklarını, kitlesel bir talepleri olmadığını vs. sakız etse de bu ülkede “diğerleri” var. Bunlar Türk veya Kürt kimliğini asla kabul etmeyecekler. Bunların yok sayılması süreci tıkıyor ve ilerlemeyi engelliyor. Bakalım bu gerçek ne zaman anlaşılacak?

3- “Barış” benim bildiğim savaşmama halidir, kavga etmeme halidir, şiddetsizlik halidir, en basitinden.

4- “Demokrasi” de yine en basitinden farklılıkların reddedilmemesi ve eşit davranılma halidir.

Sadece benim (ya da Türk ve Kürt) için demokrasi diye bir şey olamaz.

Ama her kurdukları partide ve her toplantı ve gösteride bu kelimeleri iğdiş edenler bu kavramlara ne anlam yüklüyorlar ben merak etmekteyim.
Ellerinde sopalar, taşlar, molotof kokteyleri,silahlar ve ağızda “barış” kelimeleri…

Sadece Türk ve Kürt’ün olduğunu sürekli dillendirmeler, diğer halkları yok sayma ve küçümseme halleri ve “demokrasi”…

Ne menem bir şeydir bu “barış ve “demokrasi” baylar, bayanlar!?

Bu yaklaşım “bir yere varmama” yaklaşımıdır; değiştirilmelidir. Bir Türkiye vatandaşı, demokrasiye inanan, birlikte ama farklılıklarımızla beraber insanca yaşamaktan yana olan bir Çerkes asıllı yurttaş olarak “tartışmalarda bizim gibilerin aranızda yer almasının olmazsa olmaz” olduğunu belirtiyorum. Oralarda bizim durumumuzdaki milyonları net ve açık olarak “temsil eden” kimse yok.

Ya bizi de temsil edin ya da söz hakkı tanıyın lütfen!

İşin ekonomik,sosyal ve sınıfsal boyutunu da atlamayacağınızı ümit ediyorum.

BARIŞA VE GERÇEK DEMOKRASİYE KATKI KOYMAYA HAZIRIZ.

Hepinizi selamlıyor, kolaylıklar diliyorum.

Saygılar ve Başarılar,

Yalçın Karadaş (Anzor Keref)
Mimar
Jıneps Gazetesi Yayın Kurulu Üyesi
Demokrasi İçin Çerkes Girişimi Sözcüsü
kerefs@yahoo.com
http://www.cerkesgirisimi.org/

tel: 0530 661 24 03

*Barış Meclisi’ne ve Kürt Sorunu’na ilişkin görüş ve eleştirilerimi Radikal-2 ve
“Çerkes Kimliği-Türkiye’nin Sorunları, Sorun yay.; İst.2009 ile
“100 Aykırı Soruda Türkiye’yi Anlamak, Sorun yay. İst.2009”
kitaplarımdan bulabilirisiniz.

Tuvalet kağıdı kalmadı…




'Tuvalet kağıdı kalmadı, zımpara kağıdı verelim!' Ya da 'Barış ve Çözüm kalmadı, Açılım verelim!'

Veysi SARISÖZEN


Kürtler, diyelim ki 'ayrıldı.'

Ne olur?

Hiç bir şey olmaz.

Çünkü bu Kürtler daha önce ayrılmadı mı?

Bugünkü Federe Kürt devleti eskiden 'bizim' değil miydi? Ya Suriye'deki parça? Ne oldu? Türkiye battı mı?

Evet, bu Kürtler ayrılınca, o sıralar değerini pek 'bilmediğimiz' petrol elden gitti.

Gitti de ne oldu ki?

Şimdi 'bizim' petrolcülerimiz Güneyin siyah kanını pompalamıyorlar mı? ABD çekildiğinde Güneyli Kürtleri 'kucaklayıp', kadim 'düşmanlarına' karşı 'koruma' karşılığında bu petrollere yeniden 'kavuşma' hayalleri 'görmüyor muyuz?'

Şöyle laflar edilmiyor mu? 'Bizim Kürtler kadir kıymet bilmiyor, güneyliler Türkiye'ye katılmak istiyor'.

Demek ki, tarihteki bu Kürt ayrılması yüzünden bir şey olmamış. Hatta tam tersine: Ayrılmayan isyan ediyor; ayrılan neredeyse Türkiye'ye katılmak istiyor.

Bu laflar sizin değil mi?

Elbette bu yazdıklarım bir nazire. Ne Türkiye Kürtlerinin ayrılmaya niyeti var; ne de Güneyli Kürtlerin 'katılmaya'

Korkunuzun abes olduğunu anlatmak için yazdım bunları.

Çünkü siz, Kürt özgürlük hareketinin de, Abdullah Öcalan'ın da Türkiye'nin üniter yapısı içnde birlikte yaşama sözlerinin yalan olduğunu düşünüyorsunuz. 'Kürtlere bugün kimlik ve dil haklarını anayasal güvenceye bağlayarak verirsek, yarın onlar ayrı devlet kurmak ister' diye Türk toplumunu korkutuyorsunuz.

Yani diyorum ki, bir an için verdiğiniz haklara rağmen bu Kürtler sözlerinde durmayıp, ayrılmaya kalktı.

Korkacak bir şey yok.

Çünkü siz şu anda ayrılmamış olan ve ayrılmayacağız diyen Kürtlerle savaş halindesiniz; ayrılmış olan, hatta eskiden 'size ait' olduğunu düşündüğünüz Kerkük'e el koymak isteyenle birleşmeyi ve kendi ülkenizdeki Kürdü dize getirmeyi düşünüyorsunuz. Tuhaf değil mi?

Diyelim ki, siz Kürt kimliğini ve dilini resmen tanıdığınızda, Kürtlere bu kimlik ve dille özgürce siyaset yapma ve kendini özerk yerel yönetimlerde tıpkı Türkler gibi yönetme olanağını verdiğinizde Kürtler bununla yetinmediler.

Diyelim ki böyle oldu. Korktuğunuz başınıza geldi.

O zaman isterseniz Mustafa Kemal ve İsmet Paşa gibi yapar, bu yazgıya 'boyun eğersiniz'.

Ama siz 'boyun eğmeyebilirsiniz'. İsterseniz, şimdi 'ayrılmayacağız' demelerine rağmen Kürtlere 25 yıldır ne yapıyorsanız, bu defa 'ayrılıyoruz' dedikleri için yaparsınız.

Verirsiniz kurşunu; verirsiniz topu, bombayı; öldürürsünüz, ölüsünü tekmelersiniz; halkını göçertirsiniz, köyünü yakarsınız, ambarını dağıtır, dışkı yedirirsiniz, yasal partisini kapatırsınız; Belediye Başkanlarını, yasal parti üye ve yöneticilerini tutuklar, bileklerine kelepçe vurur, her birinin başına, onları kollarından tutan bir polis dikersiniz; 'devlet güçlüdür' diye bu insanları teşhir edersiniz. Şahin'i hapseder, Güvercin'i besleriz dersiniz. Şimdi bile zulme karşı çıkmayanlar o zaman bu ayrılıkçıları kırıp geçirmenizi daha aleni alkışlar; şahinleri daha kolay azınlığa düşürür, güvercinleri daha kolay şahinlerden koparırsınız.

Ben diyorum ki, tarihte her yolu denediniz. Bir de bu dediğimi denesenize!

Güvercini Şahine karşı kazanmak mı istiyorsunuz. Önce şunu bilesiniz, Kürt toplumu güvercindir. Onu kazanacaksanız Hakkını vereceksiniz. Verdiğinizde dağdaki şahinin bir anda güvercin haline geldiğini de göreceksiniz.

Örneğin, kafayı çalıştırıp; Kürtlerin 'ayrılmıyoruz' sözüne inanmasanız da inanır görünün; onların kimliklerini, dillerini, bu kimlik ve dille örgütlenme ve kendilerini özerk yönetimlerde yönetme hakkını tanıyın.

Bakın bakalım!

Bu haklar verildikten sonra neler oluyor.

Bu hakları yeterli bulanlara güvercin, bu haklara rağmen silah bırakmayana işte o zaman şahin deyin. İşte o zaman güvercinden isteyin istediğinizi.

Alın benden size bir hikaye:

Ape Musa bir gün güvercin kılığında devletin damına konmuş. Devlet ona demiş ki, 'zorda kaldım, beni şu şahin belasından kurtar'...

Ape Musa 'emrin olur olmasına da, demiş, sen beni dam üstünde tırşıkçı saksağan sandın, ben güvercinim. Önce şunu bil: Ben senden kimlik hakkı, dil hakkı, kendi dilimde ve kimliğimle örgütlenme hakkı,Belediye başkanılığı hakkı, demokratik özerklik hakkı ve insan hakkı istiyorum; sen bana devletin dükkanında bunlar kalmadı, sana açılım verelim diyorsun. Bizde bir laf vardır. Birinden bedavaya bir şey isteyen kurnazlara karşı söylenir, söz meclisten dışarı, denir ki; 'ne s...çtın avucuma, ne çalayım yüzüne!'

Musa Anter'e devletin ne dediğini bilmiyoruz. Ama soruyoruz: Kürdü güvercin-şahin diye bölmeye kalkan bu cevabı hak etti mi, etmedi mi?


http://www.gunlukgazetesi.com/

26 Aralık 2009 Cumartesi

Devamlılık ve Farklılık!



Gün Zileli
zileligun@hotmail.com

Toplumsal kurumlarda olsun, örgütlerde olsun, ideolojik ve siyasi çizgilerde olsun, devamlılık ve farklılık sorunu her zaman tartışma konusudur. Konuyu daha basitinden kavramak için kendimden örnek vereyim. 1960 yılındaki Gün Zileli ile 2010 yılındaki Gün Zileli acaba ne ölçüde birbirinin devamıdır ve ne ölçüde farklıdır. Ya da 1960'daki Gün Zileli ile 2010'daki Gün Zileli arasında kesintisiz bir devamlılık mı vardır, ya da tersinden soracak olursak, 2010'daki Gün Zileli 1960'daki Gün Zileli'den tamamen farklı mıdır, hatta bu ikisi birbirinin zıddı mıdır? Bence hem devamlılık vardır, hem de farklılık. Bugünkü Gün Zileli'nin temelleri 1960'lardaki Gün Zileli'dedir ama o günkü Gün ile bu günkü Gün çok çok farklıdır.

Kişisel görüşümü ifade edecek olursam, Osmanlı devletiyle Türkiye Cumhuriyeti devleti arasında çok kesin bir kopuş olduğunu düşünmem. Aynı devlet yapısı, kurumlarıyla, ordusuyla vb. devamlılık arz eder bence. Ama bu, beni bu iki dönem arasında farklılıkları gözardı etmeye götürmemelidir. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı devletine göre daha modernist, o ölçüde de daha baskıcıdır. Keza, Çarlık Rusya'sıyla Sovyetler Birliği devleti arasında da sanıldığı kadar büyük bir zıtlık yoktur. Çarlık ordusu, kızıl ordu adını alarak devam etmiş, Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra da Rusya Federasyonu'nun ordusu olarak varlığını sürdürmüştür. Yine de bu üç devrede ordu belli farklılıklar göstermiştir.

Esas gelmek istediğim konu, Lenin dönemiyle Stalin dönemi arasındaki devamlılık ve farklılık konusudur. Bu konuda, kümeleşmiş iki zıt görüş vardır. Bir tarafta, reaksiyoner sağcılar, anarşistler, liberaller ve Stalinistler vardır. Bunlar, Lenin ve Stalin dönemlerini olumlama veya olumsuzlama anlamında kesintisiz bir devamlılık içinde görürler. Yani bunlara göre, Sovyetler Birliği'ndeki rejimin temelleri Lenin tarafından atılmış ve bu rejim Stalin döneminde de kesintisiz olarak devam etmiştir. Evet, Stalin dönemindeki terör, Lenin dönemine göre daha şiddetlidir belki ama bu sadece niceliksel bir durumdur.

Bu bütünselci görüşün tam karşı kutbunda ise Troçkistler yer alır. Troçkistlere göre, Lenin dönemi ile Stalin dönemi, bırakın birbirinin kesintisiz bir devamı olmayı, birbirinin tamamen zıddıdır. Lenin dönemi, proletaryanın hakimiyetini ifade eder, Stalin dönemi ise, proletarya partisini yozlaştıran bürokrasinin hakimiyetini.

Ben, her iki görüşün de yanlış olduğu kanısındayım. Bence, Lenin dönemi ile Stalin dönemi hem birbirinin devamıdır, hem de birbirinden önemli farklılıklar arz eder. Yani bu konuda farklılıkları yok eden toptancılık da, devamlılığı yok eden kesinticilik de gerçeğe tekabül etmemektedir.

Tek partili diktatörlük rejiminin temelini gerçekten de Lenin'in önderliğindeki Bolşevik Partisi atmıştır. Muhalif sesler ve eğilimler bu dönemde bastırılmıştır. Basın ve söz özgürlüğünün ortadan kaldırılması da bu dönemin ürünüdür. Çeka'nın yargısız infazları ve cinayetleri de keza bu dönemde hakim kılınmıştır. Stalin dönemi, bilinen uygulamalarını bu dönemin uygulama ve alışkanlıklarına dayandırmıştır.

