16 Ağustos 2009 Pazar

Kürt Türk Çatışması Neden Olmadı?



Demir Küçükaydın
koxuz@koxuz.org


Eskiden çok duyulan, ama son zamanlarda daha da çok duyulan bir “mavi hikaye”, bir klişe var: “Türk Kürt halkı arasında bir çatışma olmadı. Bunu halkın sağduyusuna ve bu halkların yüzlerce yıldır birlikte yaşamasına, kız alıp vermesine, aynı dinden olmasına borçluyuz.”

Üç aşağı beş yukarı böyle özetlenebilir bu görüş.

Bu önermeler birçok bakımlardan gerçeğin çarpıtılmasına dayanmaktadırlar ve koca bir yalandırlar. Daha kötüsü, Kürt ve Türklerin birbirini boğazlamasının tohumlarını atmaktadırlar.

Neden böyledir? Kısaca açıklamayı deneyelim.

Bu güne kadar bir Kürt ve Türk çatışması olmadıysa, bunun nedeni aynı dinden olma, yüzlerce yıldır birlikte yaşama, kız alıp kız verme veya “halkın sağduyusu” değildir.
Yiğidi öldür ama hakkını yeme derler. Eğer bir Türk Kürt çatışması olmadıysa, bunu her şeyden önce PKK ve Abdullah Öcalan’a borçludur insanlar.

Çatışma olmamasının nedeni, öncelikle PKK’nın Türkiye Sosyalist Hareketinden, Marksizmden, Sosyalizmden kaynaklanan ve yoksullara dayanan, gerici bir ulusçuluga eğilim duymayan, dolayısıyla da demokratik ve eşitlikçi idealleri olan bir hareket olmasıdır.
PKK’nın böyle olması da her şeyden önce, bir zamanlar Türkiye sosyalistlerinin demokrnatik ideallerin ve programın savunucuları; dolayısıyla da Kürtlerin ezilmesinin karşısında olmasıyla mümkün olmuştur.

Bu günkü politik manzaraya, bu manzara içinde ulusal sonunun Körü ya da Türk milliyetçiliğinin savunucusu sosyalistlere ve demokratik reformları savunan liberallere bakınca şaşırtıcı gelebilir ama bir zamanlar, Kürtlerin kendilerinden bile önce, Kürtlerin üzerindeki baskıya karşı ilk sloganları atanlar, bu sorunu ortaya koyanlar sosyalistlerdi.

O demokratik ideallere iyi kötü sahip çıkmış sosyalistler olmasaydı, PKK da olmazdı.

Daha 1930’larda “İhtiyat Kuvvet: Milliyet” adlı kitabı yazmış ve bu kitapta Kürdistan’ın sömürge, Kürtlerin ayrı bir ulus olduğunu savunmuş; TKP’nin görevini Kürdistan’da bir işçi partisinin doğuşuna yardımcılık etmek olarak tanımlamış Kıvılcımlı’lıar; Kıvılcımlı’yı tanıyarak ondan Kürt sorununun önemini anlamış ve ölürken “Yaşasın Marksizm Leninizm! Yaşasın Kürt ve Türk Halkalarının Kardeşliği” diyerek ölüme gitmiş Deniz Gezmişler; yine Kıvılcımlı’dan ilhamla Kemalizmle kopuşmaya çalışmış Mahir Çayanlar ve bu geleneği 70’ten sonra devam ettiren Kurtuluş gibi hareketler; bunlardan tamamen bağımsızca benzer sonuçlara ulaşan İbrahim Kaypakkaya’lar, onların düşünce ve davranışları olmasaydı: PKK’nın kurucuları içinde Türkiyeli sosyalistler, Kemal Pir’ler olmaz, Ankara’nın üniversite çevrelerinin sosyalist gençleri bir ulusal baskıya karşı direnişin öncülüğünü ele geçiremez ve özetle PKK olmaz veya PKK bu günkü PKK olmazdı, gerici milliyetçi bir hareket olurdu.

