Öfke ve Umut, bundan böyle güncellenmeyecektir.
Tüm dostlara önemle duyurulur...
ÖFKE VE UMUT
26 Nisan 2010 Pazartesi
Le 24 avril a été commémoré pour la première fois à Istanbul
Info Maison Populaire de Genève
info@assmp.org
Pour la première fois, des Turcs ont commémoré les massacres d'Arméniens de 1915-17, lors de plusieurs rassemblements samedi à Istanbul, brisant un tabou dans un pays qui récuse la thèse d'un génocide défendue par les Arméniens.
La manifestation la plus importante a eu lieu Place Taksim, en plein centre ville, où plusieurs centaines de personnes sont restées de longues minutes assises à même le sol, des oeillets rouges et des bougies à la main, avant d'écouter des enregistrements de musique arménienne.
Plusieurs centaines de policiers en civil et en tenue anti-émeutes protégeaient cette manifestation inédite en Turquie, et ont empêché par la force des groupes de contre-manifestants de s'approcher, a constaté l'AFP.
L'appel à ce "recueillement", à l'initiative d'intellectuels tels que l'universitaire Ahmet Insel, invitait "tous ceux qui ressentent cette grande douleur" à se rassembler. Pour ne pas heurter, les organisateurs avaient dans leur texte évoqué la "Grande catastrophe", au lieu d'employer le terme de "génocide".
Plus tôt dans la journée, environ 100 personnes se sont réunies sur la rive asiatique de la ville. A l'appel de l'Organisation des droits de l'homme (IHD) et sous le slogan "Plus jamais ça", elles ont commémoré la rafle de 220 intellectuels arméniens, le 24 avril 1915, point de départ des massacres.
Une première manifestation de quelques dizaines de personnes avait eu lieu le matin dans le centre-ville.
"La Turquie essaie de mettre en place une politique de mémoire, malgré le langage officiel" qui rejette catégoriquement le terme de génocide, a expliqué à l'AFP, Cengiz Aktar, chercheur à l'Université de Bahçesehir (Istanbul).
"Le djinn est sorti de la bouteille", a encore affirmé M. Aktar, pour qui "les tabous brisés ne concernent pas seulement l'Arménie, mais d'autres sujets occultés" comme la question des droits de la minorité kurde.
En 2005, l'écrivain devenu Prix Nobel Orhan Pamuk s'était attiré les foudres de la justice pour avoir déclaré: "un million d'Arméniens et 30.000 Kurdes ont été tués sur ces terres".
Deux ans plus tard, le journaliste arménien Hrant Dink était assassiné à Istanbul. La participation massive des Turcs à ses obsèques avait ouvert la voie à une remise en question de l'histoire officielle.
Samedi à Erevan, des dizaines de milliers d'Arméniens ont défilé, à l'occasion de ce 95ème anniversaire du massacre des Arméniens.
Le Premier ministre turc Recep Tayyip Erdogan a condamné ces manifestations en Arménie, où, selon les médias turcs, des drapeaux turcs ont été brûlés. (AFP, 24 avr 2010
Plus tôt dans la journée, environ 100 personnes se sont réunies sur la rive asiatique de la ville. A l'appel de l'Organisation des droits de l'homme (IHD) et sous le slogan
Plus jamais ça", elles ont commémoré la rafle de 220 intellectuels arméniens, le 24 avril 1915, point de départ des massacres.
25 Nisan 2010 Pazar
OĞLUNA GEMİCİK, ÖĞRETMENE İŞSİZLİK
Kadir Aydemir
kadirfen@hotmail.com
Bu slogan biz İşsiz ve Güvencesiz Eğitimciler Platformu üyelerinin eylemlerinde en sık attığı sloganların başında gelir. Hele de başbakan, biz işsiz öğretmenleri kastederek: “Devlet her üniversite mezununa iş bulmak zorunda mı?” diye olayı manipüle ettikten sonra…
Bizim bildiğimiz kadarıyla devlet gibi devletler planlama yaparlar ve her bölümden ihtiyacı kadar mezun verdirirler, bu mezunlara da iş sağlarlar. En azından sağlamaya çalışırlar.
Fakat buradaki asıl manipüle ise şudur: Evet, devletler ne kadar planlama yaparlarsa yapsınlar bazen ihtiyaç fazlası elemanları olur ve bu kesime kendi branşlarında iş bulamayabilirler. Ancak öğretmenlik konusu bizim ülkemizde bu sınıfa girmiyor. Çünkü ihtiyaç var; ama alım yok.
Alınan öğretmenlerin büyük bir kısmı ise “ücretli öğretmenlik” adı altında kölelik şartlarını da aratır bir istihdam şekliyle çalıştırılmaktadır. Daha doğrusu “resmi anlamda” bir istihdam şekli dahi değildir bu öğretmenlik “çeşidi”! Bilmeyenler için söyleyelim; son yıllarda uygulanan başlıca öğretmenlik çeşitleri şunlardır: Kadrolu, sözleşmeli, vekil, ücretli…
“ÜCRETLİ BAŞBAKAN İSTİYORUZ”
Yetkililerin söylediğine göre 60 bin civarında ücretli öğretmen varken, gerçek rakamlar en az bunun iki katıdır. Üstelik açıkta bekletilen 300 binin üzerinde öğretmen dururken bu ücretli öğretmenlerin önemli bir kısmı ise ne yazık ki öğretmen vasfında olmayan, hatta sadece lise mezunu kimselerdir. Buna rağmen utanmadan 40 bin öğretmen alımını müjdeymiş gibi verebiliyorlar. Üstelik bu 40 binin en az 15 bini ilk atama olmuyor. Sadece sözleşmeli öğretmenlikten kadroya kaydırma yapıyorlar. Ve yine utanmadan bunları da ilk atamaymış gibi gösteriyorlar.
Ücretli “öğretmenler”, öğretmen çeşitleri içerisinde en vahim durumda olanlardır. Ayda 400–600 TL ücret alırlar ve hiçbir güvenceleri yoktur. Ertesi gün işsiz kalabilirler. Ve bunlar devlet okullarında görev yapmaktadırlar. Yani bizzat başbakanın hükümetine bağlı Milli Eğitim Bakanlığı’nda! İşte, bu emek sömürüsü bizzat başbakanın sorumluluğundadır diyebiliriz rahatlıkla.
Fakat ne hikmetse, başbakan, özel sektördeki işverenleri kastederek, işyerlerinde yoğun bir emek sömürüsü yaptıklarını belirtiyor. Yine sanki bu iş yerlerini kendisi denetlemiyormuş, denetlemesi gerekmiyormuş gibi!
Evet, özel sektörde büyük bir emek sömürüsü var ve bunu kendisinin bildiğini söylüyor başbakan. Fakat işin tuhafı(!) kılını bile kıpırdatmıyor. Bu ne yaman çelişki bile demek geçmiyor içimden! Çünkü çelişkinin en büyüğü şu: Devlet bizzat kendi uygulamalarında, üstelik ‘anayasaya aykırı olarak’ emek sömürüsünü kendisi yapıyor. Hem de babalar gibi!
400 bin öğretmen açığının olduğu, 300 binin üzerinde öğretmenin kadrolu öğretmenlik için boş yere sınavlara alındığı –geçerken söyleyelim, bu sınavlardan 50 TL para toplanmaktadır- bir ülkenin başbakanının gencecik bir oğlunun gemileri olabiliyor. Hemen tüm bakanların çocukları, damatları önemli zenginler arasında olabiliyor. Başbakanın son yıllardaki zenginleşmesi ortada… İnsaf ama. Bizlere işsizliğin doğal olduğunu göstermek istiyorlarsa başta kendi yakınları işsiz kalsın da sözlerinin ufak da olsa bir anlamı olsun! Üstelik bu “tosuncukların” hiç biri sınavlarla, büyük zekâları sonucunda zengin olmuyorlar. İsteyen araştırsın.
Bu tabloya rağmen ücretli öğretmenliğin normal olduğunu anlatmaya çalıştıklarında ise, biz de şöyle sesleniyoruz onlara: Ücretli Başbakan İstiyoruz!
MÜCADELE ETMESİ GEREKENLERE 3-Y HATIRLATMASI
Son olarak çok muhterem, çok çalışkan, çok üretken, çok çok konuşkan sayın başbakanımızın iktidara gelmeden önce dilinden düşürmediği ve “3-Y” olarak bilinen sloganını hatırlatayım sizlere: Yoksulluk, Yolsuzluk ve Yasaklarla mücadele. Mücadele etmez olaydınız diyesi geliyor insanın… Sayın ki dedim.
Bu kadar kötü şartlarda yaşamak zorunda bırakılan genç öğretmenler, sesini gürce duyurmayı başarabildi mi peki? Maalesef hayır. Bizler çeşitli eylemler yaparken çoğu arkadaşımız bizleri sadece izlemekle meşguller. Psikolojik sorunlara girenler, hatta intihar edenler çoğunlukta. (Bildiğimiz kadarıyla bu nedenlerle intihar eden 13 arkadaşımız var.) Mücadele edenler ise azınlıktayız, fakat umudu yitirmeyenleriz. Bizler son olarak 17 Nisan’da Eğitim-Sen’in düzenlediği Ankara’daki eyleme yoğun bir şekilde katıldık. Bundan sonraki büyük eylemimizi ise Temmuz ayındaki KPSS sonrasına saklıyoruz.
http://www.igep.biz/ sitesi üzerinden yürüttüğümüz mücadelemize tüm duyarlı kesimlerin desteği zorunlu ve gereklidir!
kadirfen@hotmail.com
Bu slogan biz İşsiz ve Güvencesiz Eğitimciler Platformu üyelerinin eylemlerinde en sık attığı sloganların başında gelir. Hele de başbakan, biz işsiz öğretmenleri kastederek: “Devlet her üniversite mezununa iş bulmak zorunda mı?” diye olayı manipüle ettikten sonra…
Bizim bildiğimiz kadarıyla devlet gibi devletler planlama yaparlar ve her bölümden ihtiyacı kadar mezun verdirirler, bu mezunlara da iş sağlarlar. En azından sağlamaya çalışırlar.
Fakat buradaki asıl manipüle ise şudur: Evet, devletler ne kadar planlama yaparlarsa yapsınlar bazen ihtiyaç fazlası elemanları olur ve bu kesime kendi branşlarında iş bulamayabilirler. Ancak öğretmenlik konusu bizim ülkemizde bu sınıfa girmiyor. Çünkü ihtiyaç var; ama alım yok.
Alınan öğretmenlerin büyük bir kısmı ise “ücretli öğretmenlik” adı altında kölelik şartlarını da aratır bir istihdam şekliyle çalıştırılmaktadır. Daha doğrusu “resmi anlamda” bir istihdam şekli dahi değildir bu öğretmenlik “çeşidi”! Bilmeyenler için söyleyelim; son yıllarda uygulanan başlıca öğretmenlik çeşitleri şunlardır: Kadrolu, sözleşmeli, vekil, ücretli…
“ÜCRETLİ BAŞBAKAN İSTİYORUZ”
Yetkililerin söylediğine göre 60 bin civarında ücretli öğretmen varken, gerçek rakamlar en az bunun iki katıdır. Üstelik açıkta bekletilen 300 binin üzerinde öğretmen dururken bu ücretli öğretmenlerin önemli bir kısmı ise ne yazık ki öğretmen vasfında olmayan, hatta sadece lise mezunu kimselerdir. Buna rağmen utanmadan 40 bin öğretmen alımını müjdeymiş gibi verebiliyorlar. Üstelik bu 40 binin en az 15 bini ilk atama olmuyor. Sadece sözleşmeli öğretmenlikten kadroya kaydırma yapıyorlar. Ve yine utanmadan bunları da ilk atamaymış gibi gösteriyorlar.
Ücretli “öğretmenler”, öğretmen çeşitleri içerisinde en vahim durumda olanlardır. Ayda 400–600 TL ücret alırlar ve hiçbir güvenceleri yoktur. Ertesi gün işsiz kalabilirler. Ve bunlar devlet okullarında görev yapmaktadırlar. Yani bizzat başbakanın hükümetine bağlı Milli Eğitim Bakanlığı’nda! İşte, bu emek sömürüsü bizzat başbakanın sorumluluğundadır diyebiliriz rahatlıkla.
Fakat ne hikmetse, başbakan, özel sektördeki işverenleri kastederek, işyerlerinde yoğun bir emek sömürüsü yaptıklarını belirtiyor. Yine sanki bu iş yerlerini kendisi denetlemiyormuş, denetlemesi gerekmiyormuş gibi!
Evet, özel sektörde büyük bir emek sömürüsü var ve bunu kendisinin bildiğini söylüyor başbakan. Fakat işin tuhafı(!) kılını bile kıpırdatmıyor. Bu ne yaman çelişki bile demek geçmiyor içimden! Çünkü çelişkinin en büyüğü şu: Devlet bizzat kendi uygulamalarında, üstelik ‘anayasaya aykırı olarak’ emek sömürüsünü kendisi yapıyor. Hem de babalar gibi!
400 bin öğretmen açığının olduğu, 300 binin üzerinde öğretmenin kadrolu öğretmenlik için boş yere sınavlara alındığı –geçerken söyleyelim, bu sınavlardan 50 TL para toplanmaktadır- bir ülkenin başbakanının gencecik bir oğlunun gemileri olabiliyor. Hemen tüm bakanların çocukları, damatları önemli zenginler arasında olabiliyor. Başbakanın son yıllardaki zenginleşmesi ortada… İnsaf ama. Bizlere işsizliğin doğal olduğunu göstermek istiyorlarsa başta kendi yakınları işsiz kalsın da sözlerinin ufak da olsa bir anlamı olsun! Üstelik bu “tosuncukların” hiç biri sınavlarla, büyük zekâları sonucunda zengin olmuyorlar. İsteyen araştırsın.
Bu tabloya rağmen ücretli öğretmenliğin normal olduğunu anlatmaya çalıştıklarında ise, biz de şöyle sesleniyoruz onlara: Ücretli Başbakan İstiyoruz!
MÜCADELE ETMESİ GEREKENLERE 3-Y HATIRLATMASI
Son olarak çok muhterem, çok çalışkan, çok üretken, çok çok konuşkan sayın başbakanımızın iktidara gelmeden önce dilinden düşürmediği ve “3-Y” olarak bilinen sloganını hatırlatayım sizlere: Yoksulluk, Yolsuzluk ve Yasaklarla mücadele. Mücadele etmez olaydınız diyesi geliyor insanın… Sayın ki dedim.
Bu kadar kötü şartlarda yaşamak zorunda bırakılan genç öğretmenler, sesini gürce duyurmayı başarabildi mi peki? Maalesef hayır. Bizler çeşitli eylemler yaparken çoğu arkadaşımız bizleri sadece izlemekle meşguller. Psikolojik sorunlara girenler, hatta intihar edenler çoğunlukta. (Bildiğimiz kadarıyla bu nedenlerle intihar eden 13 arkadaşımız var.) Mücadele edenler ise azınlıktayız, fakat umudu yitirmeyenleriz. Bizler son olarak 17 Nisan’da Eğitim-Sen’in düzenlediği Ankara’daki eyleme yoğun bir şekilde katıldık. Bundan sonraki büyük eylemimizi ise Temmuz ayındaki KPSS sonrasına saklıyoruz.
http://www.igep.biz/ sitesi üzerinden yürüttüğümüz mücadelemize tüm duyarlı kesimlerin desteği zorunlu ve gereklidir!
OKUMAYI SEVEN BİR TOPLUM MUYUZ?
Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com
Her konu ilgi alanımızdır. Çünkü sorunlarımız ortaktır. Okumayı seven bir toplum muyuz? Kendimizi sorgulamamız gerekmektedir. Gerçekten kültürlü toplumda yaşıyor muyuz? Birçok soruyu kendimize sorabiliriz. Yanıtı da böylelikle bulmuş oluruz. Ancak bunun için de toplumu oluşturan farklı kesimlerdeki insanların arasına girmemiz gerekmektedir.
Çoğumuz büyüklerimizden duymuşuzdur: “Ah benim zamanımdaki…” Ben “benim zamanımdaki…” demeyeceğim. Demediğim için, şimdiki zamana bakmakla birlikte okumayı gerçekten sevip ya da sevmediğimizi yorumlamaya çalışacağım.
Bazılarımız “uzay çağı”nda olduğumuzu söyler. Uzay çağımıdır bilemem ama adı ne olursa olsun teknoloji dedikleri tüm aygıtlar piyasada tezgâhlarda satışa sunulmuştur. Sermaye kendi malını pazarlamak için-bu mal cep telefonu, bilgisayar, televizyon, internet vb. olabilir-öyle bir reklâm ağı oluşturmuştur ki, insanları kendi istedikleri alana rahatça kanalize edebilmektedir. İnsan beynini devamlı kilitleyebilmektedir. İnsanların düşüncelerine hükmedildiği için Aziz Nesin’in geçmişte dediği gibi “Koyun…” olmuşuz.
Düşünce üretemiyoruz. Kısır döngülerde ha bire yalpalayarak dönüyoruz. Bencilleşiyoruz. Olan olayların ucu bize dokunmuyormuşçasına hareket ediyoruz. Birbirimize saygıyı, sevgiyi gösteremiyoruz. Hep “ben” mantığıyla hareket ediyoruz.
Entelektüelimiz bir alanda kendisini yetiştirmiş olsa da, halkın dilini konuşmaktan acizdir ve kendini farklı bir alana koymaktadır. Onun için halkla arasındaki uçurum gün geçtikçe derinleşmektedir.
Sermaye reklâmlarıyla beyin yıkadığını çok basit örneklerle kanıtlayabiliriz. Televizyon programları sabah yayınından başlayarak yatıncaya kadar tümünü izleyen büyük bir kesim var. Cep telefonları neredeyse küçücük bebeğin eline verecek duruma geldik. Çocuktan başlayarak en büyüğümüzün elinde peynir-ekmek gibi tüketilen her marka var. Reklâmlara adapte olduğumuz için, sermayenin kuralına göre kontörlerini ve mesajlarını hemen tüketen çoğunluk bir kesim var. İnternette gününün büyük bölümünü geçiren vatandaşlarımız var. Halk arasındaki deyimiyle “geyik sohbeti” aynen böyle oluyor. Yapılan işlemler kişilerin gelişmesine uygun değildir.
At yarışlarına ve diğer şans oyunlarına umut bağlayanları, bireysel düşlerinde kulaç atanları da unutmayalım. Sabahın köründe kahvehane köşelerinde oyun oynayanları da unutmayalım.
İşsizlik alabildiğine çoğalmış. Okumada fırsat eşitliği olmadığı için geleceğin çocukları tel tel etrafa dökülmüş. Üniversiteyi bitiren genç bedenlerin işsizlikten beyinleri yorgun düşmüş. Sağlıktaki sağlıksız gelişmeler insanların dengesini sarsmış. Taşeronlaşma, rüşvet, torpil ve diğerleri… İnsan yaşamlarını birbirine katmış. İnsanlar karınlarını doyurmakla meşgul. Geçim derdi de eklenince, insanların okuma derdinden kolay söz edemiyoruz. Sermayenin istediği de buydu. Okumayan, kendini sorgulamayan aptal bir toplum yaratmaktı. Onu da başardılar diyebiliriz.
Demokrat Eğitimciler Sendikası’nın (DES) okuma alışkanlığı üzerine yaptığı anket çalışması, çarpıcı bir gerçeği ortaya çıkardı. Ankete katılan gençlerin büyük bir çoğunluğunun güncel gelişmeleri takip etmedikleri kaydedilirken, yüzde 72.5’inin günlük gazete almadığı, yüzde 36.3’ünün ise boş zamanlarını TV-internet ile geçirdiği belirlendi.
Gençlerden aşağı kalır yanımızın olmadığı için biz büyükleride eklemeliyiz. Evet, halk arasında kullanılan “ot gibisin” sözünü hepimiz hakediyoruz.
Ankete katılanların yüzde 67.2’si, düzensiz aralıklarla kitap okuduğunu; yüzde 15.5’i, belli aralıklarla kitap okuduğunu söyledi. Düzenli kitap okuyanların oranı yüzde 8.9 iken, bu soruya cevap vermeyenlerin oranı ise yüzde 8.4 olarak belirlendi.
Ankete katılanlara yöneltilen ‘En son ne zaman kitap satın aldınız’ sorusuna; yüzde 52.8’i bir yıldan uzun süre önce kitap satın aldığı, yüzde 22.6’sı bir yıl önce, yüzde 9.7’si yakın bir tarihte, yüzde 8.6’sı ise 6 ay önce kitap satın aldığı cevabını verdi.
Kitap okuma alişkanlığımız olmadığı için alınan gazeteleri gerçekten okuyor muyuz? Daha önceki yıllarda yapılan anket sonucunda gazete alımı nüfusumuza göre çok düşük olduğu belirtilmişti. Bir gerçeği gözardı edemeyiz: Alınan gazetenin okuyucusu sadece kendisini ilgilendiren bölümü okumaktadır. Bir çoğu sadece resimlerine bakarak ya da büyük puntalarla yazılan yazıyı okumakla yetinmektedir.
Okuyan bir toplum olduğumuzu söyleyemeyiz. Bireysellik dürtüleriyle kendi eksenimizde çıkış yolu arayan, suskun ve ürkek bir toplumun kişileriyiz. Ankete katılanların yüzde 83.8’inin evinde kütüphanesi yok. Evinde kütüphanesi olanların oranı yüzde 11.7 iken, soruya cevap vermeyenlerin oranı yüzde 4.5 oldu. Günlük gazete alanların yüzde 69.2’sinin gazeteyi ayda bir kez aldığı, yüzde 18.7’sinin haftada bir kez, yüzde 8.2’sinin her gün gazete aldığı ortaya çıktı. Katılımcıların yüzde 31.1’i gazetelerin spor haberlerini, yüzde 27.2’si gazetelerin magazin, kültür, eğitim sayfalarını; yüzde 11.4’ü polis adliye haberlerini, yüzde 10.2’si hepsini, yüzde 5.3’ü köşe yazılarını okuyor. Siyaset haberlerini okuyanların oranı yüzde 4.8’de kalırken, ekonomi haberlerini okuyanların oranı ise yüzde 3.5 oldu.
Ankette Türkiye’de kitabın, genel ihtiyaç maddeleri sıralamasında 235’inci sırada yer aldığı belirterek, Türkiye’de okunan kitapların genellikle “siyaset, aşk, cinsellik” konularını içerdiğini bildirdi.
Türkiye, kitap okuma konusunda çoğu Afrika ülkelerinin gerisinde. Japonya’da toplumun yüzde 14’ü, Amerika’da yüzde 12’si, İngiltere ve Fransa’da yüzde 21’i düzenli kitap okurken, Türkiye’de yalnızca binde 1 kişi kitap okuyor. Bir Japon yılda ortalama 25, bir İsviçreli yılda ortalama 10, bir Fransız yılda ortalama 7 kitap okuyor.
Bu sonuçlardan kitap okuma alışkanlığı sistem içinde kabul görmemiş anlamı çıkarken, ülkemizde yaşananlar sadece olumsuzluklardan oluşmaktadır. Yaşadığımız yerin ekonomik, sosyal, kültürel yapısını anlamak için hepimiz okumak zorundayız. Geleceğimizi emekten yana örmek istiyorsak, bizlere düşeni yapmak zorundayız.
NEWROZ HAFTALIK SİYASİ YORUM GAZETESİ
habibtaskin@gmail.com
Her konu ilgi alanımızdır. Çünkü sorunlarımız ortaktır. Okumayı seven bir toplum muyuz? Kendimizi sorgulamamız gerekmektedir. Gerçekten kültürlü toplumda yaşıyor muyuz? Birçok soruyu kendimize sorabiliriz. Yanıtı da böylelikle bulmuş oluruz. Ancak bunun için de toplumu oluşturan farklı kesimlerdeki insanların arasına girmemiz gerekmektedir.
Çoğumuz büyüklerimizden duymuşuzdur: “Ah benim zamanımdaki…” Ben “benim zamanımdaki…” demeyeceğim. Demediğim için, şimdiki zamana bakmakla birlikte okumayı gerçekten sevip ya da sevmediğimizi yorumlamaya çalışacağım.
Bazılarımız “uzay çağı”nda olduğumuzu söyler. Uzay çağımıdır bilemem ama adı ne olursa olsun teknoloji dedikleri tüm aygıtlar piyasada tezgâhlarda satışa sunulmuştur. Sermaye kendi malını pazarlamak için-bu mal cep telefonu, bilgisayar, televizyon, internet vb. olabilir-öyle bir reklâm ağı oluşturmuştur ki, insanları kendi istedikleri alana rahatça kanalize edebilmektedir. İnsan beynini devamlı kilitleyebilmektedir. İnsanların düşüncelerine hükmedildiği için Aziz Nesin’in geçmişte dediği gibi “Koyun…” olmuşuz.
Düşünce üretemiyoruz. Kısır döngülerde ha bire yalpalayarak dönüyoruz. Bencilleşiyoruz. Olan olayların ucu bize dokunmuyormuşçasına hareket ediyoruz. Birbirimize saygıyı, sevgiyi gösteremiyoruz. Hep “ben” mantığıyla hareket ediyoruz.
Entelektüelimiz bir alanda kendisini yetiştirmiş olsa da, halkın dilini konuşmaktan acizdir ve kendini farklı bir alana koymaktadır. Onun için halkla arasındaki uçurum gün geçtikçe derinleşmektedir.
Sermaye reklâmlarıyla beyin yıkadığını çok basit örneklerle kanıtlayabiliriz. Televizyon programları sabah yayınından başlayarak yatıncaya kadar tümünü izleyen büyük bir kesim var. Cep telefonları neredeyse küçücük bebeğin eline verecek duruma geldik. Çocuktan başlayarak en büyüğümüzün elinde peynir-ekmek gibi tüketilen her marka var. Reklâmlara adapte olduğumuz için, sermayenin kuralına göre kontörlerini ve mesajlarını hemen tüketen çoğunluk bir kesim var. İnternette gününün büyük bölümünü geçiren vatandaşlarımız var. Halk arasındaki deyimiyle “geyik sohbeti” aynen böyle oluyor. Yapılan işlemler kişilerin gelişmesine uygun değildir.
At yarışlarına ve diğer şans oyunlarına umut bağlayanları, bireysel düşlerinde kulaç atanları da unutmayalım. Sabahın köründe kahvehane köşelerinde oyun oynayanları da unutmayalım.
İşsizlik alabildiğine çoğalmış. Okumada fırsat eşitliği olmadığı için geleceğin çocukları tel tel etrafa dökülmüş. Üniversiteyi bitiren genç bedenlerin işsizlikten beyinleri yorgun düşmüş. Sağlıktaki sağlıksız gelişmeler insanların dengesini sarsmış. Taşeronlaşma, rüşvet, torpil ve diğerleri… İnsan yaşamlarını birbirine katmış. İnsanlar karınlarını doyurmakla meşgul. Geçim derdi de eklenince, insanların okuma derdinden kolay söz edemiyoruz. Sermayenin istediği de buydu. Okumayan, kendini sorgulamayan aptal bir toplum yaratmaktı. Onu da başardılar diyebiliriz.
Demokrat Eğitimciler Sendikası’nın (DES) okuma alışkanlığı üzerine yaptığı anket çalışması, çarpıcı bir gerçeği ortaya çıkardı. Ankete katılan gençlerin büyük bir çoğunluğunun güncel gelişmeleri takip etmedikleri kaydedilirken, yüzde 72.5’inin günlük gazete almadığı, yüzde 36.3’ünün ise boş zamanlarını TV-internet ile geçirdiği belirlendi.
Gençlerden aşağı kalır yanımızın olmadığı için biz büyükleride eklemeliyiz. Evet, halk arasında kullanılan “ot gibisin” sözünü hepimiz hakediyoruz.
Ankete katılanların yüzde 67.2’si, düzensiz aralıklarla kitap okuduğunu; yüzde 15.5’i, belli aralıklarla kitap okuduğunu söyledi. Düzenli kitap okuyanların oranı yüzde 8.9 iken, bu soruya cevap vermeyenlerin oranı ise yüzde 8.4 olarak belirlendi.
Ankete katılanlara yöneltilen ‘En son ne zaman kitap satın aldınız’ sorusuna; yüzde 52.8’i bir yıldan uzun süre önce kitap satın aldığı, yüzde 22.6’sı bir yıl önce, yüzde 9.7’si yakın bir tarihte, yüzde 8.6’sı ise 6 ay önce kitap satın aldığı cevabını verdi.
Kitap okuma alişkanlığımız olmadığı için alınan gazeteleri gerçekten okuyor muyuz? Daha önceki yıllarda yapılan anket sonucunda gazete alımı nüfusumuza göre çok düşük olduğu belirtilmişti. Bir gerçeği gözardı edemeyiz: Alınan gazetenin okuyucusu sadece kendisini ilgilendiren bölümü okumaktadır. Bir çoğu sadece resimlerine bakarak ya da büyük puntalarla yazılan yazıyı okumakla yetinmektedir.
Okuyan bir toplum olduğumuzu söyleyemeyiz. Bireysellik dürtüleriyle kendi eksenimizde çıkış yolu arayan, suskun ve ürkek bir toplumun kişileriyiz. Ankete katılanların yüzde 83.8’inin evinde kütüphanesi yok. Evinde kütüphanesi olanların oranı yüzde 11.7 iken, soruya cevap vermeyenlerin oranı yüzde 4.5 oldu. Günlük gazete alanların yüzde 69.2’sinin gazeteyi ayda bir kez aldığı, yüzde 18.7’sinin haftada bir kez, yüzde 8.2’sinin her gün gazete aldığı ortaya çıktı. Katılımcıların yüzde 31.1’i gazetelerin spor haberlerini, yüzde 27.2’si gazetelerin magazin, kültür, eğitim sayfalarını; yüzde 11.4’ü polis adliye haberlerini, yüzde 10.2’si hepsini, yüzde 5.3’ü köşe yazılarını okuyor. Siyaset haberlerini okuyanların oranı yüzde 4.8’de kalırken, ekonomi haberlerini okuyanların oranı ise yüzde 3.5 oldu.
Ankette Türkiye’de kitabın, genel ihtiyaç maddeleri sıralamasında 235’inci sırada yer aldığı belirterek, Türkiye’de okunan kitapların genellikle “siyaset, aşk, cinsellik” konularını içerdiğini bildirdi.
Türkiye, kitap okuma konusunda çoğu Afrika ülkelerinin gerisinde. Japonya’da toplumun yüzde 14’ü, Amerika’da yüzde 12’si, İngiltere ve Fransa’da yüzde 21’i düzenli kitap okurken, Türkiye’de yalnızca binde 1 kişi kitap okuyor. Bir Japon yılda ortalama 25, bir İsviçreli yılda ortalama 10, bir Fransız yılda ortalama 7 kitap okuyor.
Bu sonuçlardan kitap okuma alışkanlığı sistem içinde kabul görmemiş anlamı çıkarken, ülkemizde yaşananlar sadece olumsuzluklardan oluşmaktadır. Yaşadığımız yerin ekonomik, sosyal, kültürel yapısını anlamak için hepimiz okumak zorundayız. Geleceğimizi emekten yana örmek istiyorsak, bizlere düşeni yapmak zorundayız.
NEWROZ HAFTALIK SİYASİ YORUM GAZETESİ
24 Nisan 2010 Cumartesi
Alma mazlumun ahını…
Salim TURGUT
turgutsalim@hotmail.com
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam kararını veren Ankara 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nin Başkanı emekli Tuğgeneral Ali Elverdi geçtiğimiz günlerde öldü. Elverdi'nin ölüm nedeni kayıtlara, 'yediği yemeğin nefes borusuna kaçması nedeniyle solunum yetmezliği' olarak geçti.
Tarihte bazen öyle tesadüfi olaylar yaşanır ki, yaşayanlar da yaşadıklarına inanmakta güçlük çekebilir. Ankara 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nin Başkanı emekli Tuğgeneral Ali Elverdi’nin verdiği kararlar, özellikle Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ında aralarında bulunduğu THKO davası ile çok tartışıldı. Kararın siyasi bir karar olduğuna vurgular yapıldı. Nitekim 1987 yılında Nokta Dergisi’nden Güldal Kızıldemir Ali Elverdi ile yaptığı bir röpörtaj’da ‘Denizler'i İbret Olsun Diye İdam Ettik, Menderes'ler Şehit, Deniz'ler Hain’ diyerek verdikleri kararın hukuki değil siyasi olduğunu itiraf etmişti.
Ali Elverdi’nin Başkanı olduğu Ankara 1 Nolu Askeri Mahkemesi’nin verdiği idam kararı Üç Fidan’ın 6 Mayıs 1972’de asılarak idam edilmelerine neden oldu. Üç Fidan’ın asılırken koydukları tavır idama tanıklık eden dostunda düşmanında sempatisini kazandı. Nitekim Ali Elverdi’nin Denizlerin idamının ardından düşmansı duygularla yaptığı ‘İdam sehpasında bile komünizm propagandası yaptılar’ sözleri uzun süre hafızalarda silinmedi. Denizlerin Avukatı Halit Çelenk’in yazdığı ve hala okuyanları duygulandıran ‘Üç Fidan’ da ise idam anında Denizlerin onurlu duruşları halk nezdinde onları kahramanlaştırdı.
Mahkeme Başkanı Ali Elverdi, Mahkemenin savcısı Baki Tuğ, 1.Ordu Komutanı Faik Türün gibi isimler 12 Mart sonrası devrimci sempatizanı olanların kulaklarına çalınan ilk olumsuz isimler olurken Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Hüseyin Cevahir ve İbrahim Kaypakkaya gibi isimler kahramanlaştı.
THKO davasından idam alan sonra idamı müebbet’e çevrilen Denizlerin dava arkadaşı Atilla Keskin, Ali Elverdi’nin ölümünün ardından kaleme aldığı yazının başlığını ‘Tarih ve halk affetmez ve unutmaz...’ koymuştu. Hakikaten de öyle oldu. Denizlerin idam edilişlerinin 38.yılında idam kararını veren Ali Elverdi yemek yerken boğularak öldü. Tarihin cilvesi bu olsa gerek. Tarih bu yanlış kararı affetmedi. Kararı verenin de boğularak ölüsünü bizlere gösterdi. ‘Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste’ diye boşuna söylememiş atalarımız.
Halk, affetmedi. Çünkü cenazesine halktan kimse katılmadı. Askeri hakim ve bir dönem de milletvekili olmasına rağmen cenazesine zorunlu bir grup asker kaldırdı. Tabutunun siyah olması, tabut’un durduğu yerdeki duvarda Devlis.net yazısının ekrandaki aynı kareye takılmış olması yine tarihin bir cilvesi olsa gerek.
78’liler uzun süredir (12 Mart ve 12 Eylül) darbecilerin yargılanması için mücadele yürütüyorlar. 78’liler darbecilerle hesaplaşmada bir bilinç devrimi yarattı. Suç işleyenlerin yanına kalmayacağını, ölüm döşeğinde bile olsa peşlerinde olunduğunu / olunması gerektiğini sürekli dillendirdiler / dillendirmekteler.. Bu mücadelede önemli bir yolun alındığı Elverdi’nin cenaze namazını kıldıran imamın ‘merhumu nasıl bilirdiniz’ sorusunu sormamasından belli oluyor. Devletin resmi görevli imamının bu soruyu unuttuğu için değil vicdanlarda bir dönemin mahkum olduğu için sorulmadığı ortaya çıkıyor. Muhtemelen imam bu soruyu sorsaydı verilecek yanıt da ‘iyi’ olacaktı. Ama burada önemli olan imamın bu soruyu sormamış olmamasıdır. 78’lileri bu mücadelelerin de kutlamak gerekiyor.
İdamların ardından 38 yıl geçti. Ne tarih ne de halk affetti. Dönemin ‘suçlayıcıları’ halk nezdinde, hatta imamın nezdin de bile‘suçlu’ olurken, dönemin ‘suçluları’ tarih ve halk nezlinde ‘kahraman’ oldu. Üzerilerine ağıtlar, şiirler, türküler yakıldı. Can Yücel Mare Nostrum’da;
‘En uzun koşuysa elbet Türkiye'de de Devrim,
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak...
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi...
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!’ diyor.
Bugün emekten ve halktan yana olanların dilinden düşmeyen Can Yücel’in Mare Nostrum şiirindeki imgeler, Denizleri dünden bugüne, bugünden yarına kahraman olarak taşırken, dünün suçluları olan Ali Elverdiler’i, Baki Tuğlar’ı ve Faik Türünler’i ise halkın vicdanlarındaki suçlarıyla tarihin çöp tenekesindeki yerlerinde tutmaya devam edecektir. Ali Elverdi’nin cenazesine zorunlu olarak katılan bir kısım asker ve bürokrasiye karşın her 6 Mayıs*’ta alanları dolduran on binler halkın vicdanını yansıtamaya devam edecektir.
• 9 Mayıs 2010’da Mersin 68’liler Ormanı’nda üç fidan anıtı önünde on binler idam edilişlerinin 38.yılında yine Denizleri bir kez daha anarak dönemin suçlularını lanetleyecektir.
23 Nisan 2010 / Mersin
Özgür Medya
http://www.ozgurmedya.org/
turgutsalim@hotmail.com
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam kararını veren Ankara 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nin Başkanı emekli Tuğgeneral Ali Elverdi geçtiğimiz günlerde öldü. Elverdi'nin ölüm nedeni kayıtlara, 'yediği yemeğin nefes borusuna kaçması nedeniyle solunum yetmezliği' olarak geçti.
Tarihte bazen öyle tesadüfi olaylar yaşanır ki, yaşayanlar da yaşadıklarına inanmakta güçlük çekebilir. Ankara 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nin Başkanı emekli Tuğgeneral Ali Elverdi’nin verdiği kararlar, özellikle Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ında aralarında bulunduğu THKO davası ile çok tartışıldı. Kararın siyasi bir karar olduğuna vurgular yapıldı. Nitekim 1987 yılında Nokta Dergisi’nden Güldal Kızıldemir Ali Elverdi ile yaptığı bir röpörtaj’da ‘Denizler'i İbret Olsun Diye İdam Ettik, Menderes'ler Şehit, Deniz'ler Hain’ diyerek verdikleri kararın hukuki değil siyasi olduğunu itiraf etmişti.
Ali Elverdi’nin Başkanı olduğu Ankara 1 Nolu Askeri Mahkemesi’nin verdiği idam kararı Üç Fidan’ın 6 Mayıs 1972’de asılarak idam edilmelerine neden oldu. Üç Fidan’ın asılırken koydukları tavır idama tanıklık eden dostunda düşmanında sempatisini kazandı. Nitekim Ali Elverdi’nin Denizlerin idamının ardından düşmansı duygularla yaptığı ‘İdam sehpasında bile komünizm propagandası yaptılar’ sözleri uzun süre hafızalarda silinmedi. Denizlerin Avukatı Halit Çelenk’in yazdığı ve hala okuyanları duygulandıran ‘Üç Fidan’ da ise idam anında Denizlerin onurlu duruşları halk nezdinde onları kahramanlaştırdı.
Mahkeme Başkanı Ali Elverdi, Mahkemenin savcısı Baki Tuğ, 1.Ordu Komutanı Faik Türün gibi isimler 12 Mart sonrası devrimci sempatizanı olanların kulaklarına çalınan ilk olumsuz isimler olurken Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Hüseyin Cevahir ve İbrahim Kaypakkaya gibi isimler kahramanlaştı.
THKO davasından idam alan sonra idamı müebbet’e çevrilen Denizlerin dava arkadaşı Atilla Keskin, Ali Elverdi’nin ölümünün ardından kaleme aldığı yazının başlığını ‘Tarih ve halk affetmez ve unutmaz...’ koymuştu. Hakikaten de öyle oldu. Denizlerin idam edilişlerinin 38.yılında idam kararını veren Ali Elverdi yemek yerken boğularak öldü. Tarihin cilvesi bu olsa gerek. Tarih bu yanlış kararı affetmedi. Kararı verenin de boğularak ölüsünü bizlere gösterdi. ‘Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste’ diye boşuna söylememiş atalarımız.
Halk, affetmedi. Çünkü cenazesine halktan kimse katılmadı. Askeri hakim ve bir dönem de milletvekili olmasına rağmen cenazesine zorunlu bir grup asker kaldırdı. Tabutunun siyah olması, tabut’un durduğu yerdeki duvarda Devlis.net yazısının ekrandaki aynı kareye takılmış olması yine tarihin bir cilvesi olsa gerek.
78’liler uzun süredir (12 Mart ve 12 Eylül) darbecilerin yargılanması için mücadele yürütüyorlar. 78’liler darbecilerle hesaplaşmada bir bilinç devrimi yarattı. Suç işleyenlerin yanına kalmayacağını, ölüm döşeğinde bile olsa peşlerinde olunduğunu / olunması gerektiğini sürekli dillendirdiler / dillendirmekteler.. Bu mücadelede önemli bir yolun alındığı Elverdi’nin cenaze namazını kıldıran imamın ‘merhumu nasıl bilirdiniz’ sorusunu sormamasından belli oluyor. Devletin resmi görevli imamının bu soruyu unuttuğu için değil vicdanlarda bir dönemin mahkum olduğu için sorulmadığı ortaya çıkıyor. Muhtemelen imam bu soruyu sorsaydı verilecek yanıt da ‘iyi’ olacaktı. Ama burada önemli olan imamın bu soruyu sormamış olmamasıdır. 78’lileri bu mücadelelerin de kutlamak gerekiyor.
İdamların ardından 38 yıl geçti. Ne tarih ne de halk affetti. Dönemin ‘suçlayıcıları’ halk nezdinde, hatta imamın nezdin de bile‘suçlu’ olurken, dönemin ‘suçluları’ tarih ve halk nezlinde ‘kahraman’ oldu. Üzerilerine ağıtlar, şiirler, türküler yakıldı. Can Yücel Mare Nostrum’da;
‘En uzun koşuysa elbet Türkiye'de de Devrim,
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak...
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi...
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!’ diyor.
Bugün emekten ve halktan yana olanların dilinden düşmeyen Can Yücel’in Mare Nostrum şiirindeki imgeler, Denizleri dünden bugüne, bugünden yarına kahraman olarak taşırken, dünün suçluları olan Ali Elverdiler’i, Baki Tuğlar’ı ve Faik Türünler’i ise halkın vicdanlarındaki suçlarıyla tarihin çöp tenekesindeki yerlerinde tutmaya devam edecektir. Ali Elverdi’nin cenazesine zorunlu olarak katılan bir kısım asker ve bürokrasiye karşın her 6 Mayıs*’ta alanları dolduran on binler halkın vicdanını yansıtamaya devam edecektir.
• 9 Mayıs 2010’da Mersin 68’liler Ormanı’nda üç fidan anıtı önünde on binler idam edilişlerinin 38.yılında yine Denizleri bir kez daha anarak dönemin suçlularını lanetleyecektir.
23 Nisan 2010 / Mersin
Özgür Medya
http://www.ozgurmedya.org/
23 Nisan 2010 Cuma
BİR DAHA ASLA!
Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu olarak “İHD İstanbul Şubesi Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon”un açıklamasını basının ve kamuoyunun bilgisine sunuyoruz...
Necati Abay, TGDP Sözcüsü
24 Nisan 1915’de İstanbul’da Ermeni toplumunun önde gelen aydınları, milletvekilleri, yazarları, doktorları, müzikologları, hukukçuları, şairleri, kısaca bir gecede yaklaşık 220 aydın tutuklandı ve Haydarpaşa İstasyonu’ndan Anadolu’nun içlerine doğru yola çıkarıldı.
Bu yolculuktan çok azı sağ çıktı. İstanbul tutuklamaları tüm Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeni varlığına son verilmesinin habercisiydi.
İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi olarak 95. yıldönümünde 24 Nisan kurbanlarını anmak ve BİR DAHA ASLA demek için, 1915 utancını yüreğinde duyan herkesi 24 Nisan 2010 Cumartesi günü Haydarpaşa Garı’nın girişinde düzenlenecek anma buluşmasına davet ediyoruz.
Bugüne değin ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı tutumunuzla her zaman yanımızda hissettiğimiz sizlerin bu buluşmaya mümkün olduğunca aktif katılımı bize ve etkinliğimize güç katacak, çok değerli bir katkıda
bulunacak.
24 Nisan 2010 Cumartesi günü saat 13.30’da Haydarpaşa Garı girişinde birlikte olmak umuduyla, bir kez daha BİR DAHA ASLA demek üzere katılımınızı bekliyoruz.
İnsan Hakları Derneği
İstanbul Şubesi
Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon
YER: HAYDARPAŞA GARI GİRİŞİ
TARİH: 24 Nisan 2010, CUMARTESİ
SAAT: 13.30
Necati Abay, TGDP Sözcüsü
24 Nisan 1915’de İstanbul’da Ermeni toplumunun önde gelen aydınları, milletvekilleri, yazarları, doktorları, müzikologları, hukukçuları, şairleri, kısaca bir gecede yaklaşık 220 aydın tutuklandı ve Haydarpaşa İstasyonu’ndan Anadolu’nun içlerine doğru yola çıkarıldı.
Bu yolculuktan çok azı sağ çıktı. İstanbul tutuklamaları tüm Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeni varlığına son verilmesinin habercisiydi.
İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi olarak 95. yıldönümünde 24 Nisan kurbanlarını anmak ve BİR DAHA ASLA demek için, 1915 utancını yüreğinde duyan herkesi 24 Nisan 2010 Cumartesi günü Haydarpaşa Garı’nın girişinde düzenlenecek anma buluşmasına davet ediyoruz.
Bugüne değin ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı tutumunuzla her zaman yanımızda hissettiğimiz sizlerin bu buluşmaya mümkün olduğunca aktif katılımı bize ve etkinliğimize güç katacak, çok değerli bir katkıda
bulunacak.
24 Nisan 2010 Cumartesi günü saat 13.30’da Haydarpaşa Garı girişinde birlikte olmak umuduyla, bir kez daha BİR DAHA ASLA demek üzere katılımınızı bekliyoruz.
İnsan Hakları Derneği
İstanbul Şubesi
Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon
YER: HAYDARPAŞA GARI GİRİŞİ
TARİH: 24 Nisan 2010, CUMARTESİ
SAAT: 13.30
20 Nisan 2010 Salı
ANAYASA PANELİ - BURSA
19 Nisan 2010 Pazartesi
HALKIN OZANI İHSANİ
Cirik Haci / Fezali
Yüzü ak, anlı açık, duran yiğit
Gür sesli İhsani, halkın ozanı
İşçiye ders verdi, yakmadı ağıt
Gür sesli İhsani, halkın ozanı
Halka uyarıyı dilde arıttı
Yaratıcı güçle dehalar kattı
Halkının acısın içinde tattı
Gür sesli İhsani, halkın ozanı
Dilinde marş, eli sazın telinde
Yürüdü daima halkın yolunda
Emeğin var olduğu tam yerinde
Gür sesli İhsani, halkın ozanı
Fezalim der hacim, barışa yürü
Uyan artık uyan emeğin sırrı
Çelik bileklim yekin daha diri
Gür sesli İhsani, halkın ozanı
--------------
18 Nisan 2010 Pazar
17 Nisan 2010 Cumartesi
Emeğin Sanatı E-Derginin 15 Nisan Tarihli 72. Sayısı Yayında
Emeğin sanatçısı, yapıtları aracılığıyla kitlelere kişilik bilinci verirken, kendi bilincinin zenginliğini onların imgelemlerine taşır. Bu bilinç, kişinin bencil ve bireyci çıkarlarının çerçevesini cesaretle aşacak, sanatın getirdiği güzelduyumu coşkunlukla yaşantıya dönüştürecek bir bilinçtir.
Emeğin Sanatı, sanat ve kültür bağlamında insanların salt tüketici yönünü geliştirmekle yetinemez. Maddi ve kültürel değerlerin eylemsiz tüketicisi olan toplumsal tiplerin gevşekliği silinerek, kişinin üretken ve yaratıcı yönlerini daha çok canlandırmanın yöntemlerini geliştirir.
Emeğin Sanatı, yanlış anlamlandırmaların ötesinde —belli çevrelerin pompaladığının tersine— bir propaganda aracı olmaktan çok, bireyin bilincini geliştirerek, iç varlığını zenginleştirmek yoluyla toplumsal ilerleyişin itici gücü konumuna ulaştırmayı amaçlar. Özlü olarak vurgulayacak olursak, kişileri sürü psikolojisiyle belli bir noktaya yöneltmez; sosyalist kişiliğin oluşum ve gelişimi sürecinde gölgeleri aydınlatarak süreci hızlandırır. Emeğin sanatçısı, bilinci kapalı kalabalıklar oluşturmanın değil, her katılanın kendi bireysel gücünü ve zenginliğini ortaya koyabilen bilinçli kitleler oluşturmanın sorumluluğunu taşır.
Bu sorumluluk, insanın duyuşsal ve düşünsel dünyasının derinine inen, bireysel iç dünyasını zenginleştiren, görüş açısını genişleten yeni ve güçlü bir estetik yaratma sorumluluğudur.
http://emeginsanati2.blogcu.com/
• EMEĞİN SANATI'NDAN 72. MERHABA
• EVİN OKÇUOĞLU: “Çıkış”
• ADNAN DURMAZ:“Deli Kuşun Kanadı”
• YAŞAR DOĞAN:”Semer Gowendi”
• A. KARABAĞ:“Kulaklarımda Gitar Sesleri”
• TEMEL KURT:“Çavbella”}{A.TAHSİN:“Seninle Bir Türkü Farkıdır..."
• ERCAN CENGİZ: "Sevmek İçin Yeniden"
• ÖMER GÖLGE:“Kan Düşer”}{NİLGÜN ACAR:“Düş Rengi”
• ERHAN TIĞLI:“Kapalı Kapıları Açmak”
• A. Z. ÇAMUR:“Hasan Şahingöz, Demir Parmaklıklardan Şiir Süzüyor”
(Eski adresimiz 50 sayı çıkan dergimizin arşivi olarak http://emeginsanati.blogcu.com/ adresinde yayınını sürdürmektedir)
_______________
e-posta adresimiz: emegin_sanati@mynet.com
Grup İletişim Adresimiz:http://gruplar.Antoloji.Com/emegin-sanati
Google Grup Adresimiz: http://groups.google.com.tr/group/emegin_sanati
Google Grup e-posta: emegin_sanati@googlegroups.com
Emeğin Sanatı Forum adresi: http://emeginsanati.forumup.com/
----------
Bizim sanatımız, toplumsal kavgamızın bir parçasıdır.
16 Nisan 2010 Cuma
Türkiye Barış Meclisi'nden Açıklama:
BASINA ve KAMUOYUNA
Türkiye Barış Meclisi olarak kapatılan DTP’nin Eşbaşkanı Ahmet Türk’e Samsun Adliyesi önünde yapılan saldırıdan dolayı büyük bir üzüntü ve kaygı duyuyoruz.
Çünkü, Ahmet Türk’e yapılan bu saldırı, Türkiye’nin barış ve demokrasisine yönelik bir saldırıdır.
Ahmet Türk Samsun’a, geçen yıl Aralık ayında Muş’un Bulanık İlçesi’nde DTP'nin kapatılmasını protesto eden kişilere ateş açarak 2 kişinin ölümüne, 4 kişinin de yaralanmasına neden olan JİTEM elemanı Turan Bilen ile kardeşi Metin Bilen’nin 1. Ağır Ceza Mahkemesinde devam eden duruşmalarını izlemek üzere gitmişti.
Muş Bulanık'ta iki kişiyi katleden JİTEM elemanını korumak amacıyla davayı Samsun’a taşıyan yetkililer aynı zamanda katledilenlerin yakınlarını, avukatlarını ve Ahmet Türk'ü de korumakla yükümlüdürler. Bu bakımdan saldırganın güvenlik güçlerinin gözü önünde hiçbir engele takılmadan alçakça bir saldırı gerçekleştirebilmesi oldukça düşündürücü ve manidardır.
Gerek AKP Hükümeti’nin Kürt hareketini tasfiyeye yönelik tutum ve politikaları, gerekse statükocu güçlerin ırkçı, milliyetçi ve ayrımcı kışkırtma ve manipülasyonları şiddeti ve faşizan linç girişimlerini yaygınlaşmıştır. Hükümetin bütün bunları “vatandaş tepkisi” olarak değerlendirmesi ise bu süreçte cesaretlendirici bir işlev görmüştür. Nitekim bu saik ile İzmir’de DTP konvoyuna atılan taşlar, daha sonra Dolapdere’de çekilen silahlara, ardından da Muş’ta can almak üzere sıkılan mermilere dönüşmüştür. Bu kez de hükümet toplumsal sonuçları ağır olacak olan bu saldırılardan sonra büyük bir sessizliğe gömülmüştür.
Ahmet Türk’e yapılan saldırı da bu zincirin bir halkasıdır. Başka bir deyişle bugüne kadar uygulana gelen şiddet politikalarının başka bir örneğidir.
Ahmet Türk’e geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz.
Barış ortamının daha fazla zedelenmemesi, yeni saldırıların olmaması için hükümeti önlem almaya, sorumluları mazur göstermeden adil biçimde yargılamalarını sağlamaya çağırıyoruz.
Ve ülkemizin her yerinde sadece ve sadece barış ve kardeşlik içinde birlikte yaşama arzusunda olan büyük çoğunluğun, her şeye karşın, bu arzularını gerçekleştireceğini bir kez daha hatırlatıyoruz.
TÜRKİYE BARIŞ MECLİSİ
Dönem Sözcüsü
Metin Bakkalcı
13 Nisan 2010
Türkiye Barış Meclisi olarak kapatılan DTP’nin Eşbaşkanı Ahmet Türk’e Samsun Adliyesi önünde yapılan saldırıdan dolayı büyük bir üzüntü ve kaygı duyuyoruz.
Çünkü, Ahmet Türk’e yapılan bu saldırı, Türkiye’nin barış ve demokrasisine yönelik bir saldırıdır.
Ahmet Türk Samsun’a, geçen yıl Aralık ayında Muş’un Bulanık İlçesi’nde DTP'nin kapatılmasını protesto eden kişilere ateş açarak 2 kişinin ölümüne, 4 kişinin de yaralanmasına neden olan JİTEM elemanı Turan Bilen ile kardeşi Metin Bilen’nin 1. Ağır Ceza Mahkemesinde devam eden duruşmalarını izlemek üzere gitmişti.
Muş Bulanık'ta iki kişiyi katleden JİTEM elemanını korumak amacıyla davayı Samsun’a taşıyan yetkililer aynı zamanda katledilenlerin yakınlarını, avukatlarını ve Ahmet Türk'ü de korumakla yükümlüdürler. Bu bakımdan saldırganın güvenlik güçlerinin gözü önünde hiçbir engele takılmadan alçakça bir saldırı gerçekleştirebilmesi oldukça düşündürücü ve manidardır.
Gerek AKP Hükümeti’nin Kürt hareketini tasfiyeye yönelik tutum ve politikaları, gerekse statükocu güçlerin ırkçı, milliyetçi ve ayrımcı kışkırtma ve manipülasyonları şiddeti ve faşizan linç girişimlerini yaygınlaşmıştır. Hükümetin bütün bunları “vatandaş tepkisi” olarak değerlendirmesi ise bu süreçte cesaretlendirici bir işlev görmüştür. Nitekim bu saik ile İzmir’de DTP konvoyuna atılan taşlar, daha sonra Dolapdere’de çekilen silahlara, ardından da Muş’ta can almak üzere sıkılan mermilere dönüşmüştür. Bu kez de hükümet toplumsal sonuçları ağır olacak olan bu saldırılardan sonra büyük bir sessizliğe gömülmüştür.
Ahmet Türk’e yapılan saldırı da bu zincirin bir halkasıdır. Başka bir deyişle bugüne kadar uygulana gelen şiddet politikalarının başka bir örneğidir.
Ahmet Türk’e geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz.
Barış ortamının daha fazla zedelenmemesi, yeni saldırıların olmaması için hükümeti önlem almaya, sorumluları mazur göstermeden adil biçimde yargılamalarını sağlamaya çağırıyoruz.
Ve ülkemizin her yerinde sadece ve sadece barış ve kardeşlik içinde birlikte yaşama arzusunda olan büyük çoğunluğun, her şeye karşın, bu arzularını gerçekleştireceğini bir kez daha hatırlatıyoruz.
TÜRKİYE BARIŞ MECLİSİ
Dönem Sözcüsü
Metin Bakkalcı
13 Nisan 2010
15 Nisan 2010 Perşembe
Sempozyum: Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi
Öncesi ve sonrasıyla 1915: İnkar ve Yüzleşme
1915 Within its pre and post-historical periods: Denial and Confrontation
Öncesi ve sonrasıyla 1915: İnkar ve Yüzleşme
24-25 April/Nisan 2010 Ankara
I. Session: Armenian issue from historical perspective
I. Oturum: Tarihsel açıdan Ermeni Meselesi
II. Session: Official ideological Denial and Extirpation from The Committee of Union and Progress to Kemalism
II. Oturum: İttihat ve Terakki’den Kemalizme Resmi ideolojik İnkar ve İmha
III. Session: Turkification of Capital or What happened to the Armenian abondened properties ?
III. Oturum: Sermayenin Türkleştirilmesi veya Emval-i Metrükesine ne oldu?
IV. Session: “Armenian Issue”: What is and How it is to be done?
IV. Oturum: “ermeni Meselesi”: Ne ve nasıl yapmalı
V. Session: Poster Bulletins
V. Oturum: Poster Bildiriler
VI. Session: Matter and Approach
VI. Oturum: Sorun ve Yaklaşım
Contact/İletişim: 00905418506258 00905418506247
1915 Within its pre and post-historical periods: Denial and Confrontation
Öncesi ve sonrasıyla 1915: İnkar ve Yüzleşme
24-25 April/Nisan 2010 Ankara
I. Session: Armenian issue from historical perspective
I. Oturum: Tarihsel açıdan Ermeni Meselesi
II. Session: Official ideological Denial and Extirpation from The Committee of Union and Progress to Kemalism
II. Oturum: İttihat ve Terakki’den Kemalizme Resmi ideolojik İnkar ve İmha
III. Session: Turkification of Capital or What happened to the Armenian abondened properties ?
III. Oturum: Sermayenin Türkleştirilmesi veya Emval-i Metrükesine ne oldu?
IV. Session: “Armenian Issue”: What is and How it is to be done?
IV. Oturum: “ermeni Meselesi”: Ne ve nasıl yapmalı
V. Session: Poster Bulletins
V. Oturum: Poster Bildiriler
VI. Session: Matter and Approach
VI. Oturum: Sorun ve Yaklaşım
Contact/İletişim: 00905418506258 00905418506247
14 Nisan 2010 Çarşamba
ÜRETENLER ANAYASA YAPMADIKÇA SORUNLAR ÇÖZÜLMEZ
Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com
Yaşamın zorlaştırdılar, hep birlikte zorla nefes alıyoruz. Ağırlaşan koşullar altında koro halinde inliyoruz. Aynı sorunlarla boğuştuğumuz halde biz birbirimizi anlamakta zorluk çekiyoruz. Onun içindir ki, gelen-geçen sırtımızdan eksik olmuyor. “Gelen ağam giden paşam” diye diye yaşamımızı köle gibi sürdürüyoruz. Bunun bile farkında değiliz.
Devletin zirvesinde anayasa değişikliği konuşuluyor. Tartışmalar muhalefet ile iktidar arasında sert tartışmalara neden oluyor. Muhalefet cephesi “Anayasayı değiştirmek hukuka aykırıdır” diye tepki gösterirken, iktidar cephesi anayasa’nın yenilenmesinden yana esip gürlüyor. Vatandaş da olan biteni tiyatro izler gibi izliyor.
Olanları izlerken bizim halimiz ne olacak diye düşünüyorum. Biryandan halimiz mi kalmış demeden edemiyorum. İnanın posamızı çıkardılar diyebilirim. Yukarıda çıkar savaşı devam ederken, altta biz ezilen kesimler örgütsüzlüğümüzden dolayı bir yerlere savruluyoruz. Onunda farkında değiliz. Yaşıyoruz işte, ama nasıl? Yaşıyorsak buna da yaşamak denir mi?
CHP ve MHP aynı safta yer almış, koro halinde “devletin elden gitmekte olduğuna” vurgu yapıyorlar. CHP “şeriat geliyor” ve “ordu göreve” temasını çok işlerken, MHP “meydanın bölücülere bırakılacağını” iddia ediyor. Oysa ülkede muhalefet ile iktidar aynı dili kullanıyor. Bu ince bir çizgidir. Anlamak için olayları, cümleleri yerli yerine koymak gerekiyor.
Bu ülkede Kemalist bir rejim var. Dışa bağımlılıkta var. İMF, ABD ve AB ne derse her iktidar döneminde partiler ya da koalisyon hükümetleri onu uygulamak zorunda kaldı.
Devletin zirvesi hareketli; AKP kendini sağlama almak için, muhalefet ise muhalefetten kurtulup iktidar olmak için var güçleriyle ellerindeki kozları birebir döküyorlar. Milletvekillerinin dokunulmazlıkları var. Bu dokunulmazlık zırhını kaldırmak istemeyenler var. Ama bizlerin böyle bir hakkı olmadığı gibi, polis yaka paça gözaltına alabilmektedir. İstediği gibi sorgulama yapabilmektedir. Mahkemede istediği gibi hareket edebilmektedir. Bu açıktan bir ayrımcılıktır. ‘Gücü yetene’ anlamına gelmektedir. Yine yüzde on barajı vardır ki ötekine siyasal yaşam hakkı vermemekte, barajı aşağı çekme taleplerine ise AKP, CHP ve MHP birlikte karşı çıkmaktadır.
Anayasanın içeriğine bakmak gerekir! Kimin Anayasası? Emekçilerin, yoksulların anayasası mı? Hayır. İçeriğine bakarak kimin anayasası olduğunu anlayabiliriz.
Bu ülkede ağırlığı olan TÜSİAD ile MÜSİAD vardır. Farklı düşüncelerde olsalar da sermaye cephesini oluşturmaktadırlar. Ağırlığı olanlar grubundandırlar. Devletin motor gücünü oluşturan gruplardan olduğu için onların çıkarlarına göre bir anayasa değişikliği yapılacaktır.
Herkesimi bütünleştirecek bir anayasadan söz edenler gerçeği söylemiyorlar. İşsizlik ve yoksulluk sürerken, eğitim ve sağlıkta fırsat eşitliği yokken, İş ve can güvenliği yokken, kayıt dışı ve sigortasız çalıştırma devam ederken, GDO’lu ürünlerin göz göre göre sofralarımıza gelirken, rüşvet ve yolsuzluklar artarken, üniversitelerin hali buyken, bolca cezaevi açarken, düşüncelerinden dolayı insanlar hala cezalandırılıyorken, taşeronlaştırma ve asgari ücretli kölelik tüm hızıyla yayılıyorken, doğa katlediliyorken, ırkçılık sistemli olarak gündemde ve hedef tahtasına Kürtler, Romanlar ve Ermeniler konuluyorken... Bunlara çözüm üretmeyecek bir anayasa”bütün kesimleri kucaklayan”bir anayasa olamaz.
İnsan haklarını öne alan, her yönüyle eşitlikçi, özgürlükçü bir anayasaya ihtiyaç var. her yönüyle eşitlikçi, insanın insanı ezmediği sömürmediği, emeğe dayalı, insan ayrımı yapmayan, kendi dilini konuşan, kültürünü yaşatabilen ve insana dayalı, hayvanlara dayalı, doğaya dayalı ne varsa… Bir arada yaşayabilmenin ortak paydalarından yola çıkmalıyız.
Hazırlık çalışması yapılan anayasada emekçilerin talepleri değil, sermayenin talepleri ön sıralarda olacaktır. Bunun içindir ki anayasayı asıl üretenler yapmalıdır. Emeğe saygı gösterenler yapmalıdır.
NEWROZ HAFTALIK SİYASİ YORUM GAZETESİ
13 Nisan 2010 Salı
KALDIRAÇ dergisi, 109. Sayımız Çıkmıştır!
109. SAYIMIZI YAYINEVLERİMİZ VE KİTAPÇILARDAN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.
İstanbul İrtibat : Şehitmuhtar mah. Nane sok. No:15 Beyoğlu/İstanbul tel/fax: 0212 251 68 61
Ankara İrtibat: Mithatpaşa cad. No: 34/F D:33 Kızılay/Ankara tel/fax: 0312 434 39 71
İzmir İrtibat: tel: 0232 329 52 67
www.kaldiracdergi@gmail.com
www.kaldiracankara@gmail.com
İstanbul İrtibat : Şehitmuhtar mah. Nane sok. No:15 Beyoğlu/İstanbul tel/fax: 0212 251 68 61
Ankara İrtibat: Mithatpaşa cad. No: 34/F D:33 Kızılay/Ankara tel/fax: 0312 434 39 71
İzmir İrtibat: tel: 0232 329 52 67
www.kaldiracdergi@gmail.com
www.kaldiracankara@gmail.com
“ŞİİRİSTANBUL/2010” BAŞLIYOR
Bu yıl beşincisi düzenlenen Uluslararası İstanbul Şiir Festivali ŞİİRİSTANBUL, 20-25 Nisan tarihleri arasında İstanbul’u şiire doyuracak. Şehrin dört bir yanında şiir dinletisi ve konserlerin düzenleneceği festivalde, bu yıl ağırlıklı olarak İskandinav ülkelerinin şairleri yer alacak.
ŞİİRİSTANBUL’u Türk şiirinin, hayatlarını şiire adamış iki büyük ismi, Sait Maden ve Ahmet Oktay, Adonis’le beraber onurlandıracaklar.
Festivalin onur konukları arasında yer almasını arzu ettiğimiz şair Kemal Burkay; festivali izlediğini, katılmaktan onur duyacağını, ancak sonbaharda Türkiye’de yaşanan iyimser havanın, bilinen nedenlerle kaybolması yüzünden bu sene katılma şartlarının bulunmadığını söyledi. Bununla birlikte “Çarin/Rubailer” adlı Kürtçe/Türkçe kitabını festivale armağan etti.
ŞİİRİSTANBUL Festivali kendisini “Toprak Vatanım, İnsan Ulusum” sloganıyla tanımlıyor. Şiiristanbul/2010 ise “Şiir Her Yerdedir” sloganıyla, kültür merkezlerinin, toplantı salonlarının, tarihi mekânların yanı sıra, kafeleri, lise ve üniversite kampüslerini, sokakları, küçüklü büyüklü meydanları işaret ediyor.
Festival programı, 20 Nisan sabahı Taksim Hill Otel’deki basın toplantısı ile başlayacak. Şairler gün içinde Boğaziçi’nde yapılacak tekne gezisine katılacak. Akşam, Aya İrini Kilise Müzesi’nde, Devlet Senfoni Orkestrası “Yaylı Sazlar Dörtlüsü”nün konserini takiben Onur Konukları sahneye davet edilecek. Beş gün sürecek olan Festivalin tema edebiyatını, “İskandinav Şiiri ve Sürgün Edebiyatı” başlığıyla İskandinav Şiiri oluşturuyor. Festivale bazıları, işgal sonrası Irak’tan “sürgün” konumuna düşen şairler olmak üzere, İskandinav ülkelerinin önde gelen şairleri Magnus William-Olsson, Andres Olsson, Özkan Mert, Tone Hödenbö, Peter Laughesen, Henrika Ringbom, Jasim Mohamed ve Duna Ghali katılıyor.
ŞİİRİSTANBUL bu yıl, Bahreyn’den Kasım Haddad, Filistin’den Halid Darwish, Yunanistan’dan Angeliki Sidira, Romanya’dan Elena Popescu, Ermenistan’dan Armen Harutyunyan olmak üzere çok sayıda dünya şairini konuk ediyor. Kürtçe’nin önde gelen şairlerinden Erbilden Bedirxan Sindi ve İran’ın Senendeç kentinden Nahide Hüseyin’e, Diyarbakır’dan Berken Bereh sesini katıyor.
Emel İrtem (Türkiye), Natali Nikiforova (Rusya), Elena Kasyan (Ukrayna), Maya Tzenova (Bulgaristan), Tone Hödenbö (Norveç), Duna Gahli (Danimarka), Henrika Ringbom (Finlandiya), Nahide Hüseyin (İran-Mahabat), Angeliki Sidire (Yunanistan), Elena Popescu (Romanya), Gonca Özmen (Türkiye), Betül Dünder (Türkiye), Arzu Alır (Türkiye), Duygu Ergun (Türkiye), Kezban Karaaslan (Türkiye), Sema Güner (Türkiye), Eren Aysan (Türkiye), Deniz Durukan (Türkiye), Hayriye Ersöz (Türkiye), Ayşe Nalan (Türkiye), Asuman Susam (Türkiye), Olcay Öztunalı (Türkiye); Aliye Özlü (Türkiye), Hilal Karahan (Türkiye), Hayriye Ersöz (Türkiye), Serap Erdoğan (Türkiye), Ayşe Nalân (Türkiye), artık festivalin bir geleneği haline gelen Şair Kadınlar Buluşması’nda bir araya gelecek. Buluşmayı İlkim Karaca, Duygu Ergun ile birlikte yönetecek.
Günümüzde Rus Şiiri etkinliğinde Natali Nikiforova, Günümüzde Ukrayna Şiiri etkinliğinde Elena Kasyan, Pavel Grebenyuk, Günümüzde Kürt Şiiri etkinliğinde Latif Epözdemir, Bedirhan Sindi, Nahide Hüseyin, Berken Bereh ve Sema Güler yer alacak. Ukraynalı şairler, aynı zamanda ülkelerinin tanınmış müzisyenleri. Kendi şiirlerinden yaptıkları şarkıları, Şiirİstanbul etkinliklerinde de seslendirecekler.
Özkan Mert’in şiirlerinden oyunlaştırılan “KENTLERİN SENFONİSİ” ve Şiir Tiyatrosu Oyuncularının Ece Ayhan’ın şiirlerinden oyunlaştırdığı “MOR KÜLHANİ” adlı oyunlar festival çerçevesinde sergilenecek. Festivale Türkiye’den ayrıca Müslim Çelik, Adil İzci, Metin Cengiz, Muzaffer Özdemir, Latif Epözdemir, Tozan Alkan, Mete Özel, Baki Ayhan T., Tunay Bozyiğit, Şeref Bilsel, Tevfik Taş, Cenk Gündoğdu, Özgün Bulut, Mehmet Erte ve Şenel Gökçe katılacak. Şair Küçük İskender, bu sene üçüncüsü gerçekleşecek “küçük İskender ve yeni renkler” etkinliğinde, çok genç şairleri kürsüye çıkarmayı sürdürecek. “Kadıköylü Şairler Buluşması” ise, Kadıköy’de yaşayan şairlerin bazılarını, Mustafa Köz’ü, Enver Özgün Bulut’u, Ayten Mutlu’yu, Olcay Öztunalı’yı, Karin Karakaşlı’yı ve Cuma Bolat’ı bir araya getirecek. Bu buluşma, önümüzdeki yıllarda da eklenecek yeni halkalarla bir zincir oluşturacak.
Festival’de, Güngör Tekçe’nin hazırladığı “Galatasaray’dan Şairler Geçti” adlı tematik antolojinin tanıtılacağı bir etkinlikte, Galatasaray Lisesi mezunu şairlerden Güngör Tekçe, Salih Ecer, Emirhan Oğuz, Tozan Alkan ve Tuna Kiremitçi bir araya gelecek. Etkinliğe Galatasaraylılar Derneği ev sahipliği yapacak.
Bugüne dek 54 ülkeden 134 şairin konuk olarak katıldığı Şiiristanbul: Uluslararası Şiir Festivali; şiirin ve tiyatronun yanı sıra, müziğin de yer aldığı bir etkinlik: Rojin, Evin Beyaz, Yılmaz Güney Çelik, Muzaffer Özdemir, Ali Nafile, Elena Kasyan, Pavel Grebenyuk ve “Düttürü Dünya” grubu, festivale dinleti ve konserleriyle katılacak isimler. Üniversite ve liselerin edebiyat kulüpleriyle ortak etkinliklerin de düzenleneceği festivalin mekânları, Aya İrini Kilisesi, YKY Sermet Çifter Salonu, Makine Mühendisleri Odası Konferans Salonu, SESAM Konferans Salonu, Seyr-i Mesel, Galatasaraylılar Derneği, Boğaziçi Üniversitesi BTS Salonu, Şişli Terakki Lisesi, Kasımpaşa Çok Programlı Lisesi, Kadıköy Barış Manço Kültür Merkezi, Nâzım Hikmet Kültür Merkezi, Öteki Kültür Sanat Merkezi, Kadıköy Tarihi Çarşı Meydanı, Kadıköy İskele Meydanı.
ŞİİRİSTANBUL şiiri sokağa ve meydanlara; İstanbulluları şiire; dünyanın şiir ustalarını İstanbul’a, İstanbullulara çağırıyor.
Sonunda bir çağrımız daha var: Herkesi 19-22 Ağustos tarihlerinde Uluslararası ŞİİRİSTANBUL ADALAR Festivali’ne bekliyoruz.
Uluslararası İstanbul Şiir Festivali, Şiirİstanbul ile ilgili ayrıntılı bilgi için www.siirfestivali.org adresine bakılabilir.
İletişim:
Latif Epözdemir: 0532 247 47 47
Erdem Bulut: 0554 860 50 54
S. Zeki Tombak: 0533 560 69 83
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)