Ne var ki, bütün bunlar, Lenin dönemi ile Stalin dönemi arasında var olan çok önemli farklılıkları gözardı etmemize yol açmamalıdır. Bolşevik Partisi, toplumda özgürlüğü ortadan kaldırdığı halde, 1920'li yıllar boyunca, azalan ölçülerde de olsa, kendi içinde tartışma özgürlüğünü koruyabilmiştir. Parti içindeki farklı eğilimler, belli bir psikolojik baskı altında olmalarına rağmen kendilerini parti içinde ve kısmen de toplumda ifade etme olanağına sahip olabilmiştir. Pravda, belli sayfalarda parti içindeki zıt görüşlere sayfalarını ayırabilmiştir. Hatta 1920'lerdeki Stalin'le 1930'lardaki Stalin arasında bile önemli farklar vardır. Örneğin, 1920'lerin Stalin'i, samimi olmasa bile, “muhalefetin söz özgürlüğünü” savunacaklarını söyleyebilmekteydi. Nitekim bu yüzdendir ki, Stalin'in Sağ ve Sol Muhalefet Üzerine kitabı 1930'lu yıllarda bizzat Stalin tarafından yasaklanmış, büyük temizlik yıllarında korku içinde evlerindeki yasak kitapları tasfiye etmeye girişen insanlar Stalin'in bu kitabını da yok etmek zorunda hissetmişlerdir kendilerini (Bkz: Eugenia Ginzburg, Anafora Doğru, çev: Gün Zileli, Pencere Yayınları).

Lenin döneminde, Çeka, muhaliflere karşı birçok suç işlemesine rağmen, parti içi muhalifleri içeri almak, sorgulamak ve sahte itiraflar düzenlemek gibi işlere pek girişmemiş (hiç girişmediğini söylemek zordur, örneğin Sultan Galiyev partili olmasına rağmen 1920'lerde içeri alınıp yok edilmiştir), devrime ilişkin hatalı görüşleri ne olursa olsun, hayatlarını devrime adamış insanlar adi birer cani derekesine düşürülüp aşağılanmaya çalışılmamıştır. Lenin'in, Stalin'in Zinovyev ve Kamenev'e yaptığı gibi, bir parti yöneticisini karşısına alıp, itiraflarda bulunduğu takdirde hayatının bağışlanacağını, ailesinin takip edilmeyeceğini söyleyip pazarlıklar yaptığını düşünebiliyor musunuz? Tahayyül etmesi bile zor (Bkz, Wadim S, Rogowin, Gab es eine Alternative? 1937- Jahr des Terrors; Türkçesi: Bir Seçenek Var mıydı? 1937- Terör Yılı), Lenin, en azından, kendi kurduğu Bolşevik Partisi'nin önderlerini böylesine acınası bir konuma sokup partiye zarar vermek istemezdi.

Evet, Lenin döneminde de söz ve basın özgürlüğü yoktu ama insanlar en azından evlerinde eleştirel birkaç söz edebiliyor, en cesurları ise eleştirilerini, daha sonra başlarına gelebilecekleri göze alarak açık açık ifade edebiliyorlardı. İşçiler ve köylüler, özellikle devrimin ilk yıllarında düzenlenen işçi ve köylü kongrelerinde eleştirilerini tutuklanma korkusu olmadan dobra dobra söyleyebiliyorlardı. Stalin döneminde bu da kalkmıştır ortadan. Artık evinizin içinde imalı olarak söyleyeceğiniz birkaç sözün bile akrabalarınız ya da çocuklarınız tarafından GPU'ya ihbar edilmesi o kadar yabana atılacak bir ihtimal değildir ve bunun çok sayıda örneği yaşanmıştır. Bu farklılıkları küçümsemek, burjuva parlamentarizminin kısmi özgürlükler düzeni ile Hitler faşizmi arasında bir farklılık olmadığını ileri sürmek kadar vahimdir.

Bu bakımdan, bana, yukarda özetlediğim iki hatalı teze alternatif üçüncü bir tez daha doğru gibi geliyor: Farklılıklar içeren devamlılık.

web: http://www.gunzileli.com/

Şarlo…


”İnsanlığın kini geçecek, diktatörler yok olup gidecektir. Halktan zorla aldıkları iktidar yine halkın eline geçecektir. Ve insanlar ölmeyi bildikleri sürece, özgürlük yok olmayacaktır...”


Fatma Ataseven
f_ata1@hotmail.com

Ustayı saygı ile selamlıyor " ’Büyük Diktatör’ün finali" ile anıyoruz.

"Beni duyma olanağı bulanlara diyorum ki: Umutsuzluğa düşmeyin! Üstümüze çöken bela, vahşi bir istihanın ve insanlığın gelişmesinden korkanların duydukları acıların bir sonucudur sadece...

İnsanlığın kini geçecek, diktatörler yok olup gidecektir. Halktan zorla aldıkları iktidar yine halkın eline geçecektir. Ve insanlar ölmeyi bildikleri sürece, özgürlük yok olmayacaktır...

Askerler, bu vahşi adamlara adamayın kendinizi... Sizi hor görüyor, size köle gözüyle bakıyor, hayatınızla oynuyorlar. Davranışlarınıza, düşüncelerinize, duygularınıza hükmetmeye kalkıyorlar...

Sizi hayvan terbiye eder gibi şartlandırıp, aç bırakıp topun ağzına sürüyorlar. Doğaya aykırı olan bu adamlara teslim etmeyin kendinizi. Bu makine gibi duygusuz, makineleşmiş adamlara! Sizler birer hayvan değilsiniz!..

Yüreğinizde insan sevgisi taşıyorsunuz! Nefrete kapılmayin. Ancak sevilmeyen kişiler nefret eder. Sevilmeyenler ve anormal olanlar... Askerler, kölelik ugruna dövüşmeyin. Özgürluk için dövüsün!

Charles Spencer Chaplin / ŞARLO

-------------------

Dipnot : Canlı model Fatma Ataseven'in oğlu
fotoğraf ADA SANAT EVİNDE ÇEKİLMİŞTİR.
http://www.adasanatstudyo.com/

Baskın Oran hocaya açık mektup




Murat Çakır

Değerli hocam,

20 Aralık 2009 tarihli Radikal gazetesinde yayımlanmış olan yazınızı okudum. Açıkçası, Türkiye’de Kürt olmayan ve kendisini sol cenahta tanımlayan geniş bir kesimin genel yaklaşımlarını ifade ettiğinden – kaale alıp almayacağınızdan bağımsız – size yazmak istediğim. Doğrudan mail adresinize sahip olmadığımdan, bununla birlikte şahsınız üzerinden bahsettiğim sol kesime de seslenme gereksinimiyle açık mektup biçimini tercih ettim. Yazı elinize geçer, fırsat bulup yanıt verirseniz, bu diğer okurlar için de geçerli, belki olumlu ve ufuk açıcı bir tartışmaya gireriz ümidindeyim.

Öncelikle şunu belirtmeliyim; ben Kürt değilim, gerçi »kimliğim« sorulduğunda sosyalist olduğumu söylerim, ama gelenektendir diyerek Laz olduğumu söyleyeyim. PKK’li de değilim. Ama bir sosyalist, bir radikal demokrat olarak Kürt Özgürlük Hareketi ile eleştirel dayanışma içerisinde olduğumu, Kürt halkının kurtuluşunun, birey olarak kendi kurtuluşumun önkoşulu olduğuna inandığımı vurgulamalıyım. Hani, aşağıda yazdıklarımı »taraftar Kürt’sün, doğaldır söylediklerin« demeyesiniz diye belirtiyorum.

Şimdi değerli hocam, sonunda söyleyeceklerimi başta söyleyeyim de, meramım anlaşılsın. Hoş, dostlarımdan kimi »yahu çok patavatsızsın, akım derken bokum dememeye çalış« diye çokça beni uyarır, ama öyle zannediyorum ki söyleyeceklerim benim patavatsız oluşumdan bağımsız, sizin ve içerisinde olduğunuzu düşündüğüm geniş kesimlerin realitesinden dolayı rahatsız edici olacaktır. Evet, sizi latent ırkçılıkla ve yazıp-çizdikleriniz, söylediklerinizle, aldığınız pozisyonla – isteğiniz öyle olmasa da – Türkiye’deki vesayet rejimine destek olmakla itham ediyorum.

»Hoppala, bu da nereden çıktı?« diyebilirsiniz tabii ki. Ama gerekçelerimi okursanız, size çamur atmaya çalışan bir zırdeli olmadığımı, aksine sizi ve sizin gibi düşünenleri adil, sosyal, eşit haklı ve barışçıl bir geleceği sağlayacağına inandığım gerçek anlamda bir demokratikleşme süreci için kazanmak, ortaklaşmak, tüm farklılıklarımıza rağmen birlikte mücadele koşullarını yaratmaya katkıda bulunmak istediğimi anlayacağınızı umuyorum. Rosa Luxemburg’un dediği gibi »temizleyici olan eleştiri ve özeleştiriyi« tüm şiddetiyle bu amaçla kullandığımdan emin olabilirsiniz.

Size, bir bilim insanına »latent ırkçılığı« tanımlamama gerek yoktur sanırım. Almanya’da yaşadığım ve açık ve latent ırkçılığa yaşamımın her alanında, neredeyse her an maruz kaldığımdan olacak, »beyaz olanların« haklar temelinde kendinden zayıf olanlara akıl vermelerine, onlara »yardıma muhtaç zavallılar« muamelesini yapmalarına, onlar adına konuşmalarına karşı aşırı bir hassasiyetim var. Tanınmış bir akademisyen, bir yazar olarak toplumsal kesimler arasında saygın bir yeri olan, gelir düzeyi ortalamanın üzerinde bir insansınız. Lütfen eleştiri olarak algılamayın, sadece bir tespit yapıyorum. Sonuç itibariyle elindeki hakları geniş bir biçimde güvencede olan ve düşüncelerini neredeyse engelsiz olarak yaygın medyada ifade edebilen bir elitsiniz. Eğer böylesi bir konumdayken, haklarınıza, konumunuza ulaşabilmeleri – şu an itibariyle – olanaksız olan bir toplumsal gruba nasıl düşünmeleri gerektiğini söylediğiniz, örneğin kendi deyiminizle »Kürtlerin neyi, nasıl içlerine sindireceklerine« siz karar verdiğiniz andan itibaren, muhtelemel eleştiri ile hor görme, küçümseme, reşit olmayan muamelesine tabi tutma arasındaki ince sınırı geçmiş olursunuz. Anımsarsanız, DTP’nin TBMM Grubu’nda yaptığınız bir konuşmada da »sizi (Türk ve Kürt) milliyetçiliklerinden koruyacağız« biçiminde bir konuşma da yapmıştınız. Yani sonuçta uzun zamandan beri sürdürdüğünüz çizginizde tutarlısınız. Ama bu tutarlılık, maalesef bir »beyaz adam« tutarlılığıdır.

Elmayla armut meselesi

Öyle zannediyorum ki, Kürtlerin »kurtarıcıya« ihtiyacı yok, hele hele neyi nasıl yapacaklarını söyleyip, konuşması gerektiğinde susanlara, neden-sonuç ilişkisini göz ardı edip, güçlü ile zayıfa »eşit mesafede« durup, haksızlığa ses çıkartmadan ortak olanlara hiç. Görebildiğim kadarıyla Kürtler, kurumları ve örgütlü halk hareketiyle yeterince siyasî rüştlerini ispatlamış durumdalar. Paternalist akıl vericilik bu noktadan itibaren ince ve rafine ırkçılığa yol açar. Bunu bir düşünmenizi isterim.

Yazınıza, İsa peygambere atfedilen bir söz ile tanık göstermeden önce ilginç bir tespit ile başlamışsınız. Sizin deyiminizle »bir takım rahatsız edici paralellikler« kuruyor, TSK ile Kürt Özgürlük Hareketini aynı kefeye koyuyorsunuz. Buna gerekçe olarak da, aslında tüm TSK’nin »darbeci« olmadığını, sadece bir bölümünün, »cuntaların« darbeleri emrettiğini belirtiyorsunuz. Hocam ne çabuk unutuyorsunuz? Hadi bırakalım İttihat ve Terakki geleneğinin Cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana devam eden vesayetini, 12 Eylül 1980 sabahı Pentagon’dan yapılan »our boys« açıklamasınıda mı unuttunuz? Elbette TSK homojen bir yapı değil, ama bugüne kadar yapılan darbelerin hesabını soran, sorumlularını eleştiren veya askerlik mesleğinde meşru bir tavır olan »kanunsuz emre itaat etmeyen«, darbelere karşı çıkan kaç tane subay tanıyorsunuz? »Tüm TSK’yı darbeci olmakla suçlamıyoruz. Neden? Çünkü bu rezilliği Genelkurmay emretmedi« diye yazıyor ve TSK içinde gayrimeşru olan bir veya bir kaç grubun darbe yaptığını belirtiyorsunuz.

Etmeyin hocam, bu kadar naif olamazsınız.

TSK’nin »gayrimeşru gruplarca yapılan darbelerle« aslında bir ilişkisi olmadığını, Genelkurmay’ın günahsız olduğunu iddia ettikten sonra, Tokat eylemini örnek göstererek, PKK’nin de benzer bir durumda olduğunu kanıtlamaya çalışıyorsunuz. Egemenlerin, yaygın medyanın uzunca bir süreden beri sürdürdüğü bilinçli dezenformayon enstrümanlarını kullandığınızın farkında değilsiniz herhalde. Farkında olsaydınız, kullandığınız »ölçütün« yanlış olduğunu ve tutarlı olmadığınızı görürdünüz. Kaldı ki »iki tarafa karşı« tavır alındığını iddia etmek, Veysi Sarısözen’in bir yazısında doğru tespit ettiği gibi »sahtecilik« olmakla birlikte, güçlünün yanında taraf olmak anlamına gelmektedir.

Size devletin ne olduğunu anlatmama gerek olmadığını düşünüyorum, bu bir. İkincisi, bir bilim insanı olarak kullandığınız terimlerin en azından uluslararası hukukta nasıl tanımlandığını bildiğinizi varsayıyorum. Üçüncüsü, literatürde silahlı mücadele hakkında yazılı olanları okuduğunuzu, en azından haberdar olduğunuzu düşünüyorum.

