1 Nisan 2010 Perşembe

KÖLELİK ZİNCİRİ 4/C VE TEKEL İŞÇİLERİ - YENİ “KUNTA-KİNTE”LER(2)


Mahmut KONUK

Ancak umdukları gibi olmamıştı. Bu saldırı gözlerini korkutup işçileri geri yollayacağına onların mücadele azmini daha da bilemişti.

Bir saat geçmeden en doğru adrese, kendilerinden kesilen aidatlarla yapılan Türk-İş Genel Merkez binasına gelip oturmuşlardı ve bu sefer 40 yıllık pişkin sendika ağaları da onları geri gitmeye “ikna” edememişti.

Sendika bürokrasisini biraz tanıyan biri olarak o akşam Türk-İş Başkanı’nın işçilere ne diyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin ediyorduk ve Türk-İş Başkanıyla toplantıya gitmeden 2 saat önce bir grup işçiye; bakın biraz sonra Türk-iş Başkanı size şöyle seslenecek:”Arkadaşlar bu kahramanca mücadelenizden dolayı hepinizi kutluyor, gözlerinizden öpüyorum…” diye başlayıp sizi bir güzel yumuşatacak. Sonra da;”bize destek için gelen siyasi parti, sendika, dernek, meslek örgütü vb. herkese de teşekkür ederim. Sağ olsunlar, var olsunlar. Ancak destekçilerden artık biraz uzak durmak gerek çünkü bizi kendi çıkarlarına alet etmek isteyebilir, provoke edebilirler…” deyip sizi doğal müttefiklerinizden ayrı tutmaya, yalnızlaştırmaya çalışacaktır. Ardından da;”Sizin bu kahramanca mücadelenizi duymayan kalmadı. Hükümet de artık ne kadar kararlı olduğunuzu görüyor. Biz de hükümetle görüşmelere başladık. Onlar da olumlu bakıyorlar. Ancak bu iş biraz zaman alacak. Yasa değişikliği filan gerekir. Siz bu kadar işçi bu kadar uzun süre evlerinizden, çoluk çocuğunuzdan uzak durup bu sokaklarda perişan olmayın. Evinize gidin. 20-30 tane temsilciniz kalsın, biz onlarla birlikte süreci takip ederiz. Eğer gelişmeler istediğimiz yönde olmazsa sizi yine çağırırız. Şimdi evinize gidin…” diyerek sizi geldiğiniz gibi geri göndermeye çalışacaktır. Olmadı, gecenin ilerleyen saatlerinde Ankara Emniyetinin üst düzey yetkilileri gelip;”size destek için gelen şu örgüt şöyle, bu örgüt böyle…” diye öcü masallarıyla size “brifing” verecek ve “eğer bu örgütlere malzeme olursanız size müdahale etmek zorunda kalırız…” diyerek yeniden sopanın ucunu da göstereceklerdir…” dediğimizde de çoğu can kulağıyla dinleyen işçilerden birkaçı da;”Abi bu kadarı da olmaz herhalde…” diye bizim önyargılı yaklaştığımızı düşünüyorlardı. Ertesi gün karşılaştığımızda;”Abi valla aynen dediğin gibi oldu ama cevabını da aldı. Bizi buradan hiçbir kuvvet atamaz. Ya zaferle ya kefenle gideriz…” diyordu.

Öfke ve kararlılık doluydular.

Artık sınıfın kalbi Türk-iş‘in önünde atıyordu.

Emekten, ezilenden yana olan herkes, her kurum ve her birey oradaydı. Sosyalist parti ve sosyalist dergi çevrelerinden sendikalara, kitle örgütlerine kadar herkes aklının erdiği, gücünün yettiği bütün olanakları sunuyordu.

İlk birkaç günlük şaşkınlıktan sonra hemen herkes elindeki olanaklarla sorunlara çözüm arayışına başlamıştı. Başta kadın işçiler olmak üzere barınma sorunları,yiyecek,içecek,giyecek ihtiyaçları için seferberlik başlıyordu.Sendikaların,kitle örgütlerinin,derneklerin salonları, binaları,akşam olduğunda birer yatakhaneye,misafirhaneye dönüşüyor,kimi kumanya,kimi çay-çorba dağıtıyor,aydın ve sanatçılar kitap dağıtıyor,şairler şiir okuyup coşturuyorlardı.

Sakarya Caddesi bar-cafe esnafı da büyük bir dayanışma örneği vererek mekânlarını geceli-gündüzlü Tekel işçilerinin kullanımına sunuyordu.

Bütün sol-sosyalist dergi çevreleri, irili ufaklı sol-sosyalist parti ve örgütleri hummalı bir faaliyete girişmişti.

Kâh bir yerlerde toplanıp sloganlarla destek ziyaretine geliyor, kâh kurulan naylon çadırlardaki işçilere bildiri-broşür, el ilanı ne varsa dağıtıyor, eylemin başarısı üzerine kendi bildiklerini aktarıyorlