26 Nisan 2010 Pazartesi

Önemli Açıklama!

 Öfke ve Umut, bundan böyle güncellenmeyecektir.

Tüm dostlara önemle duyurulur...

Le 24 avril a été commémoré pour la première fois à Istanbul



Info Maison Populaire de Genève
info@assmp.org

Pour la première fois, des Turcs ont commémoré les massacres d'Arméniens de 1915-17, lors de plusieurs rassemblements samedi à Istanbul, brisant un tabou dans un pays qui récuse la thèse d'un génocide défendue par les Arméniens.

La manifestation la plus importante a eu lieu Place Taksim, en plein centre ville, où plusieurs centaines de personnes sont restées de longues minutes assises à même le sol, des oeillets rouges et des bougies à la main, avant d'écouter des enregistrements de musique arménienne.

Plusieurs centaines de policiers en civil et en tenue anti-émeutes protégeaient cette manifestation inédite en Turquie, et ont empêché par la force des groupes de contre-manifestants de s'approcher, a constaté l'AFP.

L'appel à ce "recueillement", à l'initiative d'intellectuels tels que l'universitaire Ahmet Insel, invitait "tous ceux qui ressentent cette grande douleur" à se rassembler. Pour ne pas heurter, les organisateurs avaient dans leur texte évoqué la "Grande catastrophe", au lieu d'employer le terme de "génocide".

Plus tôt dans la journée, environ 100 personnes se sont réunies sur la rive asiatique de la ville. A l'appel de l'Organisation des droits de l'homme (IHD) et sous le slogan "Plus jamais ça", elles ont commémoré la rafle de 220 intellectuels arméniens, le 24 avril 1915, point de départ des massacres.

Une première manifestation de quelques dizaines de personnes avait eu lieu le matin dans le centre-ville.

"La Turquie essaie de mettre en place une politique de mémoire, malgré le langage officiel" qui rejette catégoriquement le terme de génocide, a expliqué à l'AFP, Cengiz Aktar, chercheur à l'Université de Bahçesehir (Istanbul).

"Le djinn est sorti de la bouteille", a encore affirmé M. Aktar, pour qui "les tabous brisés ne concernent pas seulement l'Arménie, mais d'autres sujets occultés" comme la question des droits de la minorité kurde.

En 2005, l'écrivain devenu Prix Nobel Orhan Pamuk s'était attiré les foudres de la justice pour avoir déclaré: "un million d'Arméniens et 30.000 Kurdes ont été tués sur ces terres".

Deux ans plus tard, le journaliste arménien Hrant Dink était assassiné à Istanbul. La participation massive des Turcs à ses obsèques avait ouvert la voie à une remise en question de l'histoire officielle.

Samedi à Erevan, des dizaines de milliers d'Arméniens ont défilé, à l'occasion de ce 95ème anniversaire du massacre des Arméniens.

Le Premier ministre turc Recep Tayyip Erdogan a condamné ces manifestations en Arménie, où, selon les médias turcs, des drapeaux turcs ont été brûlés. (AFP, 24 avr 2010

Plus tôt dans la journée, environ 100 personnes se sont réunies sur la rive asiatique de la ville. A l'appel de l'Organisation des droits de l'homme (IHD) et sous le slogan

Plus jamais ça", elles ont commémoré la rafle de 220 intellectuels arméniens, le 24 avril 1915, point de départ des massacres.

25 Nisan 2010 Pazar

OĞLUNA GEMİCİK, ÖĞRETMENE İŞSİZLİK

Kadir Aydemir
kadirfen@hotmail.com

Bu slogan biz İşsiz ve Güvencesiz Eğitimciler Platformu üyelerinin eylemlerinde en sık attığı sloganların başında gelir. Hele de başbakan, biz işsiz öğretmenleri kastederek: “Devlet her üniversite mezununa iş bulmak zorunda mı?” diye olayı manipüle ettikten sonra…

Bizim bildiğimiz kadarıyla devlet gibi devletler planlama yaparlar ve her bölümden ihtiyacı kadar mezun verdirirler, bu mezunlara da iş sağlarlar. En azından sağlamaya çalışırlar.

Fakat buradaki asıl manipüle ise şudur: Evet, devletler ne kadar planlama yaparlarsa yapsınlar bazen ihtiyaç fazlası elemanları olur ve bu kesime kendi branşlarında iş bulamayabilirler. Ancak öğretmenlik konusu bizim ülkemizde bu sınıfa girmiyor. Çünkü ihtiyaç var; ama alım yok.

Alınan öğretmenlerin büyük bir kısmı ise “ücretli öğretmenlik” adı altında kölelik şartlarını da aratır bir istihdam şekliyle çalıştırılmaktadır. Daha doğrusu “resmi anlamda” bir istihdam şekli dahi değildir bu öğretmenlik “çeşidi”! Bilmeyenler için söyleyelim; son yıllarda uygulanan başlıca öğretmenlik çeşitleri şunlardır: Kadrolu, sözleşmeli, vekil, ücretli…

“ÜCRETLİ BAŞBAKAN İSTİYORUZ”

Yetkililerin söylediğine göre 60 bin civarında ücretli öğretmen varken, gerçek rakamlar en az bunun iki katıdır. Üstelik açıkta bekletilen 300 binin üzerinde öğretmen dururken bu ücretli öğretmenlerin önemli bir kısmı ise ne yazık ki öğretmen vasfında olmayan, hatta sadece lise mezunu kimselerdir. Buna rağmen utanmadan 40 bin öğretmen alımını müjdeymiş gibi verebiliyorlar. Üstelik bu 40 binin en az 15 bini ilk atama olmuyor. Sadece sözleşmeli öğretmenlikten kadroya kaydırma yapıyorlar. Ve yine utanmadan bunları da ilk atamaymış gibi gösteriyorlar.

Ücretli “öğretmenler”, öğretmen çeşitleri içerisinde en vahim durumda olanlardır. Ayda 400–600 TL ücret alırlar ve hiçbir güvenceleri yoktur. Ertesi gün işsiz kalabilirler. Ve bunlar devlet okullarında görev yapmaktadırlar. Yani bizzat başbakanın hükümetine bağlı Milli Eğitim Bakanlığı’nda! İşte, bu emek sömürüsü bizzat başbakanın sorumluluğundadır diyebiliriz rahatlıkla.

Fakat ne hikmetse, başbakan, özel sektördeki işverenleri kastederek, işyerlerinde yoğun bir emek sömürüsü yaptıklarını belirtiyor. Yine sanki bu iş yerlerini kendisi denetlemiyormuş, denetlemesi gerekmiyormuş gibi!

Evet, özel sektörde büyük bir emek sömürüsü var ve bunu kendisinin bildiğini söylüyor başbakan. Fakat işin tuhafı(!) kılını bile kıpırdatmıyor. Bu ne yaman çelişki bile demek geçmiyor içimden! Çünkü çelişkinin en büyüğü şu: Devlet bizzat kendi uygulamalarında, üstelik ‘anayasaya aykırı olarak’ emek sömürüsünü kendisi yapıyor. Hem de babalar gibi!

400 bin öğretmen açığının olduğu, 300 binin üzerinde öğretmenin kadrolu öğretmenlik için boş yere sınavlara alındığı –geçerken söyleyelim, bu sınavlardan 50 TL para toplanmaktadır- bir ülkenin başbakanının gencecik bir oğlunun gemileri olabiliyor. Hemen tüm bakanların çocukları, damatları önemli zenginler arasında olabiliyor. Başbakanın son yıllardaki zenginleşmesi ortada… İnsaf ama. Bizlere işsizliğin doğal olduğunu göstermek istiyorlarsa başta kendi yakınları işsiz kalsın da sözlerinin ufak da olsa bir anlamı olsun! Üstelik bu “tosuncukların” hiç biri sınavlarla, büyük zekâları sonucunda zengin olmuyorlar. İsteyen araştırsın.

Bu tabloya rağmen ücretli öğretmenliğin normal olduğunu anlatmaya çalıştıklarında ise, biz de şöyle sesleniyoruz onlara: Ücretli Başbakan İstiyoruz!

MÜCADELE ETMESİ GEREKENLERE 3-Y HATIRLATMASI

Son olarak çok muhterem, çok çalışkan, çok üretken, çok çok konuşkan sayın başbakanımızın iktidara gelmeden önce dilinden düşürmediği ve “3-Y” olarak bilinen sloganını hatırlatayım sizlere: Yoksulluk, Yolsuzluk ve Yasaklarla mücadele. Mücadele etmez olaydınız diyesi geliyor insanın… Sayın ki dedim.

Bu kadar kötü şartlarda yaşamak zorunda bırakılan genç öğretmenler, sesini gürce duyurmayı başarabildi mi peki? Maalesef hayır. Bizler çeşitli eylemler yaparken çoğu arkadaşımız bizleri sadece izlemekle meşguller. Psikolojik sorunlara girenler, hatta intihar edenler çoğunlukta. (Bildiğimiz kadarıyla bu nedenlerle intihar eden 13 arkadaşımız var.) Mücadele edenler ise azınlıktayız, fakat umudu yitirmeyenleriz. Bizler son olarak 17 Nisan’da Eğitim-Sen’in düzenlediği Ankara’daki eyleme yoğun bir şekilde katıldık. Bundan sonraki büyük eylemimizi ise Temmuz ayındaki KPSS sonrasına saklıyoruz.

http://www.igep.biz/ sitesi üzerinden yürüttüğümüz mücadelemize tüm duyarlı kesimlerin desteği zorunlu ve gereklidir!

OKUMAYI SEVEN BİR TOPLUM MUYUZ?

Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com

Her konu ilgi alanımızdır. Çünkü sorunlarımız ortaktır. Okumayı seven bir toplum muyuz? Kendimizi sorgulamamız gerekmektedir. Gerçekten kültürlü toplumda yaşıyor muyuz? Birçok soruyu kendimize sorabiliriz. Yanıtı da böylelikle bulmuş oluruz. Ancak bunun için de toplumu oluşturan farklı kesimlerdeki insanların arasına girmemiz gerekmektedir.

Çoğumuz büyüklerimizden duymuşuzdur: “Ah benim zamanımdaki…” Ben “benim zamanımdaki…” demeyeceğim. Demediğim için, şimdiki zamana bakmakla birlikte okumayı gerçekten sevip ya da sevmediğimizi yorumlamaya çalışacağım.

Bazılarımız “uzay çağı”nda olduğumuzu söyler. Uzay çağımıdır bilemem ama adı ne olursa olsun teknoloji dedikleri tüm aygıtlar piyasada tezgâhlarda satışa sunulmuştur. Sermaye kendi malını pazarlamak için-bu mal cep telefonu, bilgisayar, televizyon, internet vb. olabilir-öyle bir reklâm ağı oluşturmuştur ki, insanları kendi istedikleri alana rahatça kanalize edebilmektedir. İnsan beynini devamlı kilitleyebilmektedir. İnsanların düşüncelerine hükmedildiği için Aziz Nesin’in geçmişte dediği gibi “Koyun…” olmuşuz.

Düşünce üretemiyoruz. Kısır döngülerde ha bire yalpalayarak dönüyoruz. Bencilleşiyoruz. Olan olayların ucu bize dokunmuyormuşçasına hareket ediyoruz. Birbirimize saygıyı, sevgiyi gösteremiyoruz. Hep “ben” mantığıyla hareket ediyoruz.

Entelektüelimiz bir alanda kendisini yetiştirmiş olsa da, halkın dilini konuşmaktan acizdir ve kendini farklı bir alana koymaktadır. Onun için halkla arasındaki uçurum gün geçtikçe derinleşmektedir.

Sermaye reklâmlarıyla beyin yıkadığını çok basit örneklerle kanıtlayabiliriz. Televizyon programları sabah yayınından başlayarak yatıncaya kadar tümünü izleyen büyük bir kesim var. Cep telefonları neredeyse küçücük bebeğin eline verecek duruma geldik. Çocuktan başlayarak en büyüğümüzün elinde peynir-ekmek gibi tüketilen her marka var. Reklâmlara adapte olduğumuz için, sermayenin kuralına göre kontörlerini ve mesajlarını hemen tüketen çoğunluk bir kesim var. İnternette gününün büyük bölümünü geçiren vatandaşlarımız var. Halk arasındaki deyimiyle “geyik sohbeti” aynen böyle oluyor. Yapılan işlemler kişilerin gelişmesine uygun değildir.

At yarışlarına ve diğer şans oyunlarına umut bağlayanları, bireysel düşlerinde kulaç atanları da unutmayalım. Sabahın köründe kahvehane köşelerinde oyun oynayanları da unutmayalım.

İşsizlik alabildiğine çoğalmış. Okumada fırsat eşitliği olmadığı için geleceğin çocukları tel tel etrafa dökülmüş. Üniversiteyi bitiren genç bedenlerin işsizlikten beyinleri yorgun düşmüş. Sağlıktaki sağlıksız gelişmeler insanların dengesini sarsmış. Taşeronlaşma, rüşvet, torpil ve diğerleri… İnsan yaşamlarını birbirine katmış. İnsanlar karınlarını doyurmakla meşgul. Geçim derdi de eklenince, insanların okuma derdinden kolay söz edemiyoruz. Sermayenin istediği de buydu. Okumayan, kendini sorgulamayan aptal bir toplum yaratmaktı. Onu da başardılar diyebiliriz.

Demokrat Eğitimciler Sendikası’nın (DES) okuma alışkanlığı üzerine yaptığı anket çalışması, çarpıcı bir gerçeği ortaya çıkardı. Ankete katılan gençlerin büyük bir çoğunluğunun güncel gelişmeleri takip etmedikleri kaydedilirken, yüzde 72.5’inin günlük gazete almadığı, yüzde 36.3’ünün ise boş zamanlarını TV-internet ile geçirdiği belirlendi.

Gençlerden aşağı kalır yanımızın olmadığı için biz büyükleride eklemeliyiz. Evet, halk arasında kullanılan “ot gibisin” sözünü hepimiz hakediyoruz.

Ankete katılanların yüzde 67.2’si, düzensiz aralıklarla kitap okuduğunu; yüzde 15.5’i, belli aralıklarla kitap okuduğunu söyledi. Düzenli kitap okuyanların oranı yüzde 8.9 iken, bu soruya cevap vermeyenlerin oranı ise yüzde 8.4 olarak belirlendi.

Ankete katılanlara yöneltilen ‘En son ne zaman kitap satın aldınız’ sorusuna; yüzde 52.8’i bir yıldan uzun süre önce kitap satın aldığı, yüzde 22.6’sı bir yıl önce, yüzde 9.7’si yakın bir tarihte, yüzde 8.6’sı ise 6 ay önce kitap satın aldığı cevabını verdi.

Kitap okuma alişkanlığımız olmadığı için alınan gazeteleri gerçekten okuyor muyuz? Daha önceki yıllarda yapılan anket sonucunda gazete alımı nüfusumuza göre çok düşük olduğu belirtilmişti. Bir gerçeği gözardı edemeyiz: Alınan gazetenin okuyucusu sadece kendisini ilgilendiren bölümü okumaktadır. Bir çoğu sadece resimlerine bakarak ya da büyük puntalarla yazılan yazıyı okumakla yetinmektedir.

Okuyan bir toplum olduğumuzu söyleyemeyiz. Bireysellik dürtüleriyle kendi eksenimizde çıkış yolu arayan, suskun ve ürkek bir toplumun kişileriyiz. Ankete katılanların yüzde 83.8’inin evinde kütüphanesi yok. Evinde kütüphanesi olanların oranı yüzde 11.7 iken, soruya cevap vermeyenlerin oranı yüzde 4.5 oldu. Günlük gazete alanların yüzde 69.2’sinin gazeteyi ayda bir kez aldığı, yüzde 18.7’sinin haftada bir kez, yüzde 8.2’sinin her gün gazete aldığı ortaya çıktı. Katılımcıların yüzde 31.1’i gazetelerin spor haberlerini, yüzde 27.2’si gazetelerin magazin, kültür, eğitim sayfalarını; yüzde 11.4’ü polis adliye haberlerini, yüzde 10.2’si hepsini, yüzde 5.3’ü köşe yazılarını okuyor. Siyaset haberlerini okuyanların oranı yüzde 4.8’de kalırken, ekonomi haberlerini okuyanların oranı ise yüzde 3.5 oldu.

Ankette Türkiye’de kitabın, genel ihtiyaç maddeleri sıralamasında 235’inci sırada yer aldığı belirterek, Türkiye’de okunan kitapların genellikle “siyaset, aşk, cinsellik” konularını içerdiğini bildirdi.

Türkiye, kitap okuma konusunda çoğu Afrika ülkelerinin gerisinde. Japonya’da toplumun yüzde 14’ü, Amerika’da yüzde 12’si, İngiltere ve Fransa’da yüzde 21’i düzenli kitap okurken, Türkiye’de yalnızca binde 1 kişi kitap okuyor. Bir Japon yılda ortalama 25, bir İsviçreli yılda ortalama 10, bir Fransız yılda ortalama 7 kitap okuyor.

Bu sonuçlardan kitap okuma alışkanlığı sistem içinde kabul görmemiş anlamı çıkarken, ülkemizde yaşananlar sadece olumsuzluklardan oluşmaktadır. Yaşadığımız yerin ekonomik, sosyal, kültürel yapısını anlamak için hepimiz okumak zorundayız. Geleceğimizi emekten yana örmek istiyorsak, bizlere düşeni yapmak zorundayız.

NEWROZ HAFTALIK SİYASİ YORUM GAZETESİ

24 Nisan 2010 Cumartesi

Alma mazlumun ahını…

Salim TURGUT
turgutsalim@hotmail.com

Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam kararını veren Ankara 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nin Başkanı emekli Tuğgeneral Ali Elverdi geçtiğimiz günlerde öldü. Elverdi'nin ölüm nedeni kayıtlara, 'yediği yemeğin nefes borusuna kaçması nedeniyle solunum yetmezliği' olarak geçti.

Tarihte bazen öyle tesadüfi olaylar yaşanır ki, yaşayanlar da yaşadıklarına inanmakta güçlük çekebilir. Ankara 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nin Başkanı emekli Tuğgeneral Ali Elverdi’nin verdiği kararlar, özellikle Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ında aralarında bulunduğu THKO davası ile çok tartışıldı. Kararın siyasi bir karar olduğuna vurgular yapıldı. Nitekim 1987 yılında Nokta Dergisi’nden Güldal Kızıldemir Ali Elverdi ile yaptığı bir röpörtaj’da ‘Denizler'i İbret Olsun Diye İdam Ettik, Menderes'ler Şehit, Deniz'ler Hain’ diyerek verdikleri kararın hukuki değil siyasi olduğunu itiraf etmişti.

Ali Elverdi’nin Başkanı olduğu Ankara 1 Nolu Askeri Mahkemesi’nin verdiği idam kararı Üç Fidan’ın 6 Mayıs 1972’de asılarak idam edilmelerine neden oldu. Üç Fidan’ın asılırken koydukları tavır idama tanıklık eden dostunda düşmanında sempatisini kazandı. Nitekim Ali Elverdi’nin Denizlerin idamının ardından düşmansı duygularla yaptığı ‘İdam sehpasında bile komünizm propagandası yaptılar’ sözleri uzun süre hafızalarda silinmedi. Denizlerin Avukatı Halit Çelenk’in yazdığı ve hala okuyanları duygulandıran ‘Üç Fidan’ da ise idam anında Denizlerin onurlu duruşları halk nezdinde onları kahramanlaştırdı.

Mahkeme Başkanı Ali Elverdi, Mahkemenin savcısı Baki Tuğ, 1.Ordu Komutanı Faik Türün gibi isimler 12 Mart sonrası devrimci sempatizanı olanların kulaklarına çalınan ilk olumsuz isimler olurken Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Hüseyin Cevahir ve İbrahim Kaypakkaya gibi isimler kahramanlaştı.

THKO davasından idam alan sonra idamı müebbet’e çevrilen Denizlerin dava arkadaşı Atilla Keskin, Ali Elverdi’nin ölümünün ardından kaleme aldığı yazının başlığını ‘Tarih ve halk affetmez ve unutmaz...’ koymuştu. Hakikaten de öyle oldu. Denizlerin idam edilişlerinin 38.yılında idam kararını veren Ali Elverdi yemek yerken boğularak öldü. Tarihin cilvesi bu olsa gerek. Tarih bu yanlış kararı affetmedi. Kararı verenin de boğularak ölüsünü bizlere gösterdi. ‘Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste’ diye boşuna söylememiş atalarımız.

Halk, affetmedi. Çünkü cenazesine halktan kimse katılmadı. Askeri hakim ve bir dönem de milletvekili olmasına rağmen cenazesine zorunlu bir grup asker kaldırdı. Tabutunun siyah olması, tabut’un durduğu yerdeki duvarda Devlis.net yazısının ekrandaki aynı kareye takılmış olması yine tarihin bir cilvesi olsa gerek.

78’liler uzun süredir (12 Mart ve 12 Eylül) darbecilerin yargılanması için mücadele yürütüyorlar. 78’liler darbecilerle hesaplaşmada bir bilinç devrimi yarattı. Suç işleyenlerin yanına kalmayacağını, ölüm döşeğinde bile olsa peşlerinde olunduğunu / olunması gerektiğini sürekli dillendirdiler / dillendirmekteler.. Bu mücadelede önemli bir yolun alındığı Elverdi’nin cenaze namazını kıldıran imamın ‘merhumu nasıl bilirdiniz’ sorusunu sormamasından belli oluyor. Devletin resmi görevli imamının bu soruyu unuttuğu için değil vicdanlarda bir dönemin mahkum olduğu için sorulmadığı ortaya çıkıyor. Muhtemelen imam bu soruyu sorsaydı verilecek yanıt da ‘iyi’ olacaktı. Ama burada önemli olan imamın bu soruyu sormamış olmamasıdır. 78’lileri bu mücadelelerin de kutlamak gerekiyor.

İdamların ardından 38 yıl geçti. Ne tarih ne de halk affetti. Dönemin ‘suçlayıcıları’ halk nezdinde, hatta imamın nezdin de bile‘suçlu’ olurken, dönemin ‘suçluları’ tarih ve halk nezlinde ‘kahraman’ oldu. Üzerilerine ağıtlar, şiirler, türküler yakıldı. Can Yücel Mare Nostrum’da;

‘En uzun koşuysa elbet Türkiye'de de Devrim,
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak...
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi...
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!’ diyor.

Bugün emekten ve halktan yana olanların dilinden düşmeyen Can Yücel’in Mare Nostrum şiirindeki imgeler, Denizleri dünden bugüne, bugünden yarına kahraman olarak taşırken, dünün suçluları olan Ali Elverdiler’i, Baki Tuğlar’ı ve Faik Türünler’i ise halkın vicdanlarındaki suçlarıyla tarihin çöp tenekesindeki yerlerinde tutmaya devam edecektir. Ali Elverdi’nin cenazesine zorunlu olarak katılan bir kısım asker ve bürokrasiye karşın her 6 Mayıs*’ta alanları dolduran on binler halkın vicdanını yansıtamaya devam edecektir.

• 9 Mayıs 2010’da Mersin 68’liler Ormanı’nda üç fidan anıtı önünde on binler idam edilişlerinin 38.yılında yine Denizleri bir kez daha anarak dönemin suçlularını lanetleyecektir.

23 Nisan 2010 / Mersin

Özgür Medya
http://www.ozgurmedya.org/

23 Nisan 2010 Cuma

BİR DAHA ASLA!

Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu olarak “İHD İstanbul Şubesi Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon”un açıklamasını basının ve kamuoyunun bilgisine sunuyoruz...


Necati Abay, TGDP Sözcüsü


24 Nisan 1915’de İstanbul’da Ermeni toplumunun önde gelen aydınları, milletvekilleri, yazarları, doktorları, müzikologları, hukukçuları, şairleri, kısaca bir gecede yaklaşık 220 aydın tutuklandı ve Haydarpaşa İstasyonu’ndan Anadolu’nun içlerine doğru yola çıkarıldı.

Bu yolculuktan çok azı sağ çıktı. İstanbul tutuklamaları tüm Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeni varlığına son verilmesinin habercisiydi.

İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi olarak 95. yıldönümünde 24 Nisan kurbanlarını anmak ve BİR DAHA ASLA demek için, 1915 utancını yüreğinde duyan herkesi 24 Nisan 2010 Cumartesi günü Haydarpaşa Garı’nın girişinde düzenlenecek anma buluşmasına davet ediyoruz.

Bugüne değin ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı tutumunuzla her zaman yanımızda hissettiğimiz sizlerin bu buluşmaya mümkün olduğunca aktif katılımı bize ve etkinliğimize güç katacak, çok değerli bir katkıda
bulunacak.

24 Nisan 2010 Cumartesi günü saat 13.30’da Haydarpaşa Garı girişinde birlikte olmak umuduyla, bir kez daha BİR DAHA ASLA demek üzere katılımınızı bekliyoruz.

İnsan Hakları Derneği
İstanbul Şubesi
Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon

YER: HAYDARPAŞA GARI GİRİŞİ
TARİH: 24 Nisan 2010, CUMARTESİ
SAAT: 13.30

19 Nisan 2010 Pazartesi

HALKIN OZANI İHSANİ



Cirik Haci / Fezali

Yüzü ak, anlı açık, duran yiğit
Gür sesli İhsani, halkın ozanı
İşçiye ders verdi, yakmadı ağıt
Gür sesli İhsani, halkın ozanı

Halka uyarıyı dilde arıttı
Yaratıcı güçle dehalar kattı
Halkının acısın içinde tattı
Gür sesli İhsani, halkın ozanı

Dilinde marş, eli sazın telinde
Yürüdü daima halkın yolunda
Emeğin var olduğu tam yerinde
Gür sesli İhsani, halkın ozanı

Fezalim der hacim, barışa yürü
Uyan artık uyan emeğin sırrı
Çelik bileklim yekin daha diri
Gür sesli İhsani, halkın ozanı

--------------




17 Nisan 2010 Cumartesi

Emeğin Sanatı E-Derginin 15 Nisan Tarihli 72. Sayısı Yayında


Emeğin sanatçısı, yapıtları aracılığıyla kitlelere kişilik bilinci verirken, kendi bilincinin zenginliğini onların imgelemlerine taşır. Bu bilinç, kişinin bencil ve bireyci çıkarlarının çerçevesini cesaretle aşacak, sanatın getirdiği güzelduyumu coşkunlukla yaşantıya dönüştürecek bir bilinçtir.

Emeğin Sanatı, sanat ve kültür bağlamında insanların salt tüketici yönünü geliştirmekle yetinemez. Maddi ve kültürel değerlerin eylemsiz tüketicisi olan toplumsal tiplerin gevşekliği silinerek, kişinin üretken ve yaratıcı yönlerini daha çok canlandırmanın yöntemlerini geliştirir.

Emeğin Sanatı, yanlış anlamlandırmaların ötesinde —belli çevrelerin pompaladığının tersine— bir propaganda aracı olmaktan çok, bireyin bilincini geliştirerek, iç varlığını zenginleştirmek yoluyla toplumsal ilerleyişin itici gücü konumuna ulaştırmayı amaçlar. Özlü olarak vurgulayacak olursak, kişileri sürü psikolojisiyle belli bir noktaya yöneltmez; sosyalist kişiliğin oluşum ve gelişimi sürecinde gölgeleri aydınlatarak süreci hızlandırır. Emeğin sanatçısı, bilinci kapalı kalabalıklar oluşturmanın değil, her katılanın kendi bireysel gücünü ve zenginliğini ortaya koyabilen bilinçli kitleler oluşturmanın sorumluluğunu taşır.

Bu sorumluluk, insanın duyuşsal ve düşünsel dünyasının derinine inen, bireysel iç dünyasını zenginleştiren, görüş açısını genişleten yeni ve güçlü bir estetik yaratma sorumluluğudur.

http://emeginsanati2.blogcu.com/

• EMEĞİN SANATI'NDAN 72. MERHABA

• EVİN OKÇUOĞLU: “Çıkış”

• ADNAN DURMAZ:“Deli Kuşun Kanadı”

• YAŞAR DOĞAN:”Semer Gowendi”

• A. KARABAĞ:“Kulaklarımda Gitar Sesleri”

• TEMEL KURT:“Çavbella”}{A.TAHSİN:“Seninle Bir Türkü Farkıdır..."

• ERCAN CENGİZ: "Sevmek İçin Yeniden"

• ÖMER GÖLGE:“Kan Düşer”}{NİLGÜN ACAR:“Düş Rengi”

• ERHAN TIĞLI:“Kapalı Kapıları Açmak”

• A. Z. ÇAMUR:“Hasan Şahingöz, Demir Parmaklıklardan Şiir Süzüyor”

(Eski adresimiz 50 sayı çıkan dergimizin arşivi olarak http://emeginsanati.blogcu.com/   adresinde yayınını sürdürmektedir)

_______________

e-posta adresimiz: emegin_sanati@mynet.com

Grup İletişim Adresimiz:http://gruplar.Antoloji.Com/emegin-sanati

 Google Grup Adresimiz: http://groups.google.com.tr/group/emegin_sanati

Google Grup e-posta: emegin_sanati@googlegroups.com

Emeğin Sanatı Forum adresi: http://emeginsanati.forumup.com/

----------

Bizim sanatımız, toplumsal kavgamızın bir parçasıdır.

16 Nisan 2010 Cuma

Türkiye Barış Meclisi'nden Açıklama:

BASINA ve KAMUOYUNA

Türkiye Barış Meclisi olarak kapatılan DTP’nin Eşbaşkanı Ahmet Türk’e Samsun Adliyesi önünde yapılan saldırıdan dolayı büyük bir üzüntü ve kaygı duyuyoruz.

Çünkü, Ahmet Türk’e yapılan bu saldırı, Türkiye’nin barış ve demokrasisine yönelik bir saldırıdır.

Ahmet Türk Samsun’a, geçen yıl Aralık ayında Muş’un Bulanık İlçesi’nde DTP'nin kapatılmasını protesto eden kişilere ateş açarak 2 kişinin ölümüne, 4 kişinin de yaralanmasına neden olan JİTEM elemanı Turan Bilen ile kardeşi Metin Bilen’nin 1. Ağır Ceza Mahkemesinde devam eden duruşmalarını izlemek üzere gitmişti.

Muş Bulanık'ta iki kişiyi katleden JİTEM elemanını korumak amacıyla davayı Samsun’a taşıyan yetkililer aynı zamanda katledilenlerin yakınlarını, avukatlarını ve Ahmet Türk'ü de korumakla yükümlüdürler. Bu bakımdan saldırganın güvenlik güçlerinin gözü önünde hiçbir engele takılmadan alçakça bir saldırı gerçekleştirebilmesi oldukça düşündürücü ve manidardır.

Gerek AKP Hükümeti’nin Kürt hareketini tasfiyeye yönelik tutum ve politikaları, gerekse statükocu güçlerin ırkçı, milliyetçi ve ayrımcı kışkırtma ve manipülasyonları şiddeti ve faşizan linç girişimlerini yaygınlaşmıştır. Hükümetin bütün bunları “vatandaş tepkisi” olarak değerlendirmesi ise bu süreçte cesaretlendirici bir işlev görmüştür. Nitekim bu saik ile İzmir’de DTP konvoyuna atılan taşlar, daha sonra Dolapdere’de çekilen silahlara, ardından da Muş’ta can almak üzere sıkılan mermilere dönüşmüştür. Bu kez de hükümet toplumsal sonuçları ağır olacak olan bu saldırılardan sonra büyük bir sessizliğe gömülmüştür.

Ahmet Türk’e yapılan saldırı da bu zincirin bir halkasıdır. Başka bir deyişle bugüne kadar uygulana gelen şiddet politikalarının başka bir örneğidir.

Ahmet Türk’e geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz.

Barış ortamının daha fazla zedelenmemesi, yeni saldırıların olmaması için hükümeti önlem almaya, sorumluları mazur göstermeden adil biçimde yargılamalarını sağlamaya çağırıyoruz.

Ve ülkemizin her yerinde sadece ve sadece barış ve kardeşlik içinde birlikte yaşama arzusunda olan büyük çoğunluğun, her şeye karşın, bu arzularını gerçekleştireceğini bir kez daha hatırlatıyoruz.

TÜRKİYE BARIŞ MECLİSİ

Dönem Sözcüsü
Metin Bakkalcı

13 Nisan 2010

15 Nisan 2010 Perşembe

Sempozyum: Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi

Öncesi ve sonrasıyla 1915: İnkar ve Yüzleşme

1915 Within its pre and post-historical periods: Denial and Confrontation

Öncesi ve sonrasıyla 1915: İnkar ve Yüzleşme

24-25 April/Nisan 2010 Ankara

I. Session: Armenian issue from historical perspective
I. Oturum: Tarihsel açıdan Ermeni Meselesi

II. Session: Official ideological Denial and Extirpation from The Committee of Union and Progress to Kemalism
II. Oturum: İttihat ve Terakki’den Kemalizme Resmi ideolojik İnkar ve İmha

III. Session: Turkification of Capital or What happened to the Armenian abondened properties ?
III. Oturum: Sermayenin Türkleştirilmesi veya Emval-i Metrükesine ne oldu?

IV. Session: “Armenian Issue”: What is and How it is to be done?
IV. Oturum: “ermeni Meselesi”: Ne ve nasıl yapmalı

V. Session: Poster Bulletins
V. Oturum: Poster Bildiriler

VI. Session: Matter and Approach
VI. Oturum: Sorun ve Yaklaşım

Contact/İletişim: 00905418506258 00905418506247

14 Nisan 2010 Çarşamba

ÜRETENLER ANAYASA YAPMADIKÇA SORUNLAR ÇÖZÜLMEZ



Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com

Yaşamın zorlaştırdılar, hep birlikte zorla nefes alıyoruz. Ağırlaşan koşullar altında koro halinde inliyoruz. Aynı sorunlarla boğuştuğumuz halde biz birbirimizi anlamakta zorluk çekiyoruz. Onun içindir ki, gelen-geçen sırtımızdan eksik olmuyor. “Gelen ağam giden paşam” diye diye yaşamımızı köle gibi sürdürüyoruz. Bunun bile farkında değiliz.

Devletin zirvesinde anayasa değişikliği konuşuluyor. Tartışmalar muhalefet ile iktidar arasında sert tartışmalara neden oluyor. Muhalefet cephesi “Anayasayı değiştirmek hukuka aykırıdır” diye tepki gösterirken, iktidar cephesi anayasa’nın yenilenmesinden yana esip gürlüyor. Vatandaş da olan biteni tiyatro izler gibi izliyor.

Olanları izlerken bizim halimiz ne olacak diye düşünüyorum. Biryandan halimiz mi kalmış demeden edemiyorum. İnanın posamızı çıkardılar diyebilirim. Yukarıda çıkar savaşı devam ederken, altta biz ezilen kesimler örgütsüzlüğümüzden dolayı bir yerlere savruluyoruz. Onunda farkında değiliz. Yaşıyoruz işte, ama nasıl? Yaşıyorsak buna da yaşamak denir mi?

CHP ve MHP aynı safta yer almış, koro halinde “devletin elden gitmekte olduğuna” vurgu yapıyorlar. CHP “şeriat geliyor” ve “ordu göreve” temasını çok işlerken, MHP “meydanın bölücülere bırakılacağını” iddia ediyor. Oysa ülkede muhalefet ile iktidar aynı dili kullanıyor. Bu ince bir çizgidir. Anlamak için olayları, cümleleri yerli yerine koymak gerekiyor.

Bu ülkede Kemalist bir rejim var. Dışa bağımlılıkta var. İMF, ABD ve AB ne derse her iktidar döneminde partiler ya da koalisyon hükümetleri onu uygulamak zorunda kaldı.

Devletin zirvesi hareketli; AKP kendini sağlama almak için, muhalefet ise muhalefetten kurtulup iktidar olmak için var güçleriyle ellerindeki kozları birebir döküyorlar. Milletvekillerinin dokunulmazlıkları var. Bu dokunulmazlık zırhını kaldırmak istemeyenler var. Ama bizlerin böyle bir hakkı olmadığı gibi, polis yaka paça gözaltına alabilmektedir. İstediği gibi sorgulama yapabilmektedir. Mahkemede istediği gibi hareket edebilmektedir. Bu açıktan bir ayrımcılıktır. ‘Gücü yetene’ anlamına gelmektedir. Yine yüzde on barajı vardır ki ötekine siyasal yaşam hakkı vermemekte, barajı aşağı çekme taleplerine ise AKP, CHP ve MHP birlikte karşı çıkmaktadır.

Anayasanın içeriğine bakmak gerekir! Kimin Anayasası? Emekçilerin, yoksulların anayasası mı? Hayır. İçeriğine bakarak kimin anayasası olduğunu anlayabiliriz.

Bu ülkede ağırlığı olan TÜSİAD ile MÜSİAD vardır. Farklı düşüncelerde olsalar da sermaye cephesini oluşturmaktadırlar. Ağırlığı olanlar grubundandırlar. Devletin motor gücünü oluşturan gruplardan olduğu için onların çıkarlarına göre bir anayasa değişikliği yapılacaktır.

Herkesimi bütünleştirecek bir anayasadan söz edenler gerçeği söylemiyorlar. İşsizlik ve yoksulluk sürerken, eğitim ve sağlıkta fırsat eşitliği yokken, İş ve can güvenliği yokken, kayıt dışı ve sigortasız çalıştırma devam ederken, GDO’lu ürünlerin göz göre göre sofralarımıza gelirken, rüşvet ve yolsuzluklar artarken, üniversitelerin hali buyken, bolca cezaevi açarken, düşüncelerinden dolayı insanlar hala cezalandırılıyorken, taşeronlaştırma ve asgari ücretli kölelik tüm hızıyla yayılıyorken, doğa katlediliyorken, ırkçılık sistemli olarak gündemde ve hedef tahtasına Kürtler, Romanlar ve Ermeniler konuluyorken... Bunlara çözüm üretmeyecek bir anayasa”bütün kesimleri kucaklayan”bir anayasa olamaz.

İnsan haklarını öne alan, her yönüyle eşitlikçi, özgürlükçü bir anayasaya ihtiyaç var. her yönüyle eşitlikçi, insanın insanı ezmediği sömürmediği, emeğe dayalı, insan ayrımı yapmayan, kendi dilini konuşan, kültürünü yaşatabilen ve insana dayalı, hayvanlara dayalı, doğaya dayalı ne varsa… Bir arada yaşayabilmenin ortak paydalarından yola çıkmalıyız.

Hazırlık çalışması yapılan anayasada emekçilerin talepleri değil, sermayenin talepleri ön sıralarda olacaktır. Bunun içindir ki anayasayı asıl üretenler yapmalıdır. Emeğe saygı gösterenler yapmalıdır.

NEWROZ HAFTALIK SİYASİ YORUM GAZETESİ

13 Nisan 2010 Salı

KALDIRAÇ dergisi, 109. Sayımız Çıkmıştır!‏

109. SAYIMIZI YAYINEVLERİMİZ VE KİTAPÇILARDAN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.

İstanbul İrtibat : Şehitmuhtar mah. Nane sok. No:15 Beyoğlu/İstanbul tel/fax: 0212 251 68 61
Ankara İrtibat: Mithatpaşa cad. No: 34/F D:33 Kızılay/Ankara tel/fax: 0312 434 39 71
İzmir İrtibat: tel: 0232 329 52 67

www.kaldiracdergi@gmail.com

www.kaldiracankara@gmail.com

“ŞİİRİSTANBUL/2010” BAŞLIYOR


Bu yıl beşincisi düzenlenen Uluslararası İstanbul Şiir Festivali ŞİİRİSTANBUL, 20-25 Nisan tarihleri arasında İstanbul’u şiire doyuracak. Şehrin dört bir yanında şiir dinletisi ve konserlerin düzenleneceği festivalde, bu yıl ağırlıklı olarak İskandinav ülkelerinin şairleri yer alacak.

ŞİİRİSTANBUL’u Türk şiirinin, hayatlarını şiire adamış iki büyük ismi, Sait Maden ve Ahmet Oktay, Adonis’le beraber onurlandıracaklar.

Festivalin onur konukları arasında yer almasını arzu ettiğimiz şair Kemal Burkay; festivali izlediğini, katılmaktan onur duyacağını, ancak sonbaharda Türkiye’de yaşanan iyimser havanın, bilinen nedenlerle kaybolması yüzünden bu sene katılma şartlarının bulunmadığını söyledi. Bununla birlikte “Çarin/Rubailer” adlı Kürtçe/Türkçe kitabını festivale armağan etti.

ŞİİRİSTANBUL Festivali kendisini “Toprak Vatanım, İnsan Ulusum” sloganıyla tanımlıyor. Şiiristanbul/2010 ise “Şiir Her Yerdedir” sloganıyla, kültür merkezlerinin, toplantı salonlarının, tarihi mekânların yanı sıra, kafeleri, lise ve üniversite kampüslerini, sokakları, küçüklü büyüklü meydanları işaret ediyor.

Festival programı, 20 Nisan sabahı Taksim Hill Otel’deki basın toplantısı ile başlayacak. Şairler gün içinde Boğaziçi’nde yapılacak tekne gezisine katılacak. Akşam, Aya İrini Kilise Müzesi’nde, Devlet Senfoni Orkestrası “Yaylı Sazlar Dörtlüsü”nün konserini takiben Onur Konukları sahneye davet edilecek. Beş gün sürecek olan Festivalin tema edebiyatını, “İskandinav Şiiri ve Sürgün Edebiyatı” başlığıyla İskandinav Şiiri oluşturuyor. Festivale bazıları, işgal sonrası Irak’tan “sürgün” konumuna düşen şairler olmak üzere, İskandinav ülkelerinin önde gelen şairleri Magnus William-Olsson, Andres Olsson, Özkan Mert, Tone Hödenbö, Peter Laughesen, Henrika Ringbom, Jasim Mohamed ve Duna Ghali katılıyor.

ŞİİRİSTANBUL bu yıl, Bahreyn’den Kasım Haddad, Filistin’den Halid Darwish, Yunanistan’dan Angeliki Sidira, Romanya’dan Elena Popescu, Ermenistan’dan Armen Harutyunyan olmak üzere çok sayıda dünya şairini konuk ediyor. Kürtçe’nin önde gelen şairlerinden Erbilden Bedirxan Sindi ve İran’ın Senendeç kentinden Nahide Hüseyin’e, Diyarbakır’dan Berken Bereh sesini katıyor.

Emel İrtem (Türkiye), Natali Nikiforova (Rusya), Elena Kasyan (Ukrayna), Maya Tzenova (Bulgaristan), Tone Hödenbö (Norveç), Duna Gahli (Danimarka), Henrika Ringbom (Finlandiya), Nahide Hüseyin (İran-Mahabat), Angeliki Sidire (Yunanistan), Elena Popescu (Romanya), Gonca Özmen (Türkiye), Betül Dünder (Türkiye), Arzu Alır (Türkiye), Duygu Ergun (Türkiye), Kezban Karaaslan (Türkiye), Sema Güner (Türkiye), Eren Aysan (Türkiye), Deniz Durukan (Türkiye), Hayriye Ersöz (Türkiye), Ayşe Nalan (Türkiye), Asuman Susam (Türkiye), Olcay Öztunalı (Türkiye); Aliye Özlü (Türkiye), Hilal Karahan (Türkiye), Hayriye Ersöz (Türkiye), Serap Erdoğan (Türkiye), Ayşe Nalân (Türkiye), artık festivalin bir geleneği haline gelen Şair Kadınlar Buluşması’nda bir araya gelecek. Buluşmayı İlkim Karaca, Duygu Ergun ile birlikte yönetecek.

Günümüzde Rus Şiiri etkinliğinde Natali Nikiforova, Günümüzde Ukrayna Şiiri etkinliğinde Elena Kasyan, Pavel Grebenyuk, Günümüzde Kürt Şiiri etkinliğinde Latif Epözdemir, Bedirhan Sindi, Nahide Hüseyin, Berken Bereh ve Sema Güler yer alacak. Ukraynalı şairler, aynı zamanda ülkelerinin tanınmış müzisyenleri. Kendi şiirlerinden yaptıkları şarkıları, Şiirİstanbul etkinliklerinde de seslendirecekler.

Özkan Mert’in şiirlerinden oyunlaştırılan “KENTLERİN SENFONİSİ” ve Şiir Tiyatrosu Oyuncularının Ece Ayhan’ın şiirlerinden oyunlaştırdığı “MOR KÜLHANİ” adlı oyunlar festival çerçevesinde sergilenecek. Festivale Türkiye’den ayrıca Müslim Çelik, Adil İzci, Metin Cengiz, Muzaffer Özdemir, Latif Epözdemir, Tozan Alkan, Mete Özel, Baki Ayhan T., Tunay Bozyiğit, Şeref Bilsel, Tevfik Taş, Cenk Gündoğdu, Özgün Bulut, Mehmet Erte ve Şenel Gökçe katılacak. Şair Küçük İskender, bu sene üçüncüsü gerçekleşecek “küçük İskender ve yeni renkler” etkinliğinde, çok genç şairleri kürsüye çıkarmayı sürdürecek. “Kadıköylü Şairler Buluşması” ise, Kadıköy’de yaşayan şairlerin bazılarını, Mustafa Köz’ü, Enver Özgün Bulut’u, Ayten Mutlu’yu, Olcay Öztunalı’yı, Karin Karakaşlı’yı ve Cuma Bolat’ı bir araya getirecek. Bu buluşma, önümüzdeki yıllarda da eklenecek yeni halkalarla bir zincir oluşturacak.

Festival’de, Güngör Tekçe’nin hazırladığı “Galatasaray’dan Şairler Geçti” adlı tematik antolojinin tanıtılacağı bir etkinlikte, Galatasaray Lisesi mezunu şairlerden Güngör Tekçe, Salih Ecer, Emirhan Oğuz, Tozan Alkan ve Tuna Kiremitçi bir araya gelecek. Etkinliğe Galatasaraylılar Derneği ev sahipliği yapacak.

Bugüne dek 54 ülkeden 134 şairin konuk olarak katıldığı Şiiristanbul: Uluslararası Şiir Festivali; şiirin ve tiyatronun yanı sıra, müziğin de yer aldığı bir etkinlik: Rojin, Evin Beyaz, Yılmaz Güney Çelik, Muzaffer Özdemir, Ali Nafile, Elena Kasyan, Pavel Grebenyuk ve “Düttürü Dünya” grubu, festivale dinleti ve konserleriyle katılacak isimler. Üniversite ve liselerin edebiyat kulüpleriyle ortak etkinliklerin de düzenleneceği festivalin mekânları, Aya İrini Kilisesi, YKY Sermet Çifter Salonu, Makine Mühendisleri Odası Konferans Salonu, SESAM Konferans Salonu, Seyr-i Mesel, Galatasaraylılar Derneği, Boğaziçi Üniversitesi BTS Salonu, Şişli Terakki Lisesi, Kasımpaşa Çok Programlı Lisesi, Kadıköy Barış Manço Kültür Merkezi, Nâzım Hikmet Kültür Merkezi, Öteki Kültür Sanat Merkezi, Kadıköy Tarihi Çarşı Meydanı, Kadıköy İskele Meydanı.

ŞİİRİSTANBUL şiiri sokağa ve meydanlara; İstanbulluları şiire; dünyanın şiir ustalarını İstanbul’a, İstanbullulara çağırıyor.

Sonunda bir çağrımız daha var: Herkesi 19-22 Ağustos tarihlerinde Uluslararası ŞİİRİSTANBUL ADALAR Festivali’ne bekliyoruz.

Uluslararası İstanbul Şiir Festivali, Şiirİstanbul ile ilgili ayrıntılı bilgi için www.siirfestivali.org adresine bakılabilir.

İletişim:

Latif Epözdemir: 0532 247 47 47

Erdem Bulut: 0554 860 50 54

S. Zeki Tombak: 0533 560 69 83

10 Nisan 2010 Cumartesi

DÖNÜŞÜ OLMAYAN YOLUN YOLCULARI



Şeyhmus Diken

"Dönüşü Olmayan Yol, Sarya ve Geçmişin Gölgeleri"ni, kültürel ve siyasal varoluşun sıkı yürüyüşçülerine armağan edilmiş iyi bir edebiyat örneği olarak okudum. "Dönüşü olmayan yol" henüz tamamlanmamış bir uzun roman gibi aynı zamanda!

İnsan teki yola neden çıkar? Hele bu yol kendince "dönüşsüz" bir yol ise!

İfadenin hemen başında vurgusunu yapmalıyım ki, "dönüşü olmayan yol" sözü en azından bu yazıya konu olması açısından kavramsal bir metafordur. Aslında yolun sonu gözükmekte, dönüşün akıbeti de meçhul değil, aşikârdır.

Bu durum girizgâhımıza konu oluşturan iki ciltlik roman için de geçerli bir belirlemedir. Zaten adını "Dönüşü Olmayan Yol" ve "Sarya" koyduğu uzun ve nehir romanında yazar Hasan Bildirici'nin muradı da okumalarımdan edindiğim izlenime göre kanımca budur.

Dönüşü Olmayan Yol, bir dağ romanı!

Çünkü Kürtlerin hâla en azından 200 senedir muktedirlerce içinden çıkılamaz bir hale soktuğu 2010 dünyasındaki varlık-yokluk kavgaları bütün cesametiyle çözümsüz halde orta yerde duruyor.

Bu çözümsüz uluslararasılık bile, meselenin dönüşü olmayan bir mecradaymış gibi algılanmasına rağmen, çözüme doğru umut veren siyasal aktörlerin can ve baş koydukları siyasi tercihler ile edebi örneklerin varoluşlarıyla ilintilidir.

Size bu satırları ülke dışından diasporadan aldığım bir ileti ve bir süre sonra da elime ulaşan iki ciltlik "Dönüşü Olmayan Yol" ve "Geçmişin Gölgeleri" romanları üzerine yazıyorum.

Dönüşü Olmayan Yol, bir dağ romanı! Dağ Romanı olduğu kadar da kadınların romanı, Kürt kadınlarının romanı; Rozerin, Sarya, Rojda ve diğerlerinin romanı.

Rozerin'in anı defteri Rojda'nın elinde...

Hikâye filmografik! Üniversite öğrencisi bir genç Rojda'nın, memleketi Van'a ve ailesinin yanına dönüş yolu! Yol üzerinde bir kadın gerillanın kendisinin de katılımıyla yolcularla birlikte kar altına defnedilmesi!

Sonra bir şekilde gerilla Rozerin'in anılarını kaleme aldığı defterine Rojda'nın sahip oluşu ve bütün bir Kürt coğrafyasında çoğu kez "hançer yarası sınır boyları"nın da izinsiz destursuz geçişlere tanıklıkların, ev sahipliklerinin sıkı bir edebiyatı...

Türk edebiyatında Kürtler potansiyel suçlu

Bütün bir cumhuriyet döneminin Türkiye siyasal tarihi yeniden okunduğunda fark edilir ki; Kürt halkının siyasal talepkârlığı, Kürtlerce hiçbir dönemde ötelenmemiş, ertelenmemiştir. Bu siyasal talepkârlığın ister Türk, isterse Kürt yazarlara yansıyan yüzü ise genellikle farklı çehrelere bürünmüştür.

Özellikle cumhuriyetin tek parti ve hemen sonrasındaki siyasal sürece yansıyan evrelerindeki Kürde dair Türk edebiyatı, ağırlıklı olarak Kürdü aşağılayan, küçümseyen, potansiyel suçlu gibi gören; kısmen de mağduriyet ve eziklik üzerinden bir edebiyata ve yazın anlayışına ortam hazırlayan bir edebiyata kaynaklık etmiştir.

Kürtçe yazanlar kuşatılmış bir dünyaya hitap etti

Kürtlerce kaleme alınan edebiyat örnekleri ise Türkiye'deki yasaklı dil üzerinden Türkçe'nin hegemonik yapısı ve baskıcılığı nedeniyle üzülerek ifade etmek gerekir ki cılız kalmıştır.

Kürtçe yazanlar zaten sıkıntılı olan ve gelenekselliği yeterince aşamamış bir kulvar içinde edebiyat yapmak durumunda kaldıklarından sınırlı ve kuşatılmış bir dünyaya hitap etmek durumunda kalmışlar.

Yaşar Kemal, Mehmet Uzun....Ve umut

Yaşar Kemal gibi Türkçe yazan ama bizatihi Kürdün hikâyesini de yazan edebiyat şahsiyetleri ise romanlarında Kürdü insan olarak hakkettiği çapta doğru düzgün bir yere oturtarak bu haksızlığa edebiyatın dilinin elverdiğince yanıt olmaya çalışıyorlar.

Sonrasında Mehmed Uzun gibi modern Kürt edebiyatının dünyaya açılan yüzü diye ifade edeceğimiz öncüler ise siyasal karşı duruşun acımasızlığından maalesef önlerini yeterince göremeden muktedirin zulmüne maruz kalmışlar.

Ve 1980'li yıllarla birlikte Kürt edebiyat dünyasına kaynak oluşturabilecek yeni bir Kürt siyasal mücadelesi siyasetin modern kavramlarıyla da tanışarak zuhur etti. Elbette bu mücadele kendi edebiyatını yeni binyılda bihakkın yaratacaktır. Kimi Kürt şahsiyetleri "Kürtlerin son 30 yılının boyutlu siyasal tarihinin edebi örnekleri henüz yeterince ortaya çıkamadı" demekle ziyadesiyle haklılar. Ama tekil de olsa kimi ipuçları artık yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Umut da veriyor.

Kendini dağ'a vermiş bir ruh haline edebi karşılık...

İşte son zamanlarda edebiyatçı Hasan Bildirici'nin iki ciltlik "Dönüşü Olmayan Yol-Sarya" uzun romanı ile tümüyle diaspora kültürünün ve yaşam biçiminin bir sürgün Kürt şahsiyetinin ruh hali ile buluşan dünyasına değen arka planı olarak romanına kurgu yapan "Geçmişin Gölgeleri" ziyadesiyle bu siyasal ve Kürdî sürece cevap olmaya aday edebiyat örneklerinden...

Dili uzun yıllarca yasaklanmış insanların kendini dağ'a vermiş bir ruh haline edebi karşılıktır kanımca bu türden edebiyat eserleri. Siyaset ne kadar kendi kulvarında yürür ve sonuca, çözüme doğru evrilirse evirilsin; siyaseti ebedileştirecek olan, iyi edebiyat örnekleridir.

İşte bu nedenle "dipten gelen (edebi) uğultu"nun henüz kulaklara yeterince çalınmayan sesleri olarak algılıyorum Hasan Bildirici ve benzer "dağ edebiyatı" örneklerini.

O kadar çok yazılacak hikâyeleri var ki!

Romanda adı geçen, ya da geçmeyen kadınlar roman boyunca bir söz söylüyorlar: "Dönüşü olmayan yolun ilk sözüyüm ben". Çok farklı şekillerde; gâh bir ağaç kovuğunda, gâh bir mağara oyuğunda, gâh bir kilise kalıntısında, gâh bir sınır tel örgüsünün dikenine takılmış bir gazete kupürünün yırtılmış parçasında veya bir anı defterinin kopuk sayfasında.

Sonra ilk sözün umut vaat eden son vurgusu ile finali yakalıyoruz: "Bizler dönüşü olmayan yolun yolcularıyız. Sonuna kadar yürüyeceğiz".

Gine Bissau'nun büyük önderi Amilcar Cabral; "Ulusal başkaldırı kültürel varoluşla başlar" der.

Kültürel (ve siyasal) varoluşun sıkı yürüyüşçülerine armağan edilmiş iyi bir edebiyat örneği olarak okudum "Dönüşü Olmayan Yol, Sarya ve Geçmişin Gölgeleri"ni. "Dönüşü olmayan yol" henüz tamamlanmamış bir uzun roman gibi aynı zamanda!

Büyük yol yürüyüşçülerinin daha o kadar çok yazılacak hikâyeleri var ki!

Kaynak:

http://www.silvanmucadele.com/
http://www.silvanmucadele.com/author_article_detail.php?id=127&uniq_id=1271273814

9 Nisan 2010 Cuma

BAYRAK PROVAKASYONLARI

”Bu satırları yazdığım sıralarda “Kürtler, Rojtv Ve PKK” başlıklı yazımdan dolayı Tunceli Emek Gazetesi Sahibi Dilek Karakoyun Tunceli Cumhuriyet Savcılığınca hakkında açılan soruşturma kapsamında sınavları nedeniyle bulunduğu Isparta’da Terörle Mücadele Şubesine çağrılarak ifadesinin alındığını üzüntüyle öğrenmiş bulunmaktayım. Ayrıca, adı geçen savcılığın bu kapsamda benim ifadelerime de baş vuracakları yönünde de bilgi edinmiştir. Sevgili Dilek’e geçmiş olsun dileklerimi sunar, moralini bozmamasını, sınavlarında başarılı oması halinde beni çok sevindirecektir. Gerek savcılık ve gerekse mahkeme safhalarında üzerime düşen bir sorumluluk var ise, yerine getireceğimi, bedel ödemem gerekirse bu bedeli ödemeye hazır olduğumu söyleyebilirim.”




Mustafa Elveren – Em. Öğrt.
mustafaelveren@gmail.com

Bu güne kadar tüm protesto yürüyüşlerinde, kimi zaman bir maç karşılamasında, bazen asker uğurlamasında ya da bir düğünde, hatta kedi-köpek yarışmalarında bile Türk Bayrağı hep öne çıkartıldı. O nedenle Türkiye’de başta Mersin olmak üzere, bir çok il, ilçe ve beldede bayrak provakasyonları yaşandı. Bu provakasyonlar hep PKK bahane edilerek yapılmıştır.

Öyle bir ortam yaratıldı ki, provakatörlerin işi çok kolaylaştırılmıştır. Çok basit bir yönlendirmeyle kendini bilmez bir-iki cahil veya küçük yaştaki çocuklara bayrak yaktırabiliyorlar. Ya da herhangi bir Atatürk büstüne saldırıyı çok rahatlıkla yaptırabiliyorlar. Hatta, birkaç kuruş karşılığında kahvede oturan maganda tipli iki kişinin eline silah verip, DTP şimdiki adıyla BDP konvoylarında halkın üzerine ateş ettirebiliyorlar. Hem devletin ve hem de örgütlerin içinde uzantılarının olduğu anlaşılmaktadır.

Öyle güçlü bir lobi oluşturmuşlar ki, önce “fısıltı gazetesi”ni devreye sokup, hayali bayrak yaktırıyorlar. Ardından da “Ezan susmaz, bayrak inmez”, “Kahrolsun ….” naralarıyla Kürtleri linç etmeye kalkışıyorlar.

İşte bunun en son örneği İzmir’in Tire İlçesi’nde yaşandı. Basındaki haberin özeti şöyleydi; Şehit Albay İbrahim Karaoğlanoğu Lisesi öğrenci pansiyonunda kalan üç-beş kürt öğrenciyi 50-60 kişilik bir grupla linç etmeye kalkıştılar. Pansiyonda kalan üç kürt öğrencinin “PKK’nin sempatizanı oldukları, Türk Bayrağı’nı yaktıkları” şeklinde önce propagandasını yaptılar ve ardından da linç etme girişiminde bulundular.

Daha yeni yaşanan bu olay üzerinde devlet yetkililerinin bir kez daha düşünmeleri gerekir. Çünkü, provakatörler Devlet’in içindeki uzantıları olmadan tek başına bu olayları gerçekleştirmeleri mümkün değildir. Bu uzantılardan güç alan ve durumdan vazife çıkaran “vatan kurtaran Şaban”ların bu tür hareketleri Türkiye’nin bölünmesine çanak tutmaktadır.

Yaşanan bu olaylardan da anlaşılacağı üzere, AKParti Hükümeti’nin “Milli Birlik Çözüm Projesi”nin ne kadar gayriciddi olduğu ortaya çıkmıştır.

Diğer taraftan ise, Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında da bir bayrak polemiği yaşandı. Barış ve Demokrasi Partisi milletvekillerine karşı AKParti Hükümeti’nin “pis bıyıklı” eski bir bakanı tarafından “’Bu Bayrak bizim bayrağımızdır’ demelerini istiyorum” gibi baskıcı bir tutum ortaya koymaktadır. Tıpkı Güneri Cıvaoğlu’nun dönemin DEP Genel Başkanı Hatip Dicle’ye “Kınıyor musunuz” türündeki tuzak sorular gibi.

AKParti Hükümeti’nin “pis bıyıklı” eski bakanının o sözleri bana vefat etmiş olan MHP’nin eski milletvekillerinden Mehmet Gül’ü hatırlattı. O tarihlerde kanser hastası olan Mehmet Gül bir çok Tv. Kanalının ‘Haber-tartışma” proğramlarında bu “pis bıyıklı” eski bakanın söylediğinin aynısını yapıyordu. Ancak, ölümcül hastalığının son günlerinde hiç beklenmeyen olumlu bir çıkış yaptı. Mehmet Gül’ün o günlerde Vatan Gazetesi’nde yayınlanan bir röportajında şu cümleleri dikkat çekiciydi; “Dağda ölen PKK’lılar da öldükleri andan itibaren bizim şehidimiz. Atatürk nasıl ki Çanakkale’de savaşırken ölen Anzaklar’ın anneleri geldiği zaman, ‘Artık onlar bizim de evlatlarımızdır’ diyor. Onun gibi PKK’lıların anne babaları da bizim vatandaşımız...” Mehmet Gül’ün bu sözleri üzerine, birçok milliyetçi- ülkücü ve kendilerini “Türk Solu” olarak lanse eden ucube tarafından hakarete varacak derecede sert bir şekilde eleştirmişlerdi.

Ne yazık ki, öldükten sonra birbirimizi anlayabiliyoruz. Yine birçok aydının ve önderlerin ölümünden sonra değeri anlaşılabiliyor. Tıpkı Pir Sultan, Seyit Rıza, Nazım Hikmet, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya, Mazlum Doğan, Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya … gibi. Hepsinin isimlerini yazmak bu sayfalara sığmaz. Sadece sembol niteliğinde birkaç değeri sıraladım.

Birlikte yaşama kültürünü geliştirmek için gerçekçi yeni projeler üretmeliyiz. Yoksa, sadece kendine ve yandaşlarına demokrat olan AKParti Hükümeti’nden çözüm beklemek saflık olur. Çünkü, her gün yenileri eklenen baskıcı icraatlarına tanık olmaktayız. Doktor Müslim Doğan’ın, İnşaat Teknisyeni Derya Tokacar’ın ve onlarca memurun Alevi inancından dolayı ya işine son veriliyor ya da sürgüne tabi tutuluyorlar. Bu arada Doktor Müslim Doğan’ın hak aramadaki tüm hukuki yolları kullanmaya devam ettiğini ve baskıya karşı direnmesiyle örnek bir duruş gösterdiğini memnuniyetle öğrenmiş bulunmaktayım.

Eğitim-Sen’deki mücadele arkadaşım, meslektaşım, halen BDP’nin Dersim-Tunceli Milletvekili olan Sayın Şerafettin Halis’ın TBMM’de bu konuda verdiği soru önergelerini takdirle karşılıyorum.

"sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa" Nazım Hikmet’in bu dizeleri günümüzde de geçerliliğini ve önemini korumaktadır. Bazen Sayın Başbakan da bu ve benzer sözler kullandığını görüyoruz. Ancak, Başbakan samimiyetten uzak ve sadece siyasi rant amaçlı olarak bu sözleri kullandığını artık biliyoruz.

“Yaşamak direnmektir” söylemi hepimiz için hatta tüm canlılar için geçerli olduğunu düşünüyorum. O nedenle, her türlü provakasyona, baskıya ve “ötekileştirme”ye karşı direnerek, gerektiğinde bedel ödeyerek mücadele etmek gerekir.

---------
NOT: Bu satırları yazdığım sıralarda “Kürtler, Rojtv Ve PKK” başlıklı yazımdan dolayı Tunceli Emek Gazetesi Sahibi Dilek Karakoyun Tunceli Cumhuriyet Savcılığınca hakkında açılan soruşturma kapsamında sınavları nedeniyle bulunduğu Isparta’da Terörle Mücadele Şubesine çağrılarak ifadesinin alındığını üzüntüyle öğrenmiş bulunmaktayım. Ayrıca, adı geçen savcılığın bu kapsamda benim ifadelerime de baş vuracakları yönünde de bilgi edinmiştir. Sevgili Dilek’e geçmiş olsun dileklerimi sunar, moralini bozmamasını, sınavlarında başarılı oması halinde beni çok sevindirecektir. Gerek savcılık ve gerekse mahkeme safhalarında üzerime düşen bir sorumluluk var ise, yerine getireceğimi, bedel ödemem gerekirse bu bedeli ödemeye hazır olduğumu söyleyebilirim.


7 Nisan 2010 Çarşamba

BASININ VE KAMUOYUNUN BİLGİSİNE

Sigortasız Ve Güvencesiz Çalışmaya Hayır imza kampanyası sürecinde, çalışmalara hız verilerek İzmir'in çeşitli ilçelerinde imza standı açarak, konuyla ilgili bildiriler dağıtılarak, emekçi insanlarımızı, halkımızı bilgilendirmeye çalıştık. İzmir/ Kemeraltı'na ikinci kez imza kampanyası için çıktık. İzmir / Basmane' deki "dericiler kahvehanesi" önüne imza kampanyası için çıktık. İzmir / Yeşildere'de Pazar günleri kurulan bitpazarına imza kampanyası için çıktık.

Bizler için sevindirici olan "internet" ortamında tüm insanlara ulaşabileceğimiz http://herkesesigorta.blogspot.com/  denilen iletişimi yaşama geçirmemizle, sizlerin desteğiyle dahaçok yol alacağımıza inanıyoruz.

Kampanya sürecinde kendi yasal hakkını savunmaktan ürken insanlarıda gördük. Konuşularak ikna ettiğimiz ve imza veren insanlarıda gördük. Yaşam bizlere pratikte birçok konuyu öğretiğinide gördük. Bu yolda azınlık olabiliriz. Eksik ve hatalıda olabiliriz. Ama aydınlığa çıkmak için hepberaber olmak zorundayız. Yılmak yok! Gelecek günlerde endişesiz ve korkusuzca yaşamak istiyorsak, birlikte adımlarımızı atmalıyız.

Destekleriniz için şimdiden teşekkür ederiz.

KUNDURA İŞÇİLERİ DERNEĞİ
DERİ İŞÇİLERİ DERNEĞİ
İŞÇİ HAKLARI DERNEĞİ
ÖZGÜR YAŞAM EĞİTİM VE DAYANIŞMA KOOPERATİFİ
ORTAK YAŞAM ESKO ÇEVRE KÜLTÜR VE İŞLETME KOOPERATİFİ
EĞİTİM VE DAYANIŞMA KOOPERATİFİ
LİMONTEPE KONDULARDA YAŞAM TÜKETİM KOOPERATİFİ
EGE 78’LİLER DERNEĞİ
AFRİKALILAR DERNEĞİ


Hakan çalışkan
ortakajans@ortakyasam.com

Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com

6 Nisan 2010 Salı

Kemal Burkay'ın Anıları'na itiraz

Kemal Burkay, kitabında, başta kendi arkadaşları olmak üzere, tek tek kişilere saldırmakla kalmıyor, bu süreçte yeralan diğer Kurdistani örgütlere ve bu örgütlerin kadrolarına karşı da son derece inkarcı ve saldırgan bir anlayış ve yaklaşım sergiliyor. Yaklaşımı son derece kırıcıdır ve kullandığı üslup ise inciticidir...”

Kemal Burkay Anılarıyla Ortak Geçmişimizi Karalamak ve Geleceğimizi Karartmak İstiyor.

Eski TKSP-PSK Genel Sekreteri Kemal Burkay’ın Anılar-Belgeler (2. cilt) 2. cilt)adlı kitabı geçen dönemlerde yaşanan siyasal ve örgütsel sorunları bir kez daha gündeme getiren son derece yanlış görüş ve tesbitler içeriyor. Son 40 yıllık ulusal demokratik mücadele sürecinde yeralan ve bunda emeği geçen her örgüt ve partiden ve hemen her düzeyde kadroların büyük çoğunluğu bu kitapta şu veya bu şekilde kendisini ve içinde yeraldığı örgütü ilgilendiren yanlış görüş ve tesbitler bulmaktadır.

Ayrıca her okuyucu kitapta değişik biçimlerde kendini dışa vuran Kemal Burkay’ın düşünce dünyasını ve ruh halini de rahatlıkla görebiliyor. Bu kitaba eğemen olan; kendini her şeyin merkezinde gören, doğru ve başarıları kendisine ve fakat yanlış ve hataları başkalarına maleden, başkalarına tepeden bakan, onları hor gören, sürekli olarak çamur atıp karalayan, kin ve nefret içeren, bir yaklaşım eğemendir. Örneğin, kendi partisinin kurucu ve yönetici kadrolarının çoğunu “bir işe yaramaz”, “beceriksiz”, “tembel”, “sorumsuz”, “hırsız”, “lümpen”, “komplocu”, “hizipçi”, “görevden kaçan”, “korkak” ve hatta “hain”, “katil” vs. olarak nitelendirmektedir. Gariptir ki Kemal Burkay, bu nitelendirmeleri yaparken, kendisinin onların lideri olduğunu sanki unutmuşa benziyor. Kemal Burkay, bu yaklaşımıyla, yeni nesillere kötü örnek oluyor ve onlara olumsuz bir miras bırakıyor.

Kemal Burkay, kitabında, başta kendi arkadaşları olmak üzere, tek tek kişilere saldırmakla kalmıyor, bu süreçte yeralan diğer Kurdistani örgütlere ve bu örgütlerin kadrolarına karşı da son derece inkarcı ve saldırgan bir anlayış ve yaklaşım sergiliyor. Yaklaşımı son derece kırıcıdır ve kullandığı üslup ise inciticidir, yaklaşım ve üslubunda aşağılama vardır, hor görme mantığı egemendir. Kürdistani örgüt ve kişilerin aşağılandığı, zaman zaman hakaretvari bir tarzda değerlendirmelerin yeraldığı aynı kitapta, Türk solundan kadim dost ve arkadaşlarına karşı ise daha kibar ve nazik davranılıyor. Hatta okuyucu, bu kadim dostlara yönelik olarak, onları adeta yücelten bir dil, üslup ve mantık görüyor. Kemal Burkay’ın bu ikili tutumunun elbette tarihi maddi bir temeli vardır. O, başından beri “Türkiyeli “ veya “Kürdistani” olma konusunda tam olarak tercihini yapamadı, hep sınırda bir yerde kaldı, siyasi yaşamı boyunca bunun teorisini yaptı. Kitapta okuyucu hala bunun izlerini ve bu bölünmüş iç dünyasının ruh halini görüyor.

Dersim ulusal direniş hareketinin 1938 de yenilgiye uğramasının ardından Kuzey Kürdistan’da uzun süren bir sessizlik dönemi eğemen oldu.1960’lı yılların başlarında yeni bir kıpırdanma dalgası kendini gösteriyor, yeniden bir diriliş süreci başlıyordu. 1965 de kurulan Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (TKDP), yeni dönemin ilk siyasi örgütlenmesidir. TKDP’nin kuruluşu ardından İstanbul, Ankara ve Diyarbakır başta olmak üzere Türkiye ve Kürdistan’ın birçok bölgesinde Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın (DDKO) kurulduklarını görüyoruz. 1960’tan 1970’in başlarına kadar muazzam bir yurtsever Kürt potansiyeli oluşuyor. Bu yurtsever potansiyelin oluşumunda ve hatta 1975’e kadar Kemal Burkay’ı göremiyoruz. Bu dönemde Kemal Burkay kadim dostlarıyla beraberdir, o enerjisini TİP’e harcamaktadır. İlginçtir ki Kemal Burkay, Anıları’nın hem birinci hem de ikinci cildinde bu sürece hep teğet geçiyor. Kendisi dışındaki diğer örgüt ve partilerin varlığını, bu zorlu süreçte iğneyle kuyu kazarcasına yoğun bir arayış çabası içinde olan kadroları, binbir meşakatle Kürt köylüsünü, işçisini, esnafını, gençlerini örgütlemeye çalışanları görmek istemiyor. İnkarcılığın bu kadarına bu süreçten az veya çok haberi olan hiçbir okuyucu müsamaha gösteremez. Kemal Burkay, TİP ve Türk solundan diğer kadim dostlarıyla, Türkiye ve Türkiye’nin kurtuluşu üzerine teoriler üretirken, Kürt halkı Sait Elçi ve Sait Kırmızıtoprak gibi iki fedakar evladını şehit veriyordu. Bu talihsiz olayla iki koldan TKDP başsız kalıyordu. Her nedense bunların ve o dönemlerde Kürdistan’da yaşanan diğer önemli tarihi olayların ve şahsiyetlerin kadim dostlar kadar kitapta bahsedilmeye değer yerleri yoktur. Yoktur, çünkü Anılar, inkarcı bir mantıkla bu dönemde kendisi dışındaki önemli gelişmeleri hep görmezden geliyor.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin yürüttüğü asimilasyon ve ehlileştirme politikasının Kürtler üzerinde bıraktığı etkiler biliniyor, bu politikanın şekillendirdiği siyasi karekterler de az çok tanınıyor. Bu politikanın Kürt şahsiyetleri üzerinde yarattığı izler adeta tahribkar bir nitelik taşımaktadır. Bu yüzdendir ki birçok Kürt şahsiyetlerinin beyinleri adeta esir alınmıştır. Belirli bir gecikmeyle de olsa, bunun farkına varanlar da, beyinsel anlamda sömürgecilerin kafalarına yerleştirdikleri kalın esaret duvarlarını tamamen yıkamamışlardır. Bunun sonucu olarak pratikte sergiledikleri örgütlenmeler düşünce ve hedefler bakımından daima sakat kalmışlardır. Çünkü bu örgütlenmelerin bir ayağı Kürdistani olurken, diğer ayağı sömürgeci metropollerde kalmıştır ve sömürgecilerle tamamen düşünsel kopuşu gerçekleştirememişlerdir. Bunun, daha İttihat Ve Terakki döneminden günümüze kadar gelen, çok sayıda örnekleri vardır.

Başka örgütlerin önderlerini, kadrolarını küçümseyen, onlarla adeta dalga geçen, onları genç ve tecrübesiz gören Kemal Burkay; kendisinin yaşından ve tecrübesinden dolayı, diğer örgütlerin sorumlularından daha fazla sorumlu olduğunu neden görmek istemiyor? Kitabını okuyan her okuyucu bunu hatırlatma gereğini duyuyor kuşkusuz. Peki şimdi Kemal Burkay ve partisinin yeri neresidir? Eğer amaç, Kürdistan’ın ve Kürt ulusunun kurtuluşu ise, o zaman çok eleştirdiği ve ”yok oldular”, ”dağıldılar”, ”kendilerinden eser kalmadı” dediği örgütlerden, yine küçümseyip hakaret ettiği kadrolardan farklı olarak Kemal Burkay ve partisi ne yaptı? Çok küçük de olsa, açık ve net bir hedefi de olmasa, varolsun ama benim olsun! İşte Kemal Burkay’ın mantığı hep bu oldu. Kuşkusuz yaşanan yenilgiden her örgüt nasibini aldı. Bunda elbette tüm örgüt yöneticilerinin sorumluluğu vardır. Fakat kendisine büyük bir misyon biçen Kemal Burkay’ın sorumluluğu herkesten çok daha büyük değil midir? Kemal Burkay, son 40 yıllık siyasal tarihimizi ve bunda rol alan insanları kendi düşünce dünyasına uygun bir şekilde yorumlayarak, yaşanmış gerçekleri çarpıtıyor, gelecek nesilleri yanlış bilgilendiriyor. Kitabında izlediği bu uslupla sadece büyük yanlışlar sergilemiyor. O, gelecek nesillerin zihinlerini de çelip bir bütün olarak toplumu yanıltmak istiyor. Bu çerçevede ülkemizde uygulanan sömürgeci zulüm politikasına karşı onurluca direnerek yaşamlarını kaybeden aziz şehitlerimizin ruhları da sızlıyor. Kemal Burkay’da ahda vefa da yok. Okuyucu kitabında bunun zeresini göremiyor. Partisinden ayrılan arkadaşlarının zindan direnişilerini bir nevi artistik ”jest” ve “gösteri” olarak ifade eden, yine partisinden ayrılıp başka bir örgüt kuran Zeki Adsız gibi önder kadrolara kin ve nefretini kusan veya ayrılıp başka örgütlerde yeralan ve halkının kurtuluş mücadelesinde şehit düşen Urfan Alpslan gibi kadrolara ”heder edildiler” diyen Kemal Burkay, ne kadar vefasız olduğunu, ne kadar sakat ve yanlış bir muhakeme yürüttüğünü sergilemekle kalmıyor, aynı zamanda ne kadar kendi egosuna esir düştüğünü de ortaya koyuyor. Düzeyi ve görevi ne olursa olsun, hangi örgüt ve partiden olursa olsun, Kürdistan ve Kürt ulusunun kurtuluşu davasında emeği geçen, işkence gören, şehit düşen her insan bu halkın ve hepimizin ortak değeridir. Hepsinin sahiplenilmesi gerekiyor. Necmettin Büyükkaya, Urfan Alpaslan, Mehmet Ürün, Yılmaz Demir, İbrahim Uluğ, Ferhat Kurtay’ların şahsında yüzlerce ve binlerce isimsiz kahramanın aziz ruhlarını bu vesileyle burada bir kez daha saygıyla anıyoruz. Diyarbakır zindanlarında “Özgürlük için savaşmayanlara, özgürlükçü denilemez!” diyerek şehit düşen TKSP’den Yılmaz Demir hepimizin şehididir. Diyarbakır zindanlarında son nefesini verirken bile “Kahrolsun sömürgecilik! Kahrolsun emperyalizm! Kahrolsun faşist diktatörlük! Yaşasın Bağımsız Kürdistan!” diyen TKDP-KUK’un direniş kahramanı İbrahim Uluğ (Mele İbrahimê Dêrikî) hepimizin şehididir. Yine Diyarbakır zindanlarında sömürgeci askeri-faşist diktatörlüğün insanlık dışı zulüm ve işkencesini protesto etmek amacıyla kendini yakan PKK’lı Ferhat Kurtay hepimizin şehididir. Onlar ve onlar gibi daha nice kahramanlar bu halkın şehit evlatlarıdırlar.

Kuşku yok ki bizler ve bir bütün olarak halkımız, direnerek ölmesini bilen aziz şehitlerimizin ruhlarını saygıyla anarak, onları hakettikleri tarihi yere koyarken, bu konuda başı yüce alnı açık dikdurmayı bilmeyen, teslimiyet gösteren kişileri de lanetle anacaktır. Yine halkımız ve bizler, sömürgecilerin zulmüne karşı direnerek ayakta kalabilenleri de birer kahraman olarak anacaktır.

Kemal Burkay’ın Anılar-Belgeler adlı kitabı hem o dönemde varolan ve bugün siyasal yaşamını sürdürmeyen örgütleri, hem de başta kendi partisinde yeralan önde gelen kadrolar olmak üzere, o dönemde önemli görev ve orumluluklar üstlenen diğer örgütlerin kadrolarını da hedef alan inkarcı yaklaşımlar, temelsiz suçlamalar, kasıtlı yorumlar, aşağılayıcı ve hakaret dolu ithamlar vb. içeriyor. Hatta Kemal Burkay, kitabında bugün de kadroları birbirlerine karşı kullanmayı amaçlayan, buna hizmet eden anlatımlarla insanları birbirine karşı kullanmak istiyor. Dolayısiyle o dönemde farklı örgütlerde yeralan değişik düzeylerdeki çok sayıda yönetici ve kadro gerek örgütsel bazda ve gerekse bireysel bazda bunlara cevap verme ihtiyacı duyuyor. Kuşkusuz bu bir haktır ve aynı zamanda bir sorumluluktur. Bir kısmı zaten şimdiden cevap vermiş, bir kısmı bunun hazırlığı içinde, bir kısmı da bunun arayışı içindedir. Ancak herkesin Anılar-Belgeler adlı kitapta yazılanlara detaylı olarak cevap verebilme olanağı yoktur. Bu, bu açıklamada imzası olanlardan bazıları belki de ilerde daha geniş bir çerçevede cevap verme gereğini de duyabilirler.

Bu çerçevede düşünen biz aşığıda imzası olanlar, geçmişimize olan bağlılık ve ortak değerlerimizi sahiplenme, geleceğimize ve yeni nesillere karşı olan görev ve sorumluluğumuz gereği, bu açıklamayı yurtsever kamuoyuna sunuyor ve bu düşüncede olan kadroların da bu ortak açıklamayı imzalamalarını bekliyoruz.

04.04.2010

İmzalayanlar:
Sıddık Bozarslan, Selim Murat, Çeto Omerî, Qadir Emsiz, Hozanê Qamîşlo, Lokman Polat, Kenan Fani Doğan, Fevzi Bazancir

----------------

Kürdistan – post
http://www.kurdistan-post.com/
http://www.kurdistan-post.com/modules.php?name=News&file=article&sid=35448#bg

5 Nisan 2010 Pazartesi

Güç dengeleri

Yaşar Kaya
yasar.kaya@hotmail.de

Türkiye’nin doğudaki komşusu İran’ın Türkiye ile münasebeti hep inişli çıkışlı olmuştur. 1639 da Kasr-i Şirin antlaşması ile Kürdistan Acemler ve Türkler arasında pay edilmiştir. Bu İran’ın Kürtleri parçalayan ilk resmi antlaşmasıdır. Ağrı hareketi sırasında Ağrı dağının eteklerinin bir bölümü İran sınırları içinde kaldığı için, Kürt savaşçılar bu bölgeye girmekte ve insan cephane- lojistik temin etmektedirler. Başkaldırı uzun sürer, Türkiye cumhuriyeti İran ile yeni bir sınır antlaşması yapmak için temasa geçer. Dönemin dışişleri Bakanı, Tevfik Rüştü Aras’ın başkanlığında görüşmeler yürütülür. (Netice buna sınır düzeltilmesi diyorlar) Ağrı dağının bu eteği isyanı söndürmek için Türkiye’ye bırakılır. Buna karşılık Van’ın Başkale ilçesinin sınırı içindeki bir toprak parçası İran’a verilir. Bu Fars’ların Kürtlere hediyesidir. İran Şahı'nın Saddam Hüseyin ile Arap körfezini alıp Kürt hareketinin (1975’deki ölümsüz Barzani hareketini) çökmesine sebebiyet vermesiyle, tarih tekerrür eder. Bu da İran’ın Kürtler ikinci hediyesidir.

İkinci komşu Suriye’dir. Suriye 1930’lara kadar Fransız sömürgesidir. 1938’de Hatay için bir referandum yapılır. Her ne hikmet ise Mustafa Kemal’in aday gösterdiği Şükrü Sökmensüer Hatay Cumhurbaşkanı olur ve bir yıl sonra da Türkiye’ye iltihak eder, Apo Şam’ı terk edinceye kadar bu iki mesele Türkiye ile Suriye arasında devam eder. Üçüncü mesele Suriye’den Öcalan’nın çıkması ile son bulur.

Komünizmin çöküşü ile sözüm ona Türkiye kuzey’deki tehlikeyi atlatmış, soğuk savaş yıllarını geride bırakmıştır. Şimdi ise gaz ve petrol yolu sorun teşkil etmektedir. Güney’deki komşu ile problemi, Lozan’la başlar, Osmanlı dönemi Kürt isyanlarını hesaba katmazsanız tabi. Güney komşusu artık Irak Federal Cumhuriyeti ile Kürt Federe devletidir. Bağdat’ta gidilirken Hewler’le işi daha çok artmıştır. PKK ağırlıklı olarak Güney’de üstlenmiş, Türkiye ile yirmi beş yıllık bir savaş yürütmüştür. Irak, PKK’nin Güneyi terk etmesini istemekte ısrarlıdır. A.B.D. her çeşit askeri destekle Türkiye’yi desteklemektedir. Artık Türkiye’nin karşısında ne Kral Faysal ne de Baasçıların Irak’ı vardır. Var olan iki Federatif devlettir. Kürt sorunu ve PKK sorunu, Türkiye’nin kendi cumhuriyetini kurtarma sorunu haline gelmiştir. Olay buraya kilitlenmiş durumdadır. Artık batıda bir Bulgar sorunu yoktur. Ama her şeye rağmen bir Yunan sorunu ve bir Kıbrıs sorunu vardır.

Bu zamanlar dört tarafı düşmanla çevrili olan Türkiye söylemi havada kalmış, yeni dengeler oluşmuştur. Türkiye yeni dış politikasını problemsiz komşularla yürütmeye çalışmaktadır. Bunda elbette ki yeni dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun da payı vardır. Kimisine göre Türkiye bir nevi yeni Osmancılık politikası gütmek istemektedir, elbette ki iyi komşuluk münasebeti ile Yeni Osmancılık ayrı ayrı şeylerdir. Yeni Osmancılığı duyup yaygara basanlar çağ dışı Kemalizm’in korusudur.

Bölge ve şartlar yeniden bir Osmancılık politikası kaldıracak durumda değildir. Aşağı yukarı komşuların hepsi ulus devletlerdir. İran ile rejim zıtlığı vardır. Neticede Türkiye’de yedi başlı ejderha gibi alt edilmemiş Ergenekon, Irak’ta Baas kalıntıları, Suriye’de halen Esadizm hüküm sürdürmektedir. Bu bakımından bölgede istikrarlı, demokrat yüzü batıya dönük Türkiye bir denge unsurudur. Ayrıca örnektir. Eski CİA görevlisi Graham Fuller yeni yazdığı kitaba Türkiye için, yıldızı yükselen ülke adını koymuştur. Bu tesadüfü değildir. Çok iyi bir araştırmanın ürünüdür, çok okumaya değer bir kitap. Geçtiğimiz aylarda A.B.D. deki uzun tatilinden dönen Neçirvan Barzani ayağının tozu ile KDP’nin Genel Başkan yardımcısı görevine başlamıştır. Zaten öteden beri bizde hakim olan görüş şudur; Kürt halkının % 70’nin oyunu alarak Kürdistan Federe Devleti Cumhurbaşkanı seçilen Mesud Barzani’nin artık parti Başkanlığı yapması caiz değildir. O bir ulusa mal olmuş bir şahsiyettir. Partiyi artık başkaları yürütsün. Neçirvan Barzani’nin son Türkiye ziyareti, Dovutoğlu ve Erdoğan’la yaptığı görüşmeler çok büyük önem taşımaktadır. Güney’de Kürt Federe devleti ile iyi münasebetlerin yolu iki yılı aşkın bir dönemdir başlamış ve yürümektedir. Türkiye’nin Erbil’de Konsolosluk açması ve sıkı münasebetler belirli bir politikanın yürütmekte olduğuna ispat etmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti, kendini kurtarma projesine karar verirken, bir yerde yedi başlı Ergenekon canavarı, bir yerde de Anayasa değişikliğiyle uğraşmaktadır. Kürtlerin nerede ve kimin yanında yer alacağı hususu ise başlı başına bir yazı konusudur.

----------

Kurdistan – Post
http://www.kurdistan-post.com/

3 Nisan 2010 Cumartesi

Conference on Genocide to Be Held in Ankara on April 24

By: Weekly Staff

ANKARA, Turkey (A.W.)—On April 24-25, a symposium on the Armenian Genocide, titled “1915 within its pre- and post-historical periods: denial and confrontation,” will be held in Ankara. Organized by the Ankara Freedom to Thought Initiative (AFTI), the symposium will not only address the history, but explore issues like the confiscation of Armenian property and reparations.

Confirmed participants include Ragip Zarakolu (publisher), Recep Marasli (author of The Armenian National Democratic Movement and 1915 Genocide), Sait Cetinoglu (activist and writer), David Gaunt (genocide scholar, author of Massacres, Resistance, Protectors: Muslim-Christian Relations in Eastern Anatolia During World War I), Henry Theriault (professor of Philosophy, Worcester State University), Baskin Oran (author, professor of Political Science at Ankara University; one of the initiators of the apology campaign of Turkish intellectuals), and Khatchig Mouradian (Doctoral student in Holocaust and Genocide Studies, Clark University; editor, the Armenian Weekly).

Dedicated to the memory of Hrant Dink, the symposium will comprise of four sessions: a) the Armenian Genocide from a historical perspective, b) official ideological denial from the Committee of Union and Progress (CUP) to Kemalism, c) Turkification of the Economy and the issue of the confiscated Armenian Property, and d) what needs to be done and how?

The Armenian Weekly will provide in depth coverage of the conference.

Haber linki: http://www.armenianweekly.com/2010/04/01/conference-on-genocide-to-be-held-in-ankara-on-april-24/

http://www.armenianweekly.com/

----------------

Turkish, Armenian intellectuals to meet for closer dialogue


Thursday, April 1, 2010
VERCİHAN ZİFLİOĞLU
ISTANBUL - Hürriyet Daily News

"According to Ragıp Zarakolu, many of the forums about the events of 1915 have only started to take place in Turkey since the year 2005, which he called “the year zero for Turkey. Photo: Hasan ALTINIŞIK"

Intellectuals from Turkey and Armenia are set to gather in the Turkish capital on the anniversary of the 1915 killings of Armenians during the last days of the Ottoman Empire.

The meeting is set to occur at a time when the historic normalization process between the two countries has stalled.
Turkish and Armenian intellectuals will meet in Ankara on April 24 and 25 to discuss the events of 1915 and attempt to improve dialogue between the two nations in an event organized by the Ankara Freedom of Thought Initiative.

“We believe the problem between the two nations will be solved only by dialogue,” Sait Çetin, a writer, human-rights activists and one of the organizers of the forum, told the Hürriyet Daily News & Economic Review.

“Matters that concern us in the first degree are being discussed in the capitals of the world because we cannot manage to talk [about them] ourselves. The sincerity of the West is arguable, and Turkey has an attitude of denial,” Çetin added in a March 22 e-mail interview.

Participants in the forum will talk about the events leading up to the 1915 killings, which Armenians refer to as “genocide,” as well as their political implications. Topics of discussion are set to include “The Armenian issue from a historical perspective,” “From [the Committee of] Union and Progress to Kemalism - official ideological denial and termination of the issue,” “The Turkification of the capital” and “The Armenian issue: How to handle it?”

Writer Temel Demirer underscored the importance of such dialogue in order to ensure a more peaceful future, saying that the official ideology in Turkey has tried to cover history up. “We, as Turkish intellectuals, want to face the truth,” he told the Daily News in a phone interview.

When asked about possible reactions, Demirer added: “I do not blame people who say the genocide did not happen. If there is such a thing called freedom of speech, everybody should show respect to each others’ freedom of expression.”

Çetin said the event had originally been planned to take place Jan. 19, the anniversary of the assassination of Turkish-Armenian journalist Hrant Dink, but the group had difficulty finding a suitable location in Ankara for that date.

“Actually, it is good that [the meeting] coincided on this date,” he said, referring to April 24, the date on which Armenians commemorate the “genocide.”

“We are going to present a perspective as different as we can for Ankara and Yerevan on the solution of the historical problems,” Çetin added.

‘Genocide’ resolution

The normalization process between Turkey and Armenia hit a new obstacle after a U.S. House of Representatives committee endorsed a resolution calling on U.S. President Barack Obama to label the 1915 killings of Armenians as “genocide.”

Ragıp Zarakolu, a founding member of the Human Rights Association and the owner of Belge International Publishing, said that the voting in the House Foreign Affairs Committee on March 4 had the atmosphere of a football match.

“Such a tragic event becomes a political issue because the Turks and Armenians cannot solve it among themselves,” he said.

According to Zarakolu, many of the forums about the events of 1915 have only started to take place in Turkey since the year 2005, which he called “the year zero for Turkey. It is the year many taboo topics started to be discussed. It was impossible before that.”

The forum will to take place in the hall of the Construction Engineers’ Chamber on Necatibey Street in Ankara.

In addition to Çetin, Demirer and Zarakolu, the 20 scheduled attendees include Sevan Nişanyan, an academic, linguist and writer; Professor Baskın Oran, a political scientist; and Khatcig Mouradian from the U.S.-based Armenian Weekly.

According to Çetin, the discussions at the forum will not be limited the events of 1915, but will also include what happened before and after, as well as contemporary reflections on the subject.

Haber linki: http://www.hurriyetdailynews.com/n.php?n=turkish-armenian-intellectuals-to-meet-for-closer-dialogue-2010-04-01

2 Nisan 2010 Cuma

DÜŞÜNÜP SEYRETTİM(*)


Cirik Haci / Fezali
Cirik.Haci@gmx.de

Düşünüp seyrettim yeni gençleri
Tarihi yanlışla sezeni gördüm
Katil olmuş zalim olan güçleri
Anlamadan duyup gezeni gördüm

Sorun infazı belirsiz yatana
Canın feda etmiş idi vatana
Dön bak geri, kim kıydı atana
Yoldaşı vurup bozanı gördüm

Geçmişleri doğru anlat yarına
Diktatör kurşunu değmez bağrına
Özünü yakma Stalin uğruna
Doğru söyleyeni üzeni gördüm

Gizli saklı gerçek yoldaş boğulmuş
Kapalı kapılar parti dağılmış
Direnen komünistler kovulmuş
Usanıp canından bezeni gördüm

Denize döküldü hangi kafile
Stalin mitalin hepsi nafile
Deryayı seyreyle, çıkta sahile
Yanlışı sonradan sezeni gördüm

Ülkeler yılmıştı olan talandan
Medet beklediler filan falandan
Yazıldı tarihler nice yalandan
İnsan kıyan yiyen düzeni gördüm

İcraatı bulunmaz lafın ustası
Sanırsın sosyalizmin hastası
Tarih söyler hamam tası aynısı
Gözlere dayalı gezeni gördüm

Hastalığa teşhis koymalı erken
Doğruyu söyledim inanın derken
Kavgasız konuşmak danışmak varken
Gerçeği yansıtan ozanı gördüm

Fezalim der hacim ne hacet söze
Doğru tahlil bizi çıkarır düze
Saygım vardır gerçeği gören göze
Can pahası doğru yazanı gördüm

------------
(*) Stalin tartışması üzerine bir not: Şu son günlerde devrimci arkadaşlarla Gün Zileli arasında Stalin konusunda çetin tartışmalar devam etti.Gün Zileli, Stalin hakkında belgeler sundu. Bu belgelere inanmak istemeyenler, Gün Zileli’ye ateş püskürdüler, tabi kırıcı olanları da vardı.Ben bu konuda şiirsel bir katkıda bulunmak istedim,yani tarihi şiirleştirerek anlatmaya çalıştım.Şiirde hüsnüyare dokundumsa, şimdiden, affola. Saygılar. Fezali.

1 Nisan 2010 Perşembe

KÖLELİK ZİNCİRİ 4/C VE TEKEL İŞÇİLERİ - YENİ “KUNTA-KİNTE”LER(1)

Mahmut KONUK

Beyaz köle avcıları O’nu Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında avladığında genç,zıpkın gibi bir delikanlıydı.Boynuna,bacaklarına,kollarına vurulu prangalara bağlanan kalın zincirleri her an koparıp atacak yırtıcı bir kaplan gibi duruyordu yolculuk boyunca.Kara Afrika’nın dört bir yanından toplanıp korsan gemileriyle aç-susuz,kırbaç şakırtıları arasında günler-aylar süren bir yolculuktan sonra Amerika kıtasında toprağa ayak bastığında köle tacirleri tarafından satıldığı beyaz adamın malikanesinde nesiller boyu sürecek bir kölelik zincirine vurulduğunu ancak anlayabilmişti Kunta-Kinte!..

Etrafını çepeçevre kuşatan kölelik dünyasını parçalayamasa da boynuna geçirilen halkayı, kollarına, bacaklarına vurulan prangaları, zincirleri asla kabullenmedi ve torunu Horoz George’a gururla anlatılacak isyan ve direnişle dolu bir hayat hikâyesi bırakmayı başardı.

* * *

Bir sabah erkenden arabalarından inip Ankara sokaklarından AKP Genel Merkezine akan kadınlı-erkekli binlerce tekel işçisi kendilerini nasıl bir geleceğin beklediğini biliyorlardı.

Kendilerinden önce 23 Bin işçi işten atılıp 4/C statüsüne geçirildiğinde sıranın kendilerine de gelmekte fazla gecikmeyeceğini düşünmüşler miydi bilinmez ama yumurta kapıya dayandığında Başbakan Erdoğan’ın İstanbul’daki bir toplantısına gidip dertlerine çare dilemişlerdi.”Size iş miş yok kardeşim!.. Öyle yan gelip para kazanma devri sona ermiştir…” diyen Başbakan’ın sözleri bir kırbaç gibi şaklamıştı suratlarına!..

Eşleriyle, çocuklarıyla helalleşip geldikleri Ankara sokaklarını; “ölmek var dönmek yok” sloganlarıyla çınlattıklarında en çok da Başbakanın bu sözlerine içerledikleri göze çarpıyordu.

“Kapatılıncaya kadar her yıl TEKEL’i Türkiye’de vergi rekortmeni yapan biz değil miydik?” diye haykırıyorlardı.”Yan gelip yatmak isteyen kim? Biz hakkımızı istiyoruz…” diyorlardı.

Binlerce kişiyle gelip AKP Genel Merkezinin kapısına dayanan Tekel işçilerinin sonuç almadan geri dönme niyetleri yoktu.

Hükümetin de onları çiçekle karşılama niyeti yoktu. İlk günden polis barikatı, panzeri, copu ve gaz bombasıyla tanışmışlardı ama yılacak gibi değillerdi. Gece ayaz başladığında nerede kalacaklardı?

Hemen yanı başlarındaki yine Türk-iş’e bağlı Türk-Metal sendikasının salonundan polis zoruyla çıkarılmışlardı.

Ertesi gün Melih Gökçek’in “misafirperverliğinde” tıkıştırıldıkları spor salonu da onları almayınca 3.gün Abdi İpekçi Parkında oturma eylemi ve açlık grevine başlamışlardı.

Bu yeni “mekân”ları bir anda ziyaretçi-destekçi akınına uğramıştı.

KESK, DİSK, TMMOB, TTB’nin başını çektiği Ankara Muhalefetinin tüm bileşenleri Sosyalist ya da emekten yana siyasi partiler ve dergi çevreleri ile dernek ve kitle örgütleri yanlarındaydı.

Kapatılan DTP’den yeni kurulan BDP’ye geçen 5 Milletvekili de ziyaretçiler arasındaydı ve her birinin yaptığı konuşmadan sonra “yaşasın halkların kardeşliği” sloganı başta olmak üzere sloganlar eşliğinde uzun uzun alkışlanmışlardı.

İlk kez önemli oranda Kürt işçi barındıran ve Kürt hareketiyle arasına mesafe koyma gereği duymayan bir işçi hareketiyle karşı karşıyaydık.

Bu, Ankara polisinin hiç hoşuna gitmemişti.

Bir süre önce AKP’den ayrılıp yeni parti kuran Abdüllatif ŞENER’den CHP’li ,MHP’li vekillere kadar herkes oradaydı ve herkesi coşkuyla karşılayacak bir kitle bulunuyordu.

Aynı gün Genelkurmay başkanı İlker BAŞBUĞ, muharebe giysilerini giymiş, Trabzon’da savaş fırkateyninden hükümete “muhtıra” veriyordu.

Onları destek ziyaretinden dönüşümüzden bir saat kadar sonra aldığımız saldırı haberi üzerine koştuğumuz Abdi İpekçi Parkı savaş alanı gibiydi ve çevik kuvvetin işgali altındaydı.

Direnişçi işçilerden destek için gelenlere, yoldan geçen vatandaşa herkes, polisin azgın saldırısından nasibini alıyordu.

Olay anında orada bulunan bir muhabir “abi 10 senedir işçi-memur-öğrenci yüzlerce eylem izledim, polisin bu kadar şiddetle saldırdığı başka bir eylem hatırlamıyorum” diyordu.

25 Kasım’da Kamu Emekçilerinin gerçekleştirdiği grevin yankıları devam ederken, İstanbul’da İtfaiyeciler greve başlarken Tekel İşçilerinin Ankara’nın göbeğine bir direniş odağı kurmaları siyasal iktidar için korkulu bir rüya, bir karabasan demekti. Onun için derhal dağıtılmaları gerekiyordu.

Kürt vekilleri sıcak karşılamak da asla affedilmeyecek bir “suç” tu.

Ve nihayet Genelkurmay Başkanı’nın savaş fırkateyninden ilan ettiği muhtıra’nın gündeme “olabildiğince” az oturmasını sağlayacak bir “olay” hiç fena olmazdı!..

Bütün bu faktörler AKP’deki işçi-emekçi hakları düşmanlığıyla bir araya geldiğinde ortaya Abdi İpekçideki dehşetli saldırı çıkıyordu.

KÖLELİK ZİNCİRİ 4/C VE TEKEL İŞÇİLERİ - YENİ “KUNTA-KİNTE”LER(2)


Mahmut KONUK

Ancak umdukları gibi olmamıştı. Bu saldırı gözlerini korkutup işçileri geri yollayacağına onların mücadele azmini daha da bilemişti.

Bir saat geçmeden en doğru adrese, kendilerinden kesilen aidatlarla yapılan Türk-İş Genel Merkez binasına gelip oturmuşlardı ve bu sefer 40 yıllık pişkin sendika ağaları da onları geri gitmeye “ikna” edememişti.

Sendika bürokrasisini biraz tanıyan biri olarak o akşam Türk-İş Başkanı’nın işçilere ne diyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyorduk ve Türk-İş Başkanıyla toplantıya gitmeden 2 saat önce bir grup işçiye; bakın biraz sonra Türk-iş Başkanı size şöyle seslenecek:”Arkadaşlar bu kahramanca mücadelenizden dolayı hepinizi kutluyor, gözlerinizden öpüyorum…” diye başlayıp sizi bir güzel yumuşatacak. Sonra da;”bize destek için gelen siyasi parti, sendika, dernek, meslek örgütü vb. herkese de teşekkür ederim. Sağ olsunlar, var olsunlar. Ancak destekçilerden artık biraz uzak durmak gerek çünkü bizi kendi çıkarlarına alet etmek isteyebilir, provoke edebilirler…” deyip sizi doğal müttefiklerinizden ayrı tutmaya, yalnızlaştırmaya çalışacaktır. Ardından da;”Sizin bu kahramanca mücadelenizi duymayan kalmadı. Hükümet de artık ne kadar kararlı olduğunuzu görüyor. Biz de hükümetle görüşmelere başladık. Onlar da olumlu bakıyorlar. Ancak bu iş biraz zaman alacak. Yasa değişikliği filan gerekir. Siz bu kadar işçi bu kadar uzun süre evlerinizden, çoluk çocuğunuzdan uzak durup bu sokaklarda perişan olmayın. Evinize gidin. 20-30 tane temsilciniz kalsın, biz onlarla birlikte süreci takip ederiz. Eğer gelişmeler istediğimiz yönde olmazsa sizi yine çağırırız. Şimdi evinize gidin…” diyerek sizi geldiğiniz gibi geri göndermeye çalışacaktır. Olmadı, gecenin ilerleyen saatlerinde Ankara Emniyetinin üst düzey yetkilileri gelip;”size destek için gelen şu örgüt şöyle, bu örgüt böyle…” diye öcü masallarıyla size “brifing” verecek ve “eğer bu örgütlere malzeme olursanız size müdahale etmek zorunda kalırız…” diyerek yeniden sopanın ucunu da göstereceklerdir…” dediğimizde de çoğu can kulağıyla dinleyen işçilerden birkaçı da;”Abi bu kadarı da olmaz herhalde…” diye bizim önyargılı yaklaştığımızı düşünüyorlardı. Ertesi gün karşılaştığımızda;”Abi valla aynen dediğin gibi oldu ama cevabını da aldı. Bizi buradan hiçbir kuvvet atamaz. Ya zaferle ya kefenle gideriz…” diyordu.

Öfke ve kararlılık doluydular.

Artık sınıfın kalbi Türk-iş‘in önünde atıyordu.

Emekten, ezilenden yana olan herkes, her kurum ve her birey oradaydı. Sosyalist parti ve sosyalist dergi çevrelerinden sendikalara, kitle örgütlerine kadar herkes aklının erdiği, gücünün yettiği bütün olanakları sunuyordu.

İlk birkaç günlük şaşkınlıktan sonra hemen herkes elindeki olanaklarla sorunlara çözüm arayışına başlamıştı. Başta kadın işçiler olmak üzere barınma sorunları,yiyecek,içecek,giyecek ihtiyaçları için seferberlik başlıyordu.Sendikaların,kitle örgütlerinin,derneklerin salonları, binaları,akşam olduğunda birer yatakhaneye,misafirhaneye dönüşüyor,kimi kumanya,kimi çay-çorba dağıtıyor,aydın ve sanatçılar kitap dağıtıyor,şairler şiir okuyup coşturuyorlardı.

Sakarya Caddesi bar-cafe esnafı da büyük bir dayanışma örneği vererek mekânlarını geceli-gündüzlü Tekel işçilerinin kullanımına sunuyordu.

Bütün sol-sosyalist dergi çevreleri, irili ufaklı sol-sosyalist parti ve örgütleri hummalı bir faaliyete girişmişti.

Kâh bir yerlerde toplanıp sloganlarla destek ziyaretine geliyor, kâh kurulan naylon çadırlardaki işçilere bildiri-broşür, el ilanı ne varsa dağıtıyor, eylemin başarısı üzerine kendi bildiklerini aktarıyorlardı. Sendika bürokrasisinin ve emniyet görevlilerinin “öcü masalları” kısa sürede etkisini yitirmiş işçilerle sosyalistler arasında örülmek istenen duvar yıkılmıştı.Sosyalistler karşılarında kanlı-canlı bir sınıf bulmuşlardı.İşçiler de kendilerine “öcü” gibi tanıtılan sosyalistlerin çoğunun aslında bir işçi aileden geldiklerini veya kendilerinin de işçi ya da kamu emekçisi olduklarını görüyorlardı.

Türk-iş’in önü, Bayındır sokak, İnkılap Sokak, Tuna caddesi bir sınıf okulu olup çıkmıştı ve öğrenme süreci her yönüyle karşılıklıydı.

Bir işçi;”hayatım boyunca okumadığım kadar çok ve çeşitli bildiri, broşür, el ilanını burada okudum…” diyordu.
Her gelen de kendi mantığıyla, kendi meşrebiyle geliyordu; kimi;”tekel vatandır satılamaz…” sloganını öne çıkarıp “ulusalcı” mesajlara ağırlık veriyordu. Kimi;”işte…” diyordu “sınıf budur. Türkü, Kürdü, Laz’ı, Çerkez’i , Gürcü’sü kaldı mı? Hepsi bir arada, hepsi beraber…” diye ahkâm kesiyor, bir anda bütün diğer çelişmelerin, farklılıkların ortadan kalktığını,”sınıf mücadelesinin her şeyi hallettiğini…” söylüyor, tekel işçilerinin mücadelesiyle erken bir devrimin geleceğini müjdeliyordu. Daha iki ay önce Kent A.Ş. işçilerini yüz geri evlerine gönderen CHP, hayatında bir işçi mücadelesine girmemiş MHP’de bu alanda görünüyordu. Kimi de sistemin bütününü görmezden gelip tek başına AKP’ye yükleniyordu.

Öte yandan direniş gerçekten de Tekel işçilerinde muazzam dönüşümler gerçekleştiriyordu.

Abdi İpekçi’deki saldırıdan sonra bir tekel işçisi;”dağdan gelenleri davul zurnayla, bizi gaz bombasıyla karşılıyorlar” diyordu. Aynı ilden yine sağ görüşlü bir başkası hemen o gün;”biz ekmeğimiz için geldik. Bizi gaz bombasıyla, copla, panzerle karşıladılar, havuza attılar.Demek ki dağa çıkanlar haksız değilmiş…” diyordu.

İlerleyen günlerde ulusal önyargılar büyük ölçüde kırılmış, kalın duvarlar biraz olsun yıkılmıştı. Kürt işçilerinin hem söyleyip hem oynadığı halaylara Karadenizli işçiler de katılıyordu. İki tane Trabzonlu işçi kendi aralarında konuşurken neşeli bir şekilde;”yahu bu Kürtler bize şemmamêyi de öğretti…” diyordu.

Aynı şekilde Trabzon kolbastısına, horon tepmeye Kürt işçiler de karışıyordu.

Ama bu; bütün farklılıkların silindiği anlamına gelmiyordu.

İzmir çadırında bir yanda “Gâvur İzmir” yazıyor, bir yanda da Atatürk posterli Türk Bayrakları sallanıyordu.

Diyarbakır çadırında bir yanda Ahmed ARİF’in şiirleri asılıydı, bir yanda karakalem çizilmiş Diyarbakır Surları’nın altında “direnişin kalesi, Diyarbakır Tekel Kalesi gibi sağlam duruyor…” yazıyordu.

Bir başka çadırda;”söz konusu vatansa, ekmekse, namussa gerisi teferruattır…” yazıyordu.

Tekel işçisi “farklılıklarını” koruyarak “direnişi” ortaklaştırmayı başarmıştı.

Destek için gelen herkese de teşekkür ediyor, saygı gösteriyorlardı. Ancak gelenlerin kendi renklerini egemen kılmasını “uygun” bir tarzda, kırıp dökmeden engelliyorlardı.

Geceleri de onlarla birlikte nöbet tutmak, çadırlarda sabahlamak isteyen sosyalistlere; ”bu bizim eylemimiz, çadırlarda işçiden çok öğrenci veya dışarıdan başka işçiler olursa devlet bunu bize karşı saldırı malzemesi olarak kullanır, onun için gündüz geliyorsunuz ama geceleri kalmanıza gerek yok” diye nazikçe uyarıyorlardı.

Destek için gelen İP’lilerin, CHP’lilerin vb. aşırı “ulusalcı” sloganlarına Kürt işçiler Kürtçe şarkılar söyleyip halay çekerek karşılık verince “misafirler” daha ölçülü olmayı öğreniyorlardı.

Yine de Kürt işçiler de politik içerikli Kürtçe şarkılar söylememeye özen gösteriyorlardı. Eylemlerinin farklı anlamlara çekilmesini istemiyorlardı.