Öncelikle »terör« tanımını soğukkanlı bir biçimde bir kez daha düşünmenizi salık vereceğim. Umarım bir bilim insanı olarak ideolojik hegemoni kurma amacıyla – bkz. Irak İşgali, Afganistan/Pakistan Savaşı ve diğerleri – kullanılan »terör« tanımını sorgulamadan kullanmaktan siz de rahatsız oluyorsunuzdur. Hadi diyelim Tokat eylemini yanlış bulduğunuz için bu tanımı kullandınız. Ama bu eylem gökten inmedi ya? Hadi sizin deyiminizle »PKK içinde bir grup açılımı sabote etmek için« bu eylemi yaptı. Peki bunun öncesi? PKK içinde bir grubun »boş durmaktan sıkıldık, bir kaç asker öldürelim de vakit geçirelim« diye eyleme kalkışdıklarını düşünmüyorsunuzdur herhalde.

Tokat eylemi gibi bir misillemenin geleceği gün gibi açıktı. Sizin pek övdüğünüz »açılım« süreci boyunca PKK’nin tüm ateşkes açıklamalarına ve barış çağrılarına rağmen 80’den fazla gerilla öldürülmüş, ısrarla operasyonlar devam ettirilmiş, DTP’liler üzerindeki baskılar artırılmış, özellikle Batı illerinde kin ve nefret ortamı körüklenmiş, Kürtlerin bütün hassasiyeti bilinmesine karşın, kasten yapıldığı gösterile gösterile Abdullah Öcalan’ın tecrit koşulları ağırlaştırılmış, bu durum protesto eden Kürt göstericilere karşı güvenlik güçleri ileri sürülerek, Diyarbakır’da bir genç öldürülmüş ve devletin bu politikalarla, Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye etmek istediği açıkça ilân edilmişti. Yani tüm bunlar bir »misilleme eylemine« açık davetiyeydi. Savaşın sürdüğü bir ortamda başka nasıl bir sonuç çıkartabiliriz ki?

Burada HPG anakarargâhının bu »misilleme eylemine« sahip çıkmış olması talidir, çünkü bir sonuçtur. Yani, bizlerin doğru bulup bulmamasından bağımsız, silahlı mücadele yönteminin ve bu yöntemin gereğinin bir sonucudur. Esas olan ise neden-sonuç ilişkişi temelinde »misilleme eylemine« yol açan nedenlerden kimin sorumlu olduğudur. Soğukkanlı düşünebilen herkes, elini vicdanına koyar ve gelişmeleri bütünselliği içerisinde değerlendirirse, asıl sorumlunun ısrarla sürdürülen devlet politikası olduğu sonucuna varır. Barut, dış etki olmadan, yani ateş veya kıvılcım olmaksızın patlamaz. Patlama bir sonuç ise sorumlu kıvılcımı çakandır. Bana göre kundaklanan otobüste yaralanarak yaşamını yitiren genç kızın, Diyarbakır’da sırtından vurulan gencin, Tokat’taki 7 askerin ve bugüne kadar yaşamını yitiren onbinlerce insanın faili, tek tipci ve inkarcı devlet politikalarıdır.

Bana kalırsa bunları siz de çok iyi biliyorsunuz. Kirli savaşı, işkenceleri, yargısız infazları, baskıları, Kürtlerin kendilerini ifade etmelerinin engellenmesini, köy yakmaları, zorunlu göçleri, reşit olmayan çocukların nasıl mağdur edildiğini, darbe anayasasının ve antidemokratik onlarca yasanın hâlâ yürürlükte olduğunu ve TSK yönetiminin bu gelişmelerde bütünsel olarak taşıdığı sorumluluğu bal gibi biliyorsunuz. Maalesef son günlerde çokca moda olan »iyi Kürt, kötü Kürt« ayrımını siz de yapıyorsunuz.

İyi niyetli olmadığınızı söylemiyorum, kuşkusuz iyi niyetlisiniz. Ama unutmayınız ki, cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir.

»Günahsız olanlar ilk taşı atsın« mı?

DTP’yi eleştirebilirsiniz. Buna karşı çıkacak değilim. Ama lütfen elinizi vicdanınıza koyarak bu eleştirileri yapın. Bakın, yazınızda eleştiriyi Kürtlere söyletiyor, Avrupa Kürdistan Dernekleri Federasyonu KOMKAR’dan bir alıntı yapıyorsunuz. KOMKAR’dan bir çok arkadaşı şahsen tanırım. Bu arkadaşların kendileri dahi »tüm Kürtler« adına konuşmazlarken, sizin sanki Kürtlerin çoğunluğu böyle düşünüyormuş gibi alıntı yapmanızın, kusura bakmayın ama, bilimsellikle, objektiflikle hiç bir âlâkası yok.

Kürtlerin bir bütün olarak aynı siyasî görüşü taşımadığı elbette malûm. Çeşitli örgütler, kurumlar, çeşitli kesimler var. KOMKAR bunlardan sadece bir tanesi. Ancak örgütlerin yanısıra halkın görüşlerini neden alıntılamıyorsunuz? Milyonlarca Kürdün »Abdullah Öcalan siyasî irademdir« demesini neden es geçiyorsunuz? Sokaklara dökülen onbinlerce insanın asıl isteminin salt »17 santimetrekareden« ibaret olmadığını neden kaale almıyorsunuz?

KOMKAR’ın bildirisinde yer alan cümleleri alıntılayarak, DTP’nin asıl muhatabı işaret etmesini yanlış bulduğunuzu teyid ediyorsunuz. Ama neden gerçek bir demokratın, bir liberalin, bir solcunun söylemesi gereken şeyleri, yani başta Abdullah Öcalan olmak üzere, bütün politik tutukluların serbest bırakılmasını neden talep etmiyorsunuz? DTP’ye »kendini inkâr edercesine kalkıp Öcalan’ı muhatap gösterdi« diye kızıyor, DTP’nin var olma gerekçesini, Kürt halkının kendi kurtuluşunun sembolü haline getirdiği Abdullah Öcalan gerçeğini, aynı egemenlerin yaptığı gibi asıl siz inkâr ediyorsunuz.

Kusuruma bakmayın ama, nasıl DTP’nin kapatılmasında sözüm ona »güvercin, şahin ayırımı« rol oynadıysa, sizin yazdıklarınız da aynen Kürtlere yönelik tasfiye politikalarını, daha dün Barış ve Demokrasi Partisi BDP üyesi olan eski DTP’lilerin tutuklanmalarında devlet güçlerine destek olmaktadır. Siz ve sizin gibi iyi niyetli demokratların bir türlü gerçek demokrat olamaması, elmayla armutu karşılaştırması, »iki tarafa karşı olarak« tarafsızlık kisvesi altında, bilinçli ya da bilinçsiz taraf olması, AKP hükümetinin vesayet rejimi ile ortaklaşarak sürdürdüğü saldırgan politikaların en büyük destekçisi olmaktadır.

Unutmadan şunun da altını çizeyim: Devleti eleştirerek »şimdi bütün bu durumlar karşısında, barışçı Kürtler PKK’ya nasıl karşı çıksın? Ben Kürt hareketine nasıl daha fazla yükleneyim? “Devlet” bırakmıyor ki!« diye yazıyorsunuz. İlahi hocam, bir de devlete şöyle bir yüklenseniz nasıl olur? PKK’nin en yetkili ağızlarından barış, ateşkes, demokratik çözüm diye diye çağrılar, açıklamalar yaptığı hiç mi okumadınız? Hem sahi kimdir bu »barışçı Kürtler«? Onu da bir açıklasanız da, aydınlansak. Peki, Fırat’ın doğusunda sokaklara dökülen onbinlerce Kürt, »PKK halktır, halk burada!« diyerek savaş mı istediklerini düşünüyorsunuz? Abdullah Öcalan’ın Demokratik Cumhuriyet çağrısıda mı savaşkan olan?

Sevgili hocam,

Kürtlere akıl vermek yerine, bir kere empati geliştirmeyi deneseniz, nasıl olur? Belki o zaman, PKK’yi yok etmenin ancak yeni bir jenosid ile olanaklı olacağını; savaşa karşı çıkmanın kıstasının, savaşın nedenlerini ortadan kaldırmaya çalışmak olduğunu; Kürtlerin paternalist avukatlara değil, kendi iradelerini ifade ederken önkoşulsuz dayanışmaya ihtiyacı olduklarını ve Kürt halkının da tahammülünün bir sınırı olduğunu göreceksinizdir.

Sizin barışı, demokrasiyi, eşit haklı bir geleceği özlediğinizden zerre kadar şüphem yok. Zaten bu nedenle biraz gecikerek de olsa, size yazma ihtiyacını hissettim. Ama barış, demokrasi, eşit haklı bir gelecek kendiliğinden, biz öyle arzuluyoruz diye oluşmayacak. Uğruna mücadele verilmezse eğer, bedelini ödemeyi göze alamazsak, herşey olduğu gibi kalacak. Ama bunun için önce realiteleri kabullenmemiz, »neyin, ne olduğunu« söylememiz gerek.

DTP kapatıldı. Kapatılan kaçıncı parti, saymadım bile. Ama önümüzde hâlâ fırsatlar var. Belki BDP’de kapatılacak. Gene bir sürü politikacı göz altına alındı, hiç şüphesiz sırada daha onlarcası var göz altına alınacak olan. Peki biz, Kürt olmayanlar ne yapacağız? Siz, sayın hocam, bundan sonra ne yapacaksınız? »Bağımsız ve tarafsız« kalmayı daha ne kadar içinize sindireceksiniz?

Gelin, şimdiye kadar olduğundan farklı davranalım. Demokrasiyi, barışı radikal bir biçimde gündelik yaşamımızda gerçekleştirmek, geleceği birlikte yeniden kurmak için vesayeti, kirli savaşı, AKP sahteciliğini, bariz taraftarlık olan »taraftarsızlığı«, ayırımcılığı içimize sindirmeyelim. Gelin kendimizi örgütlü halkın kucağına bırakalım, Kürt halkının politizasyonunu, örgütlülüğünü tüm ülkeye yayalım. Tuzu kuru konumumuzu, ayrıcalıklarımızı, imtiyazlarımızı, »dükkânlarımızı«, tekil çıkarlarımızı bir süreliğine de olsa, bir yana bırakalım. Gelin beraberce BDP’ye katılalım, BDP’nin sıradan neferleri olalım, kendimizi barışçıl ve demokratik çözüm isteyen Kürtlerin önüne siper edelim. Gelin Kürtlerin kendi yazgılarıyla başbaşa kalmalarına engel olalım, egemenlerin körükledikleri iç savaş potansiyelinin, cinnet selinin önüne barikat olalım. Hiç kimsenin soyu, sopu, dini, dili, etnik kökeni veya cinsel tercihi nedeniyle dışlanmayacağı, ama imtiyaz da görmeyeceği adil, eşit haklı, barışçıl, sosyal, ekolojik kaygılı bir gelecek, gerçek anlamda demokratik bir cumhuriyet için gücümüz ölçüsünde, verebileceklerimizi verelim. Gelin barış için, demokrasi için, özgürlük için gökyüzünden ateşi yeryüzüne indirelim!

Başarısız olsak da, en azından bizden sonraki kuşaklara, yüzümüz ak, hiç olmazsa zincire vurulan Prometheus gibi yapabileceklerimizi yapmaya çalıştık, verebileceğimiz verdik diyebiliriz. Bu kadarcığı bile uğruna mücadele etmeye değer sevgili hocam, fazlasıyla değer!

Ortak özlemlerimizin hatırına sivri dilimi hoş göreceğiniz ümidi ve barışın, demokrasinin, özgürlüğün esas olduğu bir geleceğe olan sarsılmaz inancımla yeni yılınızı kutlar, sağlıklı ve aydınlık günler dilerim.

Dostlukla, sağlıcakla kalınız.

25 Aralık 2009 Cuma

OLUR MU OLUR




Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com


Belki bir gün size ya da tanıdığınız herhangi bir kişiye polisin dur ihtarına karşı durmazsanız ya da duymazsanız, kurşunlara hedef olabilirsiniz. Derler ya “kurşun adres sormaz.” Burası Türkiye’dir. Olur mu olur. Yapılanlar bu ülkede hep yasalara göre uydurulmadı mı? Kaç can böylece gitti? Susulduğu sürece kaç kişiye kurşun isabet edecek?

Polis ve korku devleti olmaya, bunlarla yaşamaya daha devam mı edeceğiz? Her olayda “Adaletin Mülkü” denilen cümle kalıplarında polisler aklanmaya devam mı edecek?

19 Kasım 2009 İstanbul Esenyurt’ta, 21.40’da dur ihtarına uymayarak kaçan iki kişi ile polisler arasında silahlı çatışma yaşandı. Dur denilen bir kişi öldü. Biri polis yoldan geçen minibüs şoförü yaralandı.

TİHV raporuna göre geçen yıl faili meçhul cinayet vakalarında 34, yargısız infaz, dur ihtarı, rasgele ateş açma nedeniyle 37, gözaltında ve cezaevinde şüpheli ölüm vakaları kapsamında da 45 kişi olmak üzere toplam 106 kişi yaşamını yitirdi.

Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Dokümantasyon Merkezi’nin yaşam hakkı ihlallerine ilişkin hazırladığı özel rapora göre, 2008 yılında faili meçhul vakalar, gözaltında veya cezaevlerinde ölümler ile yargısız infaz, dur ihtarına uymama, rasgele ateş açma sonucu meydana gelen ölümlere ilişkin rakamlar, geçmiş yıllar ile karşılaştırıldığında “mevcut yasaların ve düzenlemelerin iddia edildiği gibi güvenlik güçlerinin şiddetini önlemediği” gerçeğini gözler önüne seriyor.

TİHV’nın özenle hazırlamış olduğu delillere dayalı raporda “güvenlik güçlerinin” düzenlenen yasalar karşısında kendi bildiği hukukunu uyguladığıdır. Ayrıca el altından bunların korunduğu ve kollandığı da bir gerçektir.

2008 yılında tespit edilen 34 faili meçhul ölüm, son 8 yılın bu tür ölüm vakaları kapsamında en yüksek rakamını oluşturdu. Gözaltında ve cezaevlerinde meydana gelen ölümlerin sayısı ise 2008 yılında 45’e ulaştı. Bu tür ölümlerde 2005–2007 arasında bir düşüş yaşanmasına karşın son dönemde artış görüldü.

Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu'nun (PVSK) değiştirildi Haziran 2007'den bu yana, polisin silah kullanması nedeniyle ya da kişilerin güvenliğinden sorumlu olduğu gözaltı merkezlerinde, toplam 53 kişi öldü. 13 kişi gözaltı merkezlerinde öldü.

Haziran 2007’ den önce milletvekilleri terörün artığını varsayarak, polis için çıkardığı kanunlarla “ben bildiğimi okurum. Benim adım polis” demeye getirildi.

2000 yılında faili meçhul cinayetler, yargısız infaz, dur ihtarı ve rasgele ateş açma sonucu olayları ve gözaltında ya da cezaevlerinde ölüm vakaları nedeniyle 128 kişi yaşamını yitirdi. 2001 yılında bu rakam 118 olurken 2002 yılında hak ihlalleri sonucu ölenlerin sayısı 94’e düştü. 2003 yılında ise yine bir düşüş yaşanarak hayatını kaybeden kişi sayısı 84 olurken, düşüş devam ederek bu rakam 2004’te 81, 2005’te 81 ve 2006’da da 81 olarak rapora yansıdı. 2008 yılında ise yine artarak 106’ya kadar ulaştı.

2000 yılından 2008 yılına kadar alınan bilgiler doğrultusunda faili meçhul cinayetler, yargısız infaz, dur ihtarı ve rasgele ateş açma sonucu olayları ve gözaltında ya da cezaevlerinde ölüm vakaları dönem dönem düşüş yaşasa da güvenlik güçlerinin şiddeti bitmiş değildir. Aksine devleti yöneten organlarca yüreklendirilmektedir.

TİHV Raporu: İki yılda polis şiddetiyle 53 kişi öldü. Polis yetkilerinin artırıldığı iki yılda 13 kişi gözaltı merkezlerinde öldü. Polis silahıyla 53 kişi yaralandı. 416 işkence, kötü muamele gerçekleşti.

TİHV "Uluslararası normlara göre kolluk kuvvetleri sadece kendisine ve başkalarına yönelik yakın yaşamsal bir tehlike halinde silaha başvurabilir. Oysa PVSK'de yapılan değişiklikle, kolluk kuvvetleri ortada hiçbir tehdit yokken dahi kendilerine tanınan silah kullanma yetkisini en geniş biçimde kullanmıştır" diyor.

416 işkence-kötü muamele

Bu sürede toplam 416 işkence ve kötü muamele olayı gerçekleşti. TİHV raporunda, bunların dağılımıysa şöyle:

Kaba Dayak: 230, Hakaret: 57, Biber Gazı: 47, Basınçlı Su ve Soğuk Su Tutma: 11, Sözlü Taciz: 7, Öldürme Tehdidi: 5, Tecavüz tehdidi: 5, Hayâ Burma: 4, Soğuk ve karanlık bir

Ortam da bekletme: 3, Diz üstünde veya hareketsiz bekletme: 3, Aç ve susuz bırakma: 2, Copla tecavüz: 2, Nefessiz bırakma: 2, Çıplak bırakma: 2, İstenilmeyen hareketlere zorlama: 2.

Bu olayların çoğunun, 168'inin sokakta gerçekleşmesi, resmi mekân dışı işkencenin yoğunluğunu gösteriyor. 109 olaysa gözaltı mekânlarında gerçekleşti. TİHV bu durum için "Bu veriler, onlara kaynaklık eden olay öyküleri birlikte incelendiğinde, kolluk kuvvetlerinin durdurma ya da arama işlemleri yaparken, kimlik sorarken ya da suçu önlemeye yönelik müdahalelerde bulunurken, nakil aracında ya da gözaltı sırasında sıkça aşırı ve orantısız güç kullanımına başvurduğu, işkence ve kötü muamelede bulunduğu anlaşılmaktadır" diyor.

İki yılda, 47 ilde meydana gelen en az 331 olay sonucunda en az 1.605 kişi çeşitli hak ihlalline maruz kaldı. En fazla hak ihlali 109 olayla İstanbul, 23 olayla İzmir, 17'şer olayla Diyarbakır ve Hakkâri, 16 olayla Van, 14'er olayla Ankara ve Adana'da gerçekleşti. TİHV bu verileri "PVSK'de yapılan değişiklik sonucu gerçekleşen ihlallerin münferit değil aksine sistematik ve tüm ülke sathında nedenli yaygın olduğunu açıkça gösteriyor" diye yorumluyor.

TİHV bu verileri kişilerin müracaatlarıyla ya da adli kayıtların incelenmesinden faydalanmışsalar da, kayda geçmeyen güvenlik güçlerinin yapmış oldukları olaylar zinciri bu verilerin dışındadır. Bu çalışma TİHV’li emekçilerin özverili çalışmasıdır diyebiliriz.

Güvenlik güçlerinin, faili meçhul cinayetler, yargısız infaz, dur ihtarı ve rasgele ateş açma sonucu olayları ve gözaltında ya da cezaevlerinde ölüm vakaları sonucunda ister istemez toplumun bir kemsini düşündürmeye sürükledi! Güvenlik güçlerinden zarar gören aileler bir şeyler yapmanın etkisiyle örgütlenmeye girdi.

Polisin silah kullanması sonucu ölen Baran Tursun'un babası Mehmet Tursun, polisin şiddet kullanmasıyla ölen Feyzullah Ete 'nin ailesini ziyaret etti. Tursun, “polis mağduru ailelerin bir araya geleceklerini, iki günlük toplantıda yaşadıkları sorunları konuşacaklarını, adalet taleplerini dile getireceklerini” bildirdi.

“Polis şiddetiyle yaşamını yitirenlerin ailelerini ziyaret etmeye devam edeceğini” belirten Tursun, “ayrıca, mağdur aileleri arasında hukuki, maddi ve manevi bir yardımlaşma ağı yaratabilmek için Baran Tursun Vakfı'nı kuracaklarını” duyurdu.

Mağdur yakınları başka canların yanmaması için örgütlenirlerken, olanak yaratmaya, kitlelere ulaşmaya çalıştıklarını görmekteyiz. Bizlere düşen görevde seyirci kalmamak ve bir gün sıranın size, bize gelebileceğini aklınızdan, aklımızdan çıkarmamalıyız. Olur mu olur. İster inanın ister inanmayın! Türkiye’deki insan yaşamları gözler önündedir.

İnsanca yaşayabiliriz. Biz istersek olur mu olur.

---------------

NEWROZ HAFTALIK SİYASİ YORUM GAZETESİ

Fotoyarış sitesi Fatma Ataseven ile Röportaj Yaptı...



“…Fotoğrafta da verilmek istenen mesaj sadece fotoğraf ile anlatılıp aktarılabiliniyorsa fotoğrafın sanatsal değerinden sözedebiliriz. Başka sanat argümanları veya diğer iletişim araçları ile desteklenen fotoğrafın sanat içeriği yoktur diye düşünüyorum..”


1) Selamlar Fatma Hanım öncelikle bize kendinizi kısaca anlatır mısınız? Kimdir Nedecen?..

-----Merhaba

Nedecen ‘i nedecen ..:))))

Fatma Ataseven kim derseniz ; yerleşik hayata muhalif göçebe yaşam algısı ile “hayatı kekeleyerek “ yaşamaya çalışan bir deli. İçmimarlık okurken 12 eylül’ün gazabına uğradı , sonra iktisat okudu , 3 yıl öğretmenlik 20 yıl muhasebecilik yaptı,

Şimdilerde yazıyor kendince ve güzellikleri arıyor yaşamın bir öğrenicisi olarak.

2) Fotoğraf denildiğinde aklınıza gelen ilk 3 kelime?

--- ışık ,kompozisyon ve kadraj.

3) Kimin sayesinde tanıştınız ilk fotoğrafla?

---Orta okulda tanıştım ilk fotoğrafla , matematik öğretmenim sayesinde. arkadaşlarıma ,öğretmenlerime ve aileme ait hatıra fotoğraflarım “ suçlu bulunmuştu “, ve ilgili yetkili sıkıyönetim komutanlarının emri ile imha edildi.

4) Ne zaman tanıştınız ilk fotoğraf makinesiyle?

--- Almanya’da bir akrabamız vardı mektup yazıp fotoğraf makinesi istediğimi hatırlıyorum. :) yaklaşık 7-8 ay beklemiştim yıllık izine gelmelerini . küçücük bir makineydi ve cebime koyup uyumuştum.

5) İlk çektiğiniz fotoğrafı hatırlıyor musunuz?

--- evet, bütün aileyi biraraya getirip ilk hatıra fotoğrafımı çekmiştim.

6) Kompozisyon düşünce aşamasındayken, genelde fotoğraflarınızda olması gereken nelerdir?

---- kurgu fotoğrafları sonradan keşfettim , an’a aitti genelde , düşünerek planlayarak çekilmiş fotoğraflar değildi ilk çektiklerim.

7) Kadraj kişinin dünyaya bakış açısıdır. Siz neye dikkat edersiniz kadrajınız da?

--- Hayatın ve doğanın içinden kesitler olmalı kadrajımda, yaşamın kendisi yani.

8) Fotoğraf sanatın neresinde değerlendirebilir misiniz?

Fotoğraf ne zaman sanattır ? ya da fotoğraf sanatın neresindedir ?

Güzel bir soru ve tartışılan bir soru takip ettiğim kadar; Kimi ustalar “resim” demekte fotoğrafa , kimileri fotoğrafı sanat olarak kabul etmemekte, Görsel sanatlarda “resim heykel v.s. tek başına bir mesaj verebilmekte. Fotoğrafta da verilmek istenen mesaj sadece fotoğraf ile anlatılıp aktarılabiliniyorsa fotoğrafın sanatsal değerinden sözedebiliriz. Başka sanat argümanları veya diğer iletişim araçları ile desteklenen fotoğrafın sanat içeriği yoktur diye düşünüyorum

9) Bir fotoğrafta ilk ne dikkatinizi çeker?
--- kadraj ve kompozisyon .

10) Fotoğraflarınızı anlatabilir misiniz kısaca? Karanlık oda çalışmalarınız hakkında bilgi verebilir misiniz?

--- Karanlık oda çalışmalarım olmadı , dijital makinelerle tanışmadan önce fotoğraf stüdyolarını giderdim tab halinde alırdım . gidip gele ahbap olduğum fotoğrafçı çok fazla “pimpirikli “ olduğu için sadece izlememe izin veriyordu.

Fotoğrafa müdahale etmeyi sevmiyorum fakat bende zaman zaman photoshop uyguladığım yada denediğim oluyor . Eskiden karanlık odalar vardı ,şimdi ise fotoğraf düzenleme proğramları, masabaşı mesaisi , küçümsememek lazım ( boyun fıtığı ve kireçleme gibi meslek hastalığı bile sözkonusu) 10 saat bir fotoğrafı adam etmek için uğraşanları biliyorum. 10 saatta milyon tane yeni fotoğraf çekme olanağı var olduğu halde.

11) Fotoğraflarınızdaki ifadeyi anlatır mısınız? Ne olmasını isterdiniz? Size göre tamamlayamadığım dediğiniz şeyler nelerdir?

--- Ben güzel görünen her şeyi çekmeyi seviyorum , sonra çektiklerimi izlemeyi , yeri ,zamanı, o anı yeniden tekrar eder gibiyim.

12) Şu an da Ülkemizde fotoğrafın geldiği yer konusundaki düşüncelerinizi alabilir miyiz.?

--- İnternet üzerinden izlediğim yabancı siteler var , Belgeseller filan , bizden çok ilerideler. İlginç olanın peşinde olan bir ülkeyiz şimdilerde ve sanatla ya da fotoğrafla ilgilenenlerde ilginç olan olay ve olgularla ilgileniyor , bu durumdan önemli olana geçme gayretleri olan fotoğrafçılar da var tabiki, bir süre sonra iyi bir yerde olacağımızı hayal ediyorum.

13) Fotoğrafa gereken önem veriliyor mu? Sizce nasıl olmalıdır? Neler yapılabilir?

--- “Sanatın içine tükürüldüğü” bir ülkedeyiz biliyorsunuz , buna rağmen fotoğrafın önemsendiğine inanıyorum . Sanat üretimeden bir şey yapılmaz , önce üretilmeli , yaratıcı sanatçılar tabiki desteklenmeli , Vergi Usul Kanunun’dan muaf tutulmalı örneğin .:)

14) Fotoğraf sanatçılarının amatör fotoğrafçılara gereken özeni gösterdiğini düşünüyor musunuz?

--- evet , güzel “AZARLIYORLAR”

15) En çok neyin fotoğrafını çekmek istersiniz?

--- Tabiki DEVRİMİN,

16) Unutamadığınız fotoğraf hangisi? Kendi fotoğraflarınızdan hangisini daha çok seviyorsunuz?

--- Unutamadığım bir fotoğraf yıllar önce bir gazetede görmüştüm , İndiana’da iki genç zencinin meydanda bir ağaca asılıp , parçalanmış kanlı gömlekleri ile günlerce ipte sallandırılışlarını izleyen halkın sanki bir düğün davetine ya da bir eğlenceye gelmiş gibi giyinip kuşanıp karşılarında siyah renkli gençlerin ölü bedenlerini seyrederek nasılda mutlu olduklarını gösteren bir linç fotoğrafı . Fotoğrafçının ismini anımsayamadım.

--- Kendi fotoğraflarımın çoğunu seviyorum , Henüz iyi durumda değilim ,ancak her fotoğrafçı gibi bende hayal ediyorum bir gün tüm dünya çektiğim fotoğraftan sözedecek diye. Net olmadığı için paylaştığım sitelerde ustalar lütfedip tek kelime yazmadılar, dostlarım ise netsizliğe bir gün çözüm bulacağım umudu içindeler. !.

17) Günün birinde, Bir sihirli değnek geçse elinize acaba değneğin ucu fotoğrafa değecek mi? Neler yapardınız?

--- Fotoğrafdan indirmezdim :))

18) Hiç fotoğraf serginiz oldu mu? Yakın zamanda olacak mı?

--- olmadı, acemiyim henüz , sergiyi düşünüyorum elbette..

19) Fotoğrafın dışında başka ilgilendiğiniz sanat dalları nelerdir?
--- Edebiyatla ilgileniyorum.

20) İnsanların sizi anarken hangi yönünüzle anmasını isterdiniz?

--- fatma ataseven iyi şeyler hissettirmeli tanıyanlarına.

21) Fotoğraf ve siz önümüzdeki dönem projelerinizi paylaşmak ister misiniz? Ne gibi projeleriniz var?

--- Amatörce çekmeye devam edeceğim, ve çektiğim fotoğrafları dostlarımla paylaşmak, üzerine sohbet etmek, büyük iddialarım yada uzun süreçli projelerim yok, keyif aldığım için fotoğraf çekiyorum vermediği zaman bırakırım sanırım. :)

22) İlk ne zaman fotoğraf paylaşım sitelerine üye oldunuz?

--- 2006 yılında fotokritik sitesine üye olmuştum. Moderatör tarafından üyeliğim süresiz askıya alındı, gerekçe “siyasi düşüncelerimi empoze “ ediyormuşum. Uzun yazışmalar sonucunda üyeliğimi sildirdim.

23) Paylaşım sitelerinde neler öğrendiğinizi kısaca anlatabilir misiniz? Size neler kattı?

--- okul gibi çok katkıları oldu ilk zamanlarda ,

24) Bir fotoğraf paylaşım sitesinde olmasını istedikleriniz nelerdir? Fotayaris.com bu konuda size hitabediyor mu?

--- özgür hissediyorum kendimi Fotoyarış sitesinde, nazik ve ilgililer, kurallarla karşılaşmadım , birde Moderatör “şişşt” diye kulağımı çekmedi henüz. Memnunum yani. Diplomalı öğretmenlerimiz var iken , herkese öğretmenlik yapma gibi bir görev üstlenenlerle karşılaşmadığım sürece başka bir isteğim olmaz.

25)Fotoyaris.com’u değerlendirebilir misiniz? Diğer sitelerle karşılaştırmanızı

istesek?

Yabancı fotoğrafçılarında üye olmasını bekliyorum Fotoyarış’a. Herşey daha güzel olacak, umut olmalı.

------------------

http://www.fotoyaris.com/rop_detay.asp?rop_id=106

KORKU VE CESARET




Mustafa Elveren-Em.Öğrt.
mustafaelveren@gmail.com

Doğum ne kadar sevindirici ise, ölüm de o kadar üzücüdür. Doğum da, ölüm de birbirlerini tamamlayan yaşamın gerçekleridir. Bir insan ne kadar cesaretli ise, o kadar da korkaktır. Cesaret de korku da insan yaşamında çok önemli bir yer tutmaktadır. O nedenle insanların ölümden korkması çok doğaldır.

Gerek devlet yönetimleri olsun, gerekse içiçe yaşadığımız toplum olsun hep bir şiddet kültürüne sahip olduğunu görmekteyiz. Şöyle ki ; “Önce babamızdan korkardık. Çünkü bize göre çok güçlü idi, arada bir annemizi de döverdi. Sonra evden çıkınca tarlaya, yaylaya gidince bu kez hayvanlardan korktuk, yabani hayvanlardan yılan, kurt gibi… Sonra masallar dinledik. Cinlerden, perilerden korktuk. Biraz daha büyüdük, candarmadan korktuk,.. Büyüdük şehirlere geldik, bu kez polisten korktuk. Daha büyüdük, olgunlaştık, bu kez asıl korku başladı, gelecekten korktuk. Kendimizden vazgeçtik, sonraki neslin ne olacağından korktuk. Düzenden korktuk,.. Belli bir yaştan sonra şiddetli bir inanç sarar ve nasıl cennete giderim hesabı ile Cehennem'den korktuk…” (Abdullah Bulut-24.11.2009 / Gomanweb) Sayın Bulut’un bu gerçekçi tespitine biraz da ben eklemek istiyorum. Aslında ülkemizde asker ve öğretmen korkusu en başta gelir. Öyle bir eğitim sistemi ki, Müzik ve Resim derslerinde bile askeri yöntemler uygulanıyor. (Maalesef ben de bu sistemin bir parçasıyım)

Bu kültürde şiddeti cesaret olarak bize belletmişler. E-posta kutularımız bu kültürün ürünü olan şiddet mesajlarıyla dolmaktadır. Bunlar kendilerini çok cesaretli sanıyorlar. “Bilir misiniz en cesaretli insan cahil insandır. En Korkak insan bilgili, tecrübeli ve düşünceli insandır. Neden cahil dost yerine akıllı düşman hep tercih edilmiştir? Düşmandan ziyade cahil dosttan kaçınılmıştır.” (S. Doğan 02.10.2009 /Gomanweb) Pirim’in bu güzel tespitini ben bir uyarı olarak algılıyorum ve çok önemsiyorum.

Askerlik yapanlar bilirler. Askeri eğitim alanlarında; “askerlik, öldürme ve ölme sanatıdır” biçiminde tanımlanmaktadır. Ülkemizde yaşanmakta olan “kirli savaş” nedeniyle, hala ölme ve öldürme kültürü çok yoğun bir biçimde kendini göstermektedir. Cesaret ve korku sınırını bilmediğimizden, ne yazık ki, sorunlarımızı birlikte çözme şansını bir türlü yakalayamıyoruz. Sorunun temeline inmeden, sırf bir örgüt sorunu gibi lanse ederek, “kınıyor musun?” demogojisiyle gerçekleri halktan gizlemektedirler. Halbuki; “bir ülkede çatışmalara neden olan bir sorun varsa, her an, her yerde, her biçimde eylem, suikast ve saldırı olabilir. Bu eylem ve saldırıları sahiplerine göre kınamak veya sahiplerine göre hoş görmek, sorunun çözümüne hiçbir katkı sağlamaz…” (Hasan Bildirici-18,12.2009 / kurdistan-post) Sayın Bildirici’nin yaptığı bu analizin yerinde olduğunu düşünüyorum.

İçinde bulunduğumuz korkulu duruma karşı cesaretimizi de toplamak gerekir. Türkçede korku ve cesaret birbirlerine zıt anlamlı sözcüklerdir. Bu rezil düzen tarafından anadilim yasaklandığı ve asimle olduğum için, ne yazık ki, Kürtçedeki anlamlarını bilmiyorum. O nedenle, yasaklar hep korku ve şiddetti üretmiştir.

Başta da belirttiğim gibi; doğum ve ölüm, korku ve cesaret gibi kavramlar yaşamımızın en önemli parçalarıdırlar. Dolayısıyla, korkuyu da, cesareti de insanlık değerleri için kullanmamız gerekir. Aksi halde, ölme ve öldürme gibi şiddet kültüründen kurtulamayız.

Yeni bir yıla girmek üzereyken, her şeye rağmen ülkemizde barışın ve dostluğun sağlaması için korkusuz yarınlar diliyorum.

--------------
WEB: http://www.gomanweb.com/

24 Aralık 2009 Perşembe

İMAM DEFİNLİ ALEVİLER



Zafer KÖKVER

Alevi Bektaşi Haber Merkezi
alevilertr@gmail.com

18.12.2009 tarihinde Hacıbektaş’tan gelen acı bir haber ile tüm aile olarak derin bir üzüntüyle sarsıldık.
Çok sevdiğim Teyzem müzmin rahatsızlıklarının ardından eklenen bir takım beklenmeyen travmalara daha fazla direnemeyerek Cuma sabahı saat 10;05 gibi hakka yürüdü.

Toprağı bol olsun.

Tanıdığım tüm Alevi kadınlar gibi oda misafirperver,kadirşinas ve eli bol, dost canlısı bir insandı.
Hakka yürüyüşünün öncesinde kendi ölümünü kabul edercesine bir bilinç ile tüm hazırlıklarını yapmış, tüm sevdicekleri ile helalleşmişti.

Vasiyeti acıktı, kendince yaşadığını yaşamış kalanlara muhabbet uzun ömür dileyerek bıraktığı engin sevgi ve büyük bir boşlukla aramızdan ayrılmıştı.

Teyzemin ölümünü müteakip olan olayları biraz olsun ölüne karşı duyulan acıdan sıyrıldığımda objektif olarak gözleme şansına sahip oldum.

Öncelikle eve getirilen bir cami imamı sürekli dua edip, yakınlarını teskin edici sözler söyleyip, cenazeye karışı yapılması gereken hizmet ve davranışlar için açıklamalar yapıyordu. O anda kendime geldim.

Duvarlarını Hz. Ali ve Hacı Bektaşi Veli’nin resimlerinin süslediği bir Bektaşi Alevi evinde bir Alevi Dedesinin veya en azından bu konuda bilgili birinin bulunmamasını kendi kendime çok ama çok yadırgadım.
¨
Teyzem Alevi Bektaşilik konusunda katı idi ve Sünnilere biraz uzak durmaya çalışır, kendi kendine yoğurdunu üfleyerek yerdi. Evde kışın bir kapı açılıp da soğuk hava dolsa “YEZİT NEFESİ GİBİ” geliyor kapatın kapıyı diye seslenirdi.

Teyzemin cenazesi, yıkanması ,kefenlenmesi, defnine kadar olan süreçte yine cami imamı nezaretinde gerçekleşti.

Acaba Hacıbektaş gibi Alevi Bektaşi İnanç merkezinde cenaze hizmetlerinin Alevi Bektaşi inancı dışında tamamen Suni inanç ve geleneklerine göre yapılmasının sebebi neydi ? neden bu insanlar böyle bir yöntemi itirazsız kabul etmişlerdi.

Bu husus anlamak için epey bir geriye gitmek gerekiyordu.

Konuya anlamak ve anlatabilmek için Pir Hacı Bektaş Veli ve Türbenin tarihini ve bu güne kadar Hacıbektaş halkının yaşadıkların da aramak gerekti.

Vilayetname'ye göre türbe, atası Gazi Osman ile yakınlıklarından dolayı, Hacı Bektaş Veli'nin anısına içten bağlı olan Sultan Gazi Murat (Orhan Bey) (1326-1389) tarafından, Yanko Madyan adlı bir mimara yaptırılmıştır.

Ayrıcada; Türbenin, Seyyid Ali Sultan tarafından 1385 yılında yaptırıldığı da ileri sürülmektedir.
Yine Vilayetname'ye göre türbe, atası Gazi Osman ile yakınlıklarından dolayı, Hacı Bektaş Veli'nin anısına içten bağlı olan Sultan Gazi Murat (Orhan Bey) (1326-1389) tarafından, Yanko Madyan adlı bir mimara yaptırılmıştır. Türbenin, Seyyid Ali Sultan tarafından 1385 yılında yaptırıldığı da ileri sürülmektedir

Türbe içinde bulunan caminin de Yavuz Sultan Selim dönemindeki son Dulkadiroğlu Emiri Şehsuvar Bey oğlu Ali Bey tarafından 926 (M.1519-1520) yılında yaptırıldığının" yazılı olduğu ileri sürülmektedir.

Bilindiği üzere 30 Kasım 1925 tarihinde yürürlüğe giren Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasına dair yasa ile, Hacı Bektaş Veli Dergahı da kapatılmıştır.

O günü kadar Tekkede yaşayan Tekke Babasının görevlendirdiği kimseler tarafından yapılan defin işlemleri türbenin kapatılması son bulmuş Hacıbektaş halkı makus talihine bırakılmıştır.
1964 yılında müze olarak Tekkenin açılmış olması sistemin düzeltmediği gibi paradigmanın daha da yerleşmesine neden olmuştur.

Sonuç olarak Hacıbektaş da yaşayan Alevi Bektaşinin cenazesi Suni gelenek ve göreneklerine defnedilmektedir.

Hakka yürüdüğü kabul edilen Alevi Cenazesi suni imam yerine bir Alevi Dedesi gözetiminde veya cenaze sahibinin isteği doğrultusunda her iki hizmetinde ayrı ayrı veya bir arada sunularak verilmesi gerekmez mi.

Buradan bu konuda tek yetkili olan Yerel Yöneticilere sesleniyorum.

Lütfen bu sorunu çözün sorunu görmezden gelmek unutturmak Hacıbektaş halkını asimile etmektir.

Bu gün bana yarın sana.

Lütfen bu konu acil ilgi bekliyor.

23 Aralık 2009 Çarşamba

“Kürtçe dünyanın en eski ve en gelişkin dilidir”



“Kürtçe dünyanın en eski ve en gelişkin dilidir” diyen Kürdolog Wezîrê Eşo, “74 yaşımdayım hala Kürtçeyi öğrenmeye çalışıyorum. Hala yeni bir kelime öğrendiğimde onu not edip kullanmaya çalışıyorum” diyor.

Rêya Teze’den Erivan Radyosu’na kadar Kürt dili üzerine önemli araştırmalar yapan Kürdolog Wezîrê Eşo, yabancı halklar içinde en fazla Ermeni ve Rus aydınların Kürtler hakkında kitaplar yazdığını söyledi. Kürtlerin çoğunlukla günlük konuşma ve halk dilini konuştuklarını söyleyen Wezîrê Eşo, “Şüphesiz ki bu bazı şeyler için yeterli değil, ancak Kürtçe dünyanın en eski ve en gelişkin dilidir ki bu kadar baskı ve inkara karşı ayakta duruyor. Kürt dili aynı zamanda dünyanın en onurlu dilidir. Çünkü her şeye rağmen kendisini kültürel yaşamda koruyarak bu halkın varlığı haline gelmiştir. Bunu zenginleştirip üretmek bizim görevimizdir. Ben 74 yaşımdayım hala Kürtçeyi öğrenmeye çalışıyorum. Bizim diğer milletler kadar kendi dilimizde yazma ve birikim oluşturma şansımız olmamış ama dilimiz halkımızın kültür ve yaşamın da kendini bütün zenginliği ile korumayı başarmıştır. Bu dil bizim uzayı öğrenmemize de, şiire dökmemize de, romanı yazmamıza da yeter” dedi. Rêya Teze gazetesi ve Erivan Radyosu’nun yanı sıra birçok yerde Kürt dili üzerine eserler sunan Kürdolog Wezîrê Eşo ile yaşamı, Ermeni ve Rus edebiyatçılarının Kürtler hakkındaki düşüncelerini ve Kürt diline üzerine yaptığı çalışmaları anlattı:

‘Kars hikayeleriyle büyüdük’

“Ailem Kars bölgesinde yaşıyordu. Kars, 1. Dünya Savaşı’nda Rusya İmparatorluğu’nun sınırlarına girmişti. Bilindiği gibi Rusya, Lenin’in Ekim Devrimi’ni gerçekleştirmesinden sonra savaştan çekildiğini ilan etti. Bu dönem bazı Êzidî Kürtleri de Ermeni katliamına benzer katliamlardan korkarak, bazı Ermeni aşiretleri ile birlikte Erivan ovasına göç etti. Osmanlı’nın saldırıları sonucu ailem buradaki Kürtlerle birlikte Tiflis’e gitmek zorunda kalmış. Yani Serhat’taki Êzidîlerin bu dönemdeki yaşamları Osmanlı zulmünden kaçmakla geçmiştir. Çocukluğumda bu bölgedeki Axbaran Köyü’nde geçti. Babam köy akşamlarında Kars’ı anlatırken hep ülke derdi.

Benim Kürtçeye olan sevdam babamdan gelir. Babam Kürt dili üzerine Bedirxanilerden eğitim görmüştü. Ben de orta öğrenimini Tiflis’te, yüksek öğrenimimi Erivan Üniversitesi Tarih Bölümü’nde yaptım. Okulu bitirdikten sonra çocukluğumun geçirdiği Sipan’daki ilkokulun müdürü oldum. Bu köy okulunda 3 yıl boyunca severek çalıştım. 1958’de ise açılan Doğu Bilimleri Akademisi’ne Haciye Cindi ve Emine Evdal’ın asistanı olarak alındım. Daha sonra Leningrad Üniversitesi’ndeki Kürdoloji Bölümü’ne gönderildim.

Kürdoloji çalışmaları...

Leningrad Üniversitesi Kürdoloji Bölümü’nün hikayesi Rusya’nın Erzurum Konsolosu Aleksandır Jaba Mele Mahtut Beyazidi aracılığıyla Kürdistan’da çok sayıda yazılı çalışma getirmesine dayanır. Bu materyaller bu bölüm sayesinde korunuyor. Kürtlere ait binlerce yazılı materyalin Osmanlı ve Türk yönetimleri tarafından el konulup tahrip edildiklerini biliyoruz. Bu materyaller arasında Ortaçağ Kürt şair ve edebiyatçılara ait eserler de var. Leningrat’taki Kürdoloji Bölümü’ne gittiğimizde orada Kanade Kurdo ile karşılaştık. Kurdo oranın direktörüydü. Yine Ordixane Celil, Celile Celil, Maksime Xemo, Zera Usıf, Yahudi asıllı Serk Çuperman, ortaçağ Kürt edebiyatı Jinya Vasilyeva, yine edebiyatla uğraşan Jaka Güney Kürdistan’dan Marif Xeznedar, tarih konusunda ise Kaus Kaftan vardı. Bizde buradaki Kürt aydınları ile birlikte çalışmaya özellikle de Kürdistan tarihi ve edebiyatı ile ilgili eğitim görmeye başladık. Burada gördüğüm, Rusya’da Kürtlerle ilgili biriken arşivler artık Avrupa’daki ve diğer tüm ülkelerdeki kaynaklardan daha fazladır. Çünkü Ruslar Kürdistan’a yakındı ve Kürdistan’ın kendi denetiminde olmasını istiyordu. Bu yüzdende Kürdistan’la direk ilgileniyordu. Birçok aydınını araştırmacını göndererek Kürdistan hakkında bilgi topluyordu.

Çarlık Rusyas Kürtlere daha iyi yaklaştı

Kürdistan’a giden Rus aydın ve araştırmacılar Kürtler hakkında iyi şeyler yazmışlardı. Özellikle Çarlık Rusyası’ndan bu konu için gidenler Kürtler hakkında olumlu izlenimler yazmışlardı. Ancak Ekim Devrimi’nden sonra yani Kemalistler ile Lenin arasında imzalanan dostluk ve işbirliği anlaşması ile birlikte Kürtler hakkındaki fikirleri bir süre içinde olsa değişti. Bu yaklaşım Türkiye’nin NATO ya girişine kadar sürdü. Türkiye NATO’ya girince Kürtler hakkındaki görüşler de olumlu olarak değişti. Bu dönem yazmaya başlayan Lazerev ve Xatil, Kürtlerden övgüyle söz etmeye başladılar. Xatil Kürtlerin kendi toprakları ve özgürlükleri için savaştıklarını anlatan kitaplar yazdı. Lazerev, ‘Kürdistan ve Kürt Problemi’ ve Kürtlerin 12. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar kadar Kürt tarihi ile ilgili kitaplar yazdı.

Kürt aydınlarından Kanade Kurdo ilk olarak Kürt dili ve gramerini yazdı. Daha önce Haciye Cindi yazmıştı ama Cindi dilbilimci değildi. Kurdo Kürt dilini daha ayrıntılı ortaya koydu. Kürtçe-Rusça sözlük Kürt dili konusunda en kapsamlı yazılı çalışmaları Serk Çukerman ile Mahabat Kürt Cumhuriyeti’nden sonra Rusya’ya sığınan Kerim Eyubi yaptı. Maruf Xaznadar doktora tezi olarak yazdığı Kürt Edebiyatı Kitabı Rusya’da yayınlandı. Celil ailesinden Cemile Celil Kürt edebiyatı, Ordixan Celil Kürt kültürü konusunda araştırmalar yaptı. Doğu Kürdistan’daki bir ayaklanmayı anlattığı ‘Kela Dimdimi u Xana Çem Zerin’ Maksime Xemo Güney Kürdistan ‘Zarava Behdini’ Masiyereva Kürt tarihi hakkında önemli bir çalışma yaptı. Kaus Kaftan Barzani ayaklanmaları üzerine araştırmalar yaptı. Yine aynı dönemlerde Haciye Cindi’nin çabalarıyla açılan ve yürütülen Erivan’daki Kurdoloji bölümü de önemli çalışmalar yürütülmeye başlanmıştı. Bu dönemin en büyük özelliği artık Kürtler sadece başka halkların aydınlarından bir şeyler beklemekten vazgeçmiş Kürdoloji konusunda aydınlanıp bir şeyler üretmeye başlamalarıydı.

Rêya Teze ve Erivan Radyosu

Stalin’in ölümünden sonra Ermenistan Devlet Başkanı Sver Tomasyan, 1954’te tüm Kürt aydın ve ileri gelenlerini Erivan’a toplayarak Kürtlerin istemlerini toparlamaya ve somutlaştırmak için bir toplantı yaptı. Bu toplantıdan sonra 1955’te Rêya Teze gazetesi yeniden çıktı. Yine aynı dönem Erivan Radyosu da yeniden yayına başladı. Ancak bu kez bütün Kürdistan’ın dinleyebileceği vericilerle yayın yapıyordu. Biz sesimizi ülkemize duyurabilmenin heyecanını yaşıyorduk. O zaman radyonun başında Casime Celil vardı. Celil bana bazı Rus yazılarını tercüme etmek için veriyor, bende bunları büyük heyecanla tercüme edip veriyordum. Yani hem Ermeni ve hem de Rus edebiyatı ve yazılarını Kürtçeye çevirip yayınlıyordum.

Leningrad Üniversitesi Kürdoloji Bölümü’nden döndüğümde de yine haftanın iki günü resmi olarak bu kurumlarda çalışmayı sürdürdüm. Yine Rêya Teze’ye muhabir olarak girdim. Bu tarihten yani ikinci dönem yani 1955’in ilk günlerinden başlayarak yarım asırlık bir çalışma yaptım. Rêya Teze gazetesi ve Erivan Radyosu için haber, çeviri, makale ve yorumlar yazdım. Bunların çoğunluğu yayınlandı. Ermenistan’da yayın yapan bu yayınların hem Sovyetlerde yaşayan Kürtlere hem de Kürdistan’a önemli bir katkı sunmuştu. Ebetteki Sovyet politikaları dışında kendi düşüncelerimizi özgürce yazıp yayınlama konusunda sınırlandırmalar vardı. Bütün sınırlandırmalar ve aksamalara rağmen Erivan Radyosunun Kürt ulusal bilincinin oluşmasına önemli bir katkı sunmuştur.

Ermeni aydınların gözüyle Kürtler

Eski Sovyet cumhuriyetleri içinde Kürtler üzerine en fazla yazan halk Ermenilerdir. Ermeni araştırmacı, yazar ve tarihçiler Kürtler üzerine çok şey yazmışlardır. Çünkü bu iki halk Sovyetler yokken birlikte yaşamışlardı. Elbette ki içlerinde Kürtleri kötü gösteren, Türklerle birleşip Ermenileri katletmekle suçlayanlar da var. Ancak ağırlıklı olarak Ermeni aydın ve tarihçileri Kürtleri kardeş bir halk olarak değerlendirmişlerdi. Bunlar içinde Xaçatur Abovyan, Yerya Zavyan ve unutmayalım ki Obset Orbelli’de Ermeni kökenlidir.

Xaçatur Abuvyan 19. yüyyılda yaşayan bir Ermeni aydınıdır ve aynı zamanda Ermeni edebiyatının kurucusu olarak kabul edilir. Abovyan doğu halkları içinde dili ve kültürü en zengin halk olarak Kürtleri görmüştür. Çok ilginçtir Abovyan bütün Kürtleri şair olarak nitelendirmiştir. Bazı Kürtler aydınları Abovyan’ın Kürdolojinin temellerini atan kişi olarak değerlendirirler. Orbelli ise 1911 ve 1913’lerde birkaç kez Kürdistan’a gitmiş ve Van’ın Muks kazasına giderek Ermeni ve Kürtleri araştırmış, birçok eser kaleme almış. Abuvyan’ın ‘Kürtler’ ve ‘Êzidî’ adlı iki kitabını tercüme ettim. Bu kitap yazdığım 50 sayfalık bir önsözle birlikte 1986 yayınlandı. Yine 1982 Ermeni yazarların Kürtler üzerine yazdıkları hikayeleri Kürtçeye tercüme ederek ‘Dostların konuştukları’ adlı kitapta topladım bunlarda yayınlandı. Bu hikayelerin kahramanları Kürt’tür”.

RAHMİ YAĞMUR/ ANF/ERİVAN

YENİ ÖZGÜR POLİTİKA

20 Aralık 2009 Pazar

“Çatı Partisi Girişimi”...


“Çatı Partisi Girişimi” veya “Demokrasi İçin Birlik Hareketi”, Barış ve Demokrasi Partisi’ne Katılmalı ve Soldaki Diğer Benzeri Girişimlere Katılma Çağrısı Yapmalıdır!

Demir Küçükaydın
Köxüz ( koxuz@koxuz.org)

“Çatı Partisi Girişimi” ya da sonradan kendine verdiği adıyla “Demokrasi İçin Birlik Hareketi”, daha doğrusu bu girişimin içinde aktif olan kişi ve örgütler, şimdiye kadar fiilen Kürt hareketi ile veya DTP ile bir dayanışma girişimi olmaktan öteye gidemedi.

Aslında “Çatı Partisi Girişimi” tam bir yıl önce yapılan toplantıda daha doğamadan ağır bir yara almış ve bir düşük olmuştu.
Bu düşük o günden bu yana, bir küvezdedir, bir tür bitkisel hayat yaşamaktadır.
Bu hastanın iyileşmesi ve yeniden hayat bulması olanağı görülmemektedir.

Kimse bu komadaki hastanın ölümünün sorumluluğunu almak istemediği için fişini çekmemekte ve hasta bitkisel hayata devam etmektedir.
Her hangi bir canlanma şansı olmayan bu hasta bu komadaki haliyle başka beklentilerin bir aracı durumundadır.

Çatı Partisi Girişimi, başlangıçta, Kürt Özgürlük hareketinin içinde bulunduğu tecridi kırmak için, tüm demokratları, hatta demokratlarla bir arada olmaktan gocunmayan liberalleri de kapsayacak; Türkiye’nin batısında, orta sınıflar ve aydınlar arasında bir örgütlenme sağlayacak; diğer öznelerin içindeki demokratlarla (İşçiler, memurlar, aleviler, kadınlar, Romanlar, vs) ortak bir dil ve bağlantı kurmayı sağlayacak bir biçim olarak düşünülmüştü.

Bu gün gelinen noktada, bu bitkisel hayat yaşayan girişimin, bunları gerçekleştirme potansiyeli ve şansı yoktur. Gerçekleştirebileceği yönünde ne teorik, ne stratejik, ne politik, ne entelektüel, ne örgütsel, hiç bir ipucu sunabilmiş değildir.

Bunun nedenleri ayrı konudur ve bu konuda aylar boyunca yeterince yazdık. Burada önemli olan nedenleri ne olursa olsun, bu durumun tespitidir.

Bu girişim imdi pratik olarak, başlangıçta varoluş nedeni olan bu hedeflerden uzak, bambaşka beklentilerin bir aracı haline gelmiş bulunmaktadır.

Kimileri bunda örgütsüz sosyalistleri bir araya getirecek bir araç bulduğunu düşünmektedir.
Kimileri, Kürtleri “emek eksenli” bir politikaya çekmek için bir kanal veya araç görmektedir.
Kimileri, küçük örgütünün etkisini arttırmak için daha geniş ilişkiler ve hareket alanı sağlayan bir araç görmektedir.

Kürt Özgürlük hareket ise, bu durumu görmekle ve anlayanın anlayacağı diplomatik bir üslupla bunu belirtmekte ama aynı zamanda fazla mal göz çıkarmaz diye düşünüp, pratik işlevi fiilen kendisiyle dayanışma bildiri ve eylemlerine dönüşmüş bu girişimin bitkisel hayat yaşamasına ses çıkarmamakta ve fişini çekmemektedir.

Birçokları ise, varlığı ve yokluğu arasında bir fark görülmediğinden, dertsiz başıma dert almayayım diyerek fiilen yokmuş gibi davranmaktadır.

Bu dengeler ortamında, varlık sebebinden tamamen uzak başka beklentilerin bir aracına dönmüş olan bu girişimin, komadaki hali, kimse fişini çekmediği için, daha çok uzun süre devam edebilir. Bir ur gibi enerji ve zaman yiyerek bir süre daha yaşayabilir. Bu ise yeni girişimlerin, taze rüzgarların önünde bir engel oluşturur.

Bu durumda, “Çatı Partisi Girişimi” veya kendinin kendisine verdiği ismiyle “Demokrasi İçin Birlik Hareketi”nin komada yaşayışına son vermek en iyi çözüm olacaktır.
Can çekişen yaralı atları vururlar ki daha çok acı çekmesinler. Buna “merhamet vuruşu” denir kimi dillerde.

Beyin ölümü gerçekleşmiş hastaların suni yaşamasını sağlayan aletler kapatılır, buna “ölüm yardımı” denir.

“Çatı Partisi Girişimi” veya “Demokrasi İçin Birlik Hareketi” hiç olmazsa son bir gayretle bir hayatiyet belirtisi gösterip kendi fişini kendi çekebilir. Bu onun için olabilecek en doğru ve kahramanca davranış olacaktır.

Demokrasi İçin birlik Hareketi veya Çatı Partisi Girişimi, kendisini fesh etmeli, içinde bulunulan yeni aşamanın başında, Barış ve Demokrasi Partisi’ne katılmalı ve benzeri diğer girişimleri de (Örneğin Ufuk Uras’ın da içinde bulunduğu yeni parti girişimlerini) benzer şekilde davranmaya çağırmalıdır.

Bu katılım, örgütlerin kendi özgül programları ve yapılanmaları olmasını dışlamamaktadır. Zaten demokratik bir örgütte elbet farklı platformlar da olur.
Ve Kürt Özgürlük Hareketi kendisini bir Çatı Partisi gibi olacağını da daha önceden ifade etmiş bulunmaktadır.

İçinde bulunulan bu yeni aşamanın başında ve kritik anda böyle bir davranış; kendini fesh etme ve Barış ve Demokrasi Partisine katılmaya yönelik bir çağrının kendisi, başlı başına büyük bir politik eylem olur.

Elbette bu çağrı yankısız kalabilir ve bizzat Çatı Partisi Girişiminin kimi bileşenleri buna karşı çıkabilirler. Ama bu da sağlıklı bir arınma sağlar ve Türk Sosyalistleri içindeki Demokratik görevlerden kaçanlara ve liberallerin kuyruğuna takılanlara karşı, ciddi bir ideolojik ve politik mücadele verebilmek için somut politik bir temel de sağlar.

Önemli olan doğru noktada doğru bir tavır almaktır. Bunun meyveleri uzun vadede görülür.
Böyle bir tavır sadece Kürt Özgürlük Hareketinin bir “Türkiye Partisi”ne dönüşmesi için yeni ilişkiler ve olanaklar yaratmakla kalmaz; aynı zamanda Kürt Özgürlük Hareketi içindeki mücadelede, Ak Partisi veya Liberallerde değil, ezen ulusun ezilenlerinde bir müttefik aramak gerektiğini savunan, ama bu güne kadar yankısız kaldıkları için bir türlü güçlü bir pozisyona geçemeyen radikal demokratların elini de güçlendirir ve Kürt Özgürlük hareketinin daha ileri sıçramasının olanaklarını yaratır.

Şimdi Kürt Özgürlük Hareketinin mücadelesi yeni bir evreye giriyor. Kürt Özgürlük hareketi son birkaç ayda onlarca yılda alınamayan büyük mesafeleri kat etti. Artık bu hareketin bizzat kendisinin Türkiye’deki diğer ezilenlerle doğrudan ilişkiye geçip onları kazanma olanakları hiç olmadığı kadar olası görünüyor.

Büyük aşklar büyük nefretlerden doğar. Türkiye’nin ezilenleri, şimdiye kadar Özel Savaş Dairesinin Psikolojik Savaş sislerinin ötesinde Kürt Özgürlük hareketinin gerçek niteliği hakkında bir fikir sahibi olamadı. Ama şimdi bu sansür ve psikolojik savaşın yarattığı imaj yavaş yavaş kırılıp aşınmaya başlamaktadır.

Eğer Türkiyedeki ezilen kitleler nasıl kandırıldıklarını sezmeye başlarlarsa, bu Kürt Özgürlük Hareketinin bile toparlamakta güçlük çekeceği bir kendisine yönelik bir sempati dalgasına hatta devrimci bir kabarışa dönüşebilir.

Bu nedenle, Kürt Özgürlük Hareketi’nin. Türk ezilenlerini örgütlemeyi artık Türk solcu ve aydınlarından beklemeyi de bırakması, bizzat kendisinin bunları örgütlemesi için ne yapmak gerektiği sorusunu önüne koyması gerekmektedir. Kendisi bu soruyu sormasa da olayların gelişimi bu sorunu onun önüne koyacaktır.

Bunun için yapılması gereken ilk iş Kürt Hareketinin kendisinin Kürt hareketi Olmaktan çıkması, bir Demokrasi Hareketi Haline gelmesidir. Yani “Kürt Sorunu” nun muhatabı olma paradigmasından “Türk Sorunu”nu çözme paradigmasına geçmektir.

Yani Kürt hareketi de bur sıçrama yapmak, kendisi olmaktan çıkmak zorunda kalacaktır.
Eğer bunu yapamazsa, olaylarca hızla aşılır ve köklü bir demokratik dönüşüm olanağı yitirilir.
İşte böyle bir değişimin başında, Çatı Partisi Girişiminin kendi fişini çekmesi, şu komadaki yaşamına son vermesi ve Barış ve Demokrasi Partisi’ne girmesi; ve bütün demokrat ve muhalifleri oraya çağırması, Kürt Özgürlük Hareketine bu atılımlar için cesaret veren ve ufuk açan örnek bir girişim olur.

Demokrasi İçin birlik hareketi ölmediğini kanıtlamak istiyorsa kendini öldürmelidir.

Kendini öldüremiyorsa zaten ölmüş demektir. Fişi çekilebilir

Biz de bu yazıyla çekmiş olalım.

19 Aralık 2009 Cumartesi
http://www.koxuz.org/

19 Aralık 2009 Cumartesi

Kapitalizm sağlığa ve doğaya zararlıdır



Murat Çakır
cakir@rosalux.de


Bazen TV-kanallarının çokluğu işe yaramıyor değil: izlediğim bir belgesel kanalında konuşan bir çevre uzmanı »yerküre, biz insanlar olmadan da var oldu, var olacak. Ama biz, yerküre olmadan nasıl var olacağız?« diye sorarak, izleyicilerin vicdanına hitap ediyordu. Başka bir programda ise, dünyanın, insanlık yok olduktan sonra nasıl kısa bir süre içerisinde kendi kendisini tekrar doğal haline sokabileceği anlatılıyordu.

Belki naif bir düşünce, ama Kopenhag İklim Zirvesi ile ilgili haberleri dinlediğimde, ister istemez bunlar aklıma geliyor. Kopenhag’a baktığımızda, 192 ülkeden 15 bine yakın delegenin bir türlü sorunun özüne gelemediklerini görmekteyiz. Öyle ya, Batılı ülkeler yapacaklarını yaptıklarında ne beklenir ki?

Aslında Kyoto Zirvesi de iyi niyetli olarak formüle edilmiş sözüm ona »tedbirler kataloğu«nun sarsılmaz bir duvara: kapitalist ekonominin ve emperyalizmin realitesine çarptığını göstermişti. Anımsayacaksınızdır: büyük şatafatla başlayıp, hayal kırıklığı ile sona eren Kyoto’da sanayileşmiş dünyadan sadece AB ve Rusya, Kyoto Tutanağı’nın hedeflerine uymayı kısmen kabul etmişlerdi.

Ancak bu kabul ediş, hedeflerin doğru olduğunu kabulden dolayı değil, zaten Avrupa ve Rusya ekonomileri ile üretimin dönüşümünün 1990’dan bu yana sera gazları emisyonunu azaltmış olduğu gerçeğinden hareketle gerçekleştirilmişti.

Ayrıca AB ile Rusya arasında yapılan ve her fırsatta çok övülen »emisyon ticareti« de, hem iklim değişimini piyasalaştırmak, hem de AB üyesi ülkelerin emisyon bilançosunu çarpıtmak için kullanılmaya başlamıştı. Bununla birlikte Kyoto Tutanağı’nın »Clean Development Mechanisms« olarak adlandırılan ve gelişmekte olan ülkelerin »emisyon ticareti« ile elde edilen gelirlerle çevre koruyucu yeni teknolojilere geçmelerini sağlayacağı iddia edilen mekanizmaların, sadece Batılı ülkelere yarayan ve yeni sosyal ve doğal felaketlere yol açan baraj yapımları ve »biyo-yakıt« çılgınlığının sübvansiyonuna dönüştüğü görüldü.

Sonuçta, Kyoto’dan bu yana dünya çapındaki emisyon azalmadı, aksine arttı. Bilim insanları 1990’dan 2000’e kadar yüzde 46 artış olduğunu tespit ediyorlar (1990: 1.5 ppm; 2000: 2.2 ppm). Bu açıdan 2020’ye kadar bir geri dönüşün başlaması olanaksız gibi görünüyor.
Görüldüğü kadarıyla da Kopenhag Zirvesi de Batılı ülkelerin aklanmasından, küresel gerçeklerin çarpıtılmasından ve asıl faturanın, dünyanın yoksullarına çıkartılmasından başka bir işe yaramayacak.

Kopenhag’da az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin kimi temsilcileri ile çeşitli örgüt temsilcilerinin protestolarını yükseltmesi bu nedenle anlamlı ve de gerekli. Ancak bu protestolar »ahlakî çağrılar«dan ibaret kaldığı ölçüde, pek bir şey değişmeyecek.
Protestoların hedefi gerek enerji sektöründe, gerek otomotiv sanayiinde, gerekse de ziraat alanında tekel durumuna gelmiş olan ulusaşırı şirketler ile kapitalizmin kendisi olmadığı sürece, insanlık iklim değişikliğinin sonuçları ile başa çıkmakta zorlanacak.

Küresel krizlerle boğuşan kapitalist iktisat tarzı, ne insan için, ne de doğa için makul ve sürdürülebilir koşullar yaratabiliyor. Kapitalizm, çalışanların ve dünya nüfusunun büyük bir bölümünü sefalete, yoksulluğa, sömürü baskısı altına itmekle birlikte, doğal yaşam koşullarını da yok etmeye devam ediyor. Dahası, emperyalist güçler iklim değişiminin dünya çapında kitlesel göçlere yol açacak ve doğal kaynaklar üzerine süren küresel mücadeleleri sertleştirecek olmasından dolayı, şimdiden iklim değişimini »güvenlik rizikosu« olarak ilân ettiler bile.

Yaşamın her alanını, gıdayı, suyu, insan genlerini, enerjiyi, sağlığı, eğitimi, haberleşmeyi, sosyal güvenlik sistemlerini ve daha nicelerini ticarîleştiren ve küresel hegemonya kurmak için hep yeni savaşlar çıkartan emperyalizm, kendi politikalarının sonuçlarını dahi egemenliğini pekiştirecek önlemler ve yeni savaşlar için gerekçe olarak kullanacak.

Ne diyelim; Kyoto, Kopenhag veya başka bir yer olsun. Kentler değişiyor, ama bir gerçek değişmiyor: Kapitalizm, sağlığa ve doğaya zarar vermeye devam ediyor hâlâ.

İŞKENCECİLER HÂLÂ AKLANIYOR



Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com


Sanki bir düşteyiz. Olan olaylar, verilen kararlar, çelişkiler içinde yaşamımızda yerini korumaya devam etmektedir. Adli skandallar birbiri ardına ortalığa saçılmaya devam etmektedir. Bu arada devreye düşüncelerimizi sokarak, verilen kararın ya da olan olayın yorumunu yaparak doğruyu bulmaya çalışsak da, sistemin kendi hatalarıyla yoluna devam ettiğini görmekteyiz.

Bursa Başsavcılığı, Ender Bulhaz Aktürk’e yapılan işkenceleri “orantılı güç” olarak değerlendirdi. Gerekçe ise Ender Bulhaz Aktürk’ün ölmemesi gösterdi. İşkenceyi Adli Tıp ve Bursa Şevket Yılmaz Hastanesi doğrulayarak belgelediği halde, Bursa Başsavcılığı işkenceye katılanları açıktan koruma yoluna giderek, insanlık onuruyla bağdaşmayan bir karara böylelikle bir imza attı.

Her nedense böyle olaylar bizim ülkemizde yaşanmaya devam etmektedir. Ne de olsa uygar bir ülke olduğumuzu bizi yönetenler, akıllarına geldikçe işkence olaylarını “dış mihrakların uydurduğu senaryolardır” dan ibaret görmektedirler. Bursa Başsavcılığı’nın, Ender Bulhaz Aktürk’e yapılan işkenceleri bu senaryolar üzerinden değerlendirdiği apaçık ortadadır. Böylelikle işkenceciler korunarak, cesaretlendirilerek, “yolunuza devam edin, ben sizin arkanızdayım” demeye getirdiğini görmekteyiz.

Aktürk,18 Mart 2009’da Bursa’nın Kestel ilçesinde kimlik kontrolü sırasında bir polisi vurduğu iddiasıyla gözaltına alınarak, önce ilçe sonrada Bursa Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü. Emniyet, Ender Bulhaz Aktürk’ü gözaltına alındığını iki gün kabul etmedi.

Polisin gözetiminde olan bir kişinin ailesinin, o kişinin orda olup olmadığını sorduğunda polisin yanıtının “burada değildir” olması, yıllar öncesinden kalma kasıtlı bir davranış biçimidir.

Ender Bulhaz Aktürk’ün avukatları, yedi polis hakkında suç duyurusunda bulundular. Bursa Başsavcılığı ise kararında, “ölçülü şiddet kullanımının “yasalarda var olduğunu savunarak,” Adli Tıp raporlarında belirlenen arazların şahsın yaşamını tehlikeye sokmadığı ve basit tıbbi müdahaleyle gideribilecek nitelikle olduğunu” ileri sürdü.

Bursa Şevket Yılmaz Hastanesi tarafından verilen raporda,” Sırt kısmında künt tramvaya bağlı sıyrık tarzı yüzeysel yaralanmalar, frontal bölgede künt travmaya bağlı hafif ekimatik lezyonlar mevcut. Ayrıca her iki el bileğinde kelepçe takılmasıyla olduğu düşünülen ekimatik lezyonlar görüldü.” deniliyordu.

Bursa Adli Tıp 20 Mart 2009’da verdiği raporda, genital bölgesi de dâhil olmak üzere vücudunun neredeyse bütün bölgelerinde 10 santimetre çapına ya da uzunluğuna kadar ulaşan yaralar, çizikler, morluklar tespit edildiği belirtilerek, bulgular ayrıntılı olarak yer aldı.

Polisin elinde olan bir kişi, mevcut yasalara göre suçlu olsun ya da suçsuz olsun, bu kişiye şiddet uygulamak insanlık onurunu inciten ve yakışmayan bir harekettir. İşkencecileri korumakda, yüreklendirmekte aynı kapıya çıkar.

Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Hakları’nı İnceleme Komisyonu’na Ekim 2008 ile Eylül 2009 arasında yapılan 3115 başvuruda en çok yargıyla şikâyetler yer almıştı. Ayrıca Yargı Kararlarından memnuniyetsizliğini ortaya koyan 1123 başvuru yapılmıştı. Komisyona gelen şikâyetler arasında ağırlıklı olarak cezaevleri sorunlarıyla ilgiliydi.“Keyfi tutum ve işlemler” başlıklı 805 şikâyet dilekçe başvurusunun büyük kısmı F Tipi Cezaevleri ile diğer yüksek güvenlikli cezaevlerinden gelmekteydi.

Hazırlanan rapora göre, kötü muamele ve işkence en ön sıraları alırken, dilekçe sahipleri gereken işlemlerin yapılmasını gerekli makamlardan istemektedirler. Cezaevlerinde bu tür olaylar rutin olarak yaşanmaktadır. Hafızalarımızda silinmeyen Engin Ceber’in işkenceci gardiyanlar tarafından zalimce kalas ve coplarla dövülerek öldürülmesidir. Herhalde bu davaya Bursa Başsavcılığı bakmış olsaydı, işkenceci gardiyanlar mahkemenin kapısına bile gelmezlerdi.

Cezaevleri, polis karakolları ve diğer polis birimleri yıllardır işkence sorunu ve kötü muameleyle hep gündeme geldi. Gerçek olan şudur ki, yapılan onursuzca işlemlerin önüne hiçbir iktidar geçmedi. Geçmek istemedi. Yüreklenen işkenceciler de geleneklerini bugünkü meslektaşlarına bıraktı.

Türk Ceza Kanununda “TCK” işkence ve kötü muamelenin önlenmesi için işkence suçunun tanımı yeniden düzenleneceği iddia edildi. İçişleri Bakanlığı kaynaklarına dayanarak verilen bilgilerde, şuan ki işkence yapmak suçunun 8 yıl olan temel cezasının 12 yıla çıkartılacağı belirtilmişti.

Yeni yasal düzenlemede, ağırlaştırıcı sebeplerle işkence suçu için öngörülen cezanın 30 yıla kadar çıkarılacağı, işkence sebebiyle ölüm gelmesi halinde ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası öngörülüyor.

Türkiye’de ne kadar yasal düzenleme yapılırsa yapılsın, yapılsın, anlayışlar değişmediği sürece düzenlemeleri işkenceciler hiçbir zaman takmayacaktır. Dünden bugüne hep aynı sorun, sorun olarak karşımıza gelmektedir. Çözümü elbette vardır. Biraz düşünürseniz ama gerçekten çözümü kendiniz bulacaksınız...

DTP’nin kapatılması ve fırsatlar


Murat Çakır
cakir@rosalux.de


Anayasa Mahkemesi’nin, Demokratik Toplum Partisi’ni hem anayasal mevzuatları çiğneyerek, hem de demokratik hukuk devleti ilkelerini gözardı ederek kapatma kararı, dökülen timsah gözyaşlarının üstünü örtemeyen bir biçimde, Türkiye siyasetinin ve egemenlerinin çıkmazına işaret etmektedir. Türkiye’deki karar vericiler ve vesayet rejimi bu kararla bir kez daha Kürt Sorunu’nu yönetemediklerini teyid etmişlerdir. Ama aynı şekilde de, gerek radikal bir biçimde politize olmuş Kürt halkının protestoları, gerekse de Kürt halkının yasal siyasî temsilcilerinin tutarlı tavırları ile, yönetilenler böyle yönetilmeyi istemediklerini kanıtlamışlardır.

Sürecin gelinen noktasında Anayasa Mahkemesi’nin kararını hukuksal açıdan değerlendirmek bence gereksiz. Çünkü böylesi bir yaklaşım, sadece yürürlükte olan 12 Eylül cunta anayasasının bir kısım değişikliklerle »demokratikleştirilebileceği« yanılgısına düşürmekle kalmaz, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük handikapı olan sivil ve askerî bürokrasinin oluşturduğu ve tüm çelişkilerine rağmen AKP hükümeti ile kısmî uzlaşı içerisinde olan vesayet rejimini kabullenme sonucuna da yol açar. Bir ceza yasasından pek farklı olmayan T.C. Anayasası ve yürürlükteki onca yasaya rağmen, bunları kökten değiştirmeden ülkenin »demokratikleşebileceğini« inanan varsa, buyursun kararı hukuksal olarak değerlendirsin.

Bu çerçevede belki de bir noktanın altını çizmekte yarar var: Kürt hareketi, bilhassa DTP, vesayet rejiminin baskısına, tüm antidemokratik uygulamalara, TBMM’nin şüpheli meşruiyetine rağmen, gönüllü birlikteliği istediklerinin altını kalın çizgilerle çizerek bağımsız adaylarla genel seçime katılmış ve TBMM’nde grubunu oluşturmuştur. Bu, meşruiyetsizliği, başta Anayasa olmak üzere antidemokratik yasaları ve Türkiye Cumhuriyeti’nin »demokratik« bir ülke olduğunu tanımak değil, demokratik dönüşümü gerçekleştirmek, herkes için onurlu ve adil bir barışı sağlayacak bir sürece girmek ve gönüllü birlikteliği teşvik edecek bir atmosfer yaratmak için, herşeye tahammül ederek sivil bir yol izleme iradesiydi. Türkiye’deki karar vericiler ile çoğunluk toplumunun, emek hareketinin, demokratların, solcuların ve liberallerin önemli bir kesimi bu iradeye gereken olumlu yanıtı verememişler, tarihsel bir fırsatı kullanabilme basiretini gösterememişlerdir.

Şimdi hiç kimse kalkıp Kürt hareketine akıl verme ukalalığına düşmemelidir. AKP hükümeti elindeki parlamenter çoğunluk, arkasındaki toplumsal destek ve askerî yönetimi köşeye sıkıştırmışlığı ile parti kapatmalarını önleyebilecek adımları atabilir, barışa yönelik umutlara yanıt verebilirdi, ama yapmadı. Türkiye’deki sol hareketlerin önemli bir bölümü, Kürtlerin yasal siyasî temsilcilerinin TBMM’nde bulunmalarını sınıf mücadelesinin önünü açmak için bir olanak olarak görebilir, bu olanağın kaybedilmemesi ve demokrasi mücadelesinin öncellenmesi için parlamento dışı mücadeleyi, geniş toplumsal ittifaklar örmeye çalışarak yönlendirebilir, bütün eleştirilerine rağmen Komünist Partisi Manifestosu’nun kategorik emri olan »tek bir bireyin kurtuluşunun, herkesin kurtuluşunun önkoşulu« olmasını ilke olarak benimseyip DTP’ye sahip çıkabilirdi, ama çıkmadı. Taraf gazetesi başta olmak üzere, liberaller ve sol liberaller, tutuklanan yüzlerce DTP yöneticisinden, Fırat’ın doğusundaki bütün gelişmelerden, Kürt halkının Abdullah Öcalan ve Kürt Özgürlük Hareketi konusundaki hassasiyetinden, TMK mağduru çocukların durumundan, DTP’lilere yönelik tezkerelerin hukukî değil, siyasî olmalarından ve daha nicesinden haberdar olduklarından, »iyi Kürtler, kötü Kürtler« ayrımına karşı çıkabilir, sivil bir yol izleme iradesini kabullenerek, DTP önünde devlete karşı kendilerini siper yapabilirlerdiler, ama yapmadılar.

Aslında yapmadıklarının, sonucunda salt Kürtlere değil, başta kendilerine zarar vereceğini biliyorlar, ama ah o tuzu kuruların iktidar hırsı olmasa... O »dükkâncılık«, gizli ve rafine ırkçılık, Kürtleri »oy sürüsü« olarak görme yanılgısı, »varoluşunun bilincini belirmekte olduğu« realitesini kabullenmeme olmasa... Belki çok şey farklı olabilirdi. Şimdi ise kim Kürtleri yönlerini »dağa« çevirmekten alıkoyabilir ki – Kürtlerin kendilerinden başka?

Böylesine bir ortamda Ufuk Uras, Hüseyin ergün, Baskın Oran, Ali Balkız ve Gencay Gürsoy başta olmak üzere ünlü aydın ve siyasetçiler DTPlilere »Çözümün Adresi TBMM’dir« başlığı altında bir çağrı yapıyorlar. Çağrıcıların çoğunun iyi niyetinden kesinlikle şüphe duymuyorum elbette, ama »çözümün adresi« gerçekten bu haliyle TBMM mi? Hiç zannetmiyorum.
Bana kalırsa çözümün adresi bellidir. Abdullah Öcalan, Kandil, DTP ve Kürt halkının sivil toplum kuruluşları onca zamandır, tüm Türkiye’yi kucaklayacak, solcusundan demokratına, liberalinden müslüman demokratına kadar geniş toplumsal kesimleri içine alacak bir toplumsal muhalefet hareketinin gerekliliğini, bunun taraftarı olduklarını açıklıyorlar. Çatı Partisi tartışmalarında, Ufuk Uras’ın başını çektiği partileşme sürecinde ve bir çok farklı alanda da »Türkler, Kürtler, demokratlar, Aleviler, Sünniler birleşmelidir« çağrısı yapılmakta, bunun zorunluluğunun altı çizilmektedir.

DTP’nin kapatılmasıyla şimdi yeni bir fırsat daha doğmuştur. Şu an itibariyle DTPlilere »mecliste kalın« çağrısı yerine, var olan ve kurulma sürecindeki bütün oluşumlar örgütsel egoizmlerini geride bırakarak Kürtlere »gelin, oluşturduğunuz Demokratik Toplum Kongresi’ni tüm Türkiye’ye yayalım, bu ortak kongreyi siyaset aracına dönüştürelim« çağrısını yapmalıdırlar. Aydınlar, siyasetçiler, örgüt temsilcileri: bırakın halklar karar versin. Tepeden inmeci yaklaşım yerine, geniş toplumsal kesimlerin içerisinde yer alacağı, gerçek anlamda »Edirne’den Ardahan’a« herkesin sayısal çoğunluğuna bakılmaksızın eşit haklı katılacağı bir halklar hareketi yaratılsın. Hiç merak etmeyin; sağduyu galip gelir, hak eden milletvekili olabilir, katılımcı yönetici olabilir.

Şimdi, radikal demokrasiyi gündelik yaşamda gerçekleştirme, egemenlere karşı gerçek bir alternatif yaratma fırsatı doğmuştur. Partinizi, örgütünüzü, gazetenizi, derneğinizi, »dükkanınızı« bir kerecik düşünmeyin. Ortak siyaset aracını yaratma teklifi ile Kürtlere giderseniz, Kürt halkının sizleri ellerinin üstünde taşıyacağına emin olabilirsiniz. Gerçek anlamda Demokratik Cumhuriyet’in, hiç kimsenin soyu, soyu, dini, dili, etnik kökeni veya cinsel tercihi nedeniyle dışlanmayacağı, ama imtiyaz da görmeyeceği adil, eşit haklı, barışçı, sosyal, ekolojik kaygılı ve demokratik bir ülke, herkesin, ama herkesin yararınadır. Tekil çıkarlar yerine, ortak demokratik çıkarların savunulmasına amasız fakatsız var mısınız?

Görebildiğim kadarıyla Kürtler buna hazır, ya siz?