PKK bu örnekler sayesinde, Kürt hareketi içindeki gerici milliyetçiliğe karşı pozisyonlarını savunabildi. Eğer Deniz’ler, Kıvılcımlı’lar, Mahir’ler, Kaypakkaya’lar, Kemal Pir’ler olmasaydı, PKK Kürt burjuvazisinin gerici milliyetçiliğinin baskısı karşısında dayanamaz ve örneğin Rızgari gibi onlardan biri olurdu.

PKK bu nedenle hiçbir zaman, gerici bir milliyetçiliği savunmadı. Hiçbir zaman “Türkler” demedi, hep “Türk devleti” dedi. Kürtler içinde her zaman Türk ezilenlerinin bir müttefik olduğunu savundu ve eldeki çok sınırlı ve yukarıdaki anılan örnekleri yükseltti.

PKK’nın elinde Türdkiye’nin şehirlerini yaşanmaz kılacak ve bunun için canını vermeye hazır binlerce militan bulunmasına rağmen, bu militanları hiçbir zaman bir IRA gibi, bir ETA gibi sivil halkın üzerine sürmedi. Örneğin Öcalan yakalandığında onlarca PKK’lı ya da sempatizan kendini yaktı ve en acılı ölümleri göze aldı. Bu kendini yakanlar binlerce ve on binlerce insanı da yakabilirlerdi. Bu çaresizlik ve hınç kolayca Türklere yöneltilebilirdi, PKK zaman zaman tecrit olma bahasına böyle bir yola girmedi.

Ve Türk devletinin Özel savaş daireleri, Genelkurmayları bunu herkesten çok daha iyi bilmelerine rağmen, Öcalan’ı “Bebek katili” diye tanımlamaya devam etti.

Mavi Çarşı gibi olaylar, PKK’nın kontrolü dışında gelişmiş olaylardı ve eğer istese PKK’nın neler yapabileceğinin de bir göstergesiydi. PKK sadece çok çaresiz kaldığında, kimseye zarar vermeyecek bir iki bombaşla, neler yapabileceğini ihsas ettirmekle, yani bir mesaj vermekle yetindi.
PKK hiç bıkmadan, her zaman halkların Kardeşliğin işledi. Bu sadece bir hamasi söylev olarak da kalmadı. Her hangi bir yerde Kürt özgürlük hareketini destekleyenlerin bir derneğe, bir lokale giden, orada Mahirlerin, Denizlerin, Kaypakkayaların, Kemal Pir’lerin hareketin ikonları arasındaki yerini görür.

Öcalan’ın kendisi örgüt içindeki en büyük mücadeleyi bizzat gerici milliyetçilere karşı verdi. Her kritik dönemeçte ve her yükselişte bunlar gerici milliyetçi bir çizgiyi örgüte dayatmaya çalışarak örgütü arkadan vurdular.

Eğer Öcalan İmralı’da çıktığı mahkemede, o zamanlar ihanet olarak tanımlanan davranışları göstermeyip, bir parça imalı bir sözle intikam eylemlerine göz kırpsaydı, zaten aynı aile içinde bile birbiriyle konuşamaz hale gelmiş olanların birbirinin boğazını nasıl kestiği, binlerce yıllık beraberliklerin veya aynı dinden olmuşlukların hiçbir işe yaramadığı görülürdü.

Eğer PKK’nın ısrarlı olarak izlediği bu demokratik ve ilkel gerici milliyetçiliğe taviz vermeyen çizgi olmasaydı, Türkler ve Kürtlerin birbirini boğazlamasını ne kız alıp vermek, ne yüzlerce yıldır birlikte yaşamak, ne aynı dinden olmak zerrece engellemezdi.

Kürtlerin ve Türklerin birbirini boğazlamamasını her şeyden önce modern sosyalist hareketin ve işçi hareketinin demokratik programına, anlayışına ve ideallerine borçluyuz.

Eğer bu gerçek unutulur, es geçilir ve gerici milliyetçiliğin tarih algılarıyla açıklanmaya çalışılırsa olan ve olmayanlar, işte o zaman yeni kürt Türk boğazlaşmalarının tohumu atılmış olur.
Başbakan’ın konuşmaları; liberallerin bu gerici açıklamalar karşısındaki susuşları, yeni boğazlaşma tehlikelerinin tohumlarını atmaktadır.

Tıpkı Türk ve Kürt ulusları gibi, onların boğazlaşmalarını engelleyen de binlerce yıllık tarih değil, modern işçi hareketi ve onun demokratik gelenekleridir.

Eğer modern ve demokratik bir hareket olmazsa, ve bu harekete damgasını vurmazsa, binlerce yıllık birlikte yaşamaların hiçbir boğazlaşmayı engellemediği ve engelleyemeyeceği unutuluyor.
Ermenilerle yüzlerce yıl birlikte yaşandı; Ermeniler kendilerini Türk’ten fazla Türk görüyorlardı; Türkçe’yi ana dili ya da ikinci dil olarak benimsemiş en büyük halk kitlesiydiler Osmanlı’da, belki kız alıp vermiyorlardı ama, kirvelik kurumu aracılığıyla, akrabadan bile yakındılar.

Bunların hiç biri engellemedi Ermeniler kökünün kurutulmasını.

En son Yugoslavya’da ne aynı dilden, ne aynı dinden olmanın, ne kız alıp vermenin hiç kar etmediği görüldü.

Sırplarla Hırvatlar veya Slovenler, hepsi Hıristiyan’dılar; kız da alıp vermişlerdi ve yüzlerce değil, binlerce yıldır, muhtemelen Neolitik devrimin Avrupa’ya yayılmasından beri, beraber yaşıyorlardı. Roma kölelelerini muhtemelen bu güney Slavlarından edindiği için, köle anlamına gelen Sklave sözü bile bu Slavlardan geliyordu.

Ama bütün bunlar hiçbir şekilde engellemedi kanlı boğazlaşmaları. Onların daha mı az sağ duyusu vardı Türkler veya Kürtlerden? Türklere ve Kürtlerde “sağduyu geni” mi var ki başka haklarda olmayan?

Hayır, Yugoslavya’da bir PKK yoktu.

Belki öyle düşünenler vardı ama, bunlar güçlü bir politik hareket değil, küçük etkisiz entelektüel gruplardan ötesi değildiler

“Yiğidi öldür ama hakkını yeme” derler.

Eğer bu gün Türkler ve Kürtler birbirini boğazlamadıysa, bunu her şeyden önce PKK’ya ve Öcalan’a borçludurlar.

Onun yanı sıra Kıvılcımlı, Deniz, Mahir, Kaypakkaya, Kemal Pir gibilerin yüzü suyu hürmetine.
*
Bu gerçeği böylece tespit etmek ve o binlerce yıllık kardeşlik masallarının önüne geçirnmek gerekiyor.

Çünkü bu gerçeği öne çıkarmayan, binlerce yıllık kardeşlik yalanları karşısında susanlar, o yalanların yayılmasına hizmet ediyorlar; bilerek veya bilmeyerek aslında yeni boğazlaşmaların tohumunu atıyorlar demektir.

Binlerce yıllık kardeşlik palavraları öyle masum sözler değildir. Onlar modern sınıflar mücadelelerinin görünümüdürler. Onlar burjuvazinin gerici milliyetçiliğinin ideolojik savaşının mermileridirler.
Bu olgunun görmezden gelinişinin ve çarpıtılışının ardında daha başka bir çarpıtma yatıyor. O yalan da ulusların yüzlerce yıldan beri var olduğu yalanı.

Hayır, Kürt ve Türk ulusları binlerce yıldır bir arada yaşamıyorlar. Kürt ve Türk ulusları binlerce yıldır birbirinden kız alıp vermedi.

Bir ulus olarak Türklük denen şey, Ermeni katliamıyla doğmuştur, eğer edebi ve fikirsel gebelik dönemi bir yana bırakılırsa. Ondan önce Türklük yoktu politik bir fenomen olarak. Bir düşün ve edebiyat akımı olarak, bir beyin jimnastiği olarak vardı belki ama kendisi yoktu.
Kürtlük de bir fikir akımı olarak, bir tasavvur olarak aşağı yukarı Türklük ile birlikte doğmuş sayılabilir. Ama bir ulus olarak Kürtlüğün doğuşu, aslında son derece yenidir, hatta 14 Ağustos 1984 bile denebilir buna.

Uluslar modern olgulardır. Ama bir tarihe dayanan ulusların var olduğu iddiası, uluslardan bile daha moderndir.

İlk ulusların, Örneğin Amerikan veya Fransız uluslarının bir tarihleri yoktu ve bir tarihin sonucu olarak oluştukları yönünde bir iddiaları da yoktu. Hatta onlar tarihe karşı ortaya çıkmıştılar. Bu şimdi unutulmuş olan demokratik karakterli ulusçuluk, bir tarihe dayandığını iddia eden ulusçuluktan daha uzun bir tarihe sahiptir. Tarihsiz olduğu söylenen Amerikan ulusu dünyada en uzun tarihe sahip olan en eski ulustur.

Alman burjuvazisinin gericiliği ve korkaklığı dolayısıyla demokratik ideallerden uzaklaşılması sonucu, politik olan, yani uluslar bir tarihle, ırkla, dille, dinle, gelenekle tanımlamaya başladı. Ondan sonar gelen burjuvazilerin de onlardan farkı olmadığı için, ulusların tarihi olduğu gerici ulusçuluğun bir yalanı olarak okullarla; eğitimlerle zihinlere yerleşti.

Bu gerici ulusçuluk başarı kazanmadan önce tarihi bu gerici ulusçuluğa göre yeniden yazdı. Tarihi ulusların tarihi, kaybedilmiş ulusal bilincin yeniden uyanışının tarihi olarak yazdı. Bu tarih yazımları üzerinden gerici ulusçuluk önce beyinlerde sonra devletlerin var olan sisteminde üstünlük kurdu.

Bu nedenle, bu binlerce yıllık birlikteliklerden söz eden söylemler aslında bu gerici ulusçuluğun yeniden üretilmesi ve yaygınlaştırılmasından başka bir anlama gelmezler.
Tarihte elbette Kürt, Türk, Arap vs. denen veya kendilerini Kürt, Türk, Arap vs. olarak tanımlayan insanlar vardı.

Ama bu kavramlar, ne sosyolojik ne de belli bir özneyi tanımlayan kavramlardı. Bu kavramlar hiçbir toplumu veya davranışı belirlemiyorlardı. Bunu bu günle bir kıyaslama içinde şöyle anlatmak mümkün olabilir.

Bugün örneğin gerçek bir laik ülkede bir insanın inancının şu veya bu olmasının; kuru fasulyayı acı biberli veya acı bibersiz sevmesinin; a ya da b takımını tutmasının, şurada veya burada oturmasının nasıl toplumsal örgütlenmeye, yani politikaya ilişkin bir anlamı yoksa, eskiden de Kürt, Türk veya Arap olmanın da aynen böyle hiç bir anlamı yoktu. Ama nasıl bu gün şu veya bu ulustan olmanız bütün davranışlarınızı: tüm toplumsal yaşamınızı belirliyorsa, eskiden şu veya bu aşiretten; şu veya bu dinden olmanın anlamı öyleydi.

1071’de Türkler Anadolu’ya girmedi.

1071’de Oğuz boyları tarafından ele geçirilerek gençlik aşısı almış Pers uygarlığı, binlerce yıldır rekabet içinde olduğu ve kendisi de çürümüş Akdeniz uygarlığına karşı, bu gençlik aşısıyla yaptığı bir karşı saldırıydı. Ve Pers uygarlığı bu saldırıyla ta Bizans uygarlığının kapılarına kadar dayandı.
Bizans bu saldırıya çok sonra yine Pers uygarlığı gibi Oğuz boylarıyla bir gençlik aşısı aldıktan sonra, yani Osmanlı olduktan sonra cevap verdi.

Yavuz’un Çaldıran’da yendiği Şah İsmail ve ordusu, Yavuz’dan ve ordusundan daha “Türk” idi. Aslında bir parça iç tutarlılığı olsa bu Türk ulusu tarihi yaratıcılarının, Yavuz’un Çaldıran zaferini, Türklerin Anadolu’dan çıkarılışı olarak tanımlamaları gerekir.

Ama o zaman, yani Çaldıran’da Türkler ve İranlılar değil, her ikisi de Oğuz ve Türkmen boylarıyla gençlik aşısı almış Pers ve Roma uygarlıkları savaşıyordu.

Alp Aslan Türk değil, bir Müslüman’dı. Kürt ulusuyla değil, Kürtçe konuşan şafilerle veya Bizans’ın sürekli baskı altına aldığı Ermeni’lerle, o zaman da Ermenilik şimdiki gibi bir ulusu değil, bir kiliseye bağımlılığı ifade ediyordu, ittifak yapmıştı.

Alp Aslan’ın Türk ulusundan olduğu, bu günkü gerici Türk milliyetçiliğinin uydurduğu bir yalandır. Alp Aslan Pers Uygarlığının bir hükümdarıdır.

Ne Selçuklular ne de Osmanlılar bir Türk devleti ve imparatorluğu değildi. Bunların Türk devleti olduğu Türk milliyetçiliğinin, gerici milliyetçiliğin bir uydurmasıdır. Çünkü o zamanlar Türk ulusu yoktu. Türk ulusu yüz yıldan az bir süre önce ortaya çıkmıştır.

Yavuz da bir Türk değildi. Roma ve Bizans’ın devamı olan “Deleti Ali”nin bir hakimiydi. O devleti ele geçirmiş ve o devlet tarafından ele geçirilmiş, Oğuz boylarının aşısıyla bir yeniden doğuş yaşayan Bizans’ın bir hükümdarıydı. Kürtlerle değil, İran Şiiliği karşısında, komün geleneklerini Şafiilik biçiminde savunmaya geçmiş Kürt komünüyle, ona otonomi vererek ittifak yapan bir antik uygarlık yöneticisiydi.

Şah İsmail Türk değildi. Pers uygarlığının o zamanki bir hükümdarıydı. Uygarlaşmış ve eski müttefiklerini baskı altına alan Osmanlı’nın ezdiği Alevi Komünü ile ittifak yapıyordu.

Tarih gerici ulusçuluğun değil, demokratik ve sosyalist tarihçiliğin penceresinden böyle görülünce, Türklerin ve Kürtlerin birbirinden kız alıp verdikleri için birbirini kesmediklerinin nasıl bir yalan olduğu daha iyi görülebilir.
*
Gerçekten demokrasi ve demokatik bir çözümden mi söz ediliyor?

Demokrasi ve demokratik çözüm her şeyden önce demokratik bir tarih bakışı ve tarihin demokratik olarak anlatılmasını gerektirir. Demokratik bir tarihin ilk önermesi ise, ulusların tarihi olmadığı ve ulusların tarihi olduğunu söylemenin gerici ulusçuların bir yalanı olduğudur.

Bu yapılmadan atılacak her adım, gerici ulusçuluğun yeniden üretilmesi ve güçlendirilmesi anlamına gelecektir ki yeni kanlı çatışmaların tohumlarını içinde taşır.

15 Ağustos 2009 Cumartesi
------------
http://www.koxuz.org/

Hiç yorum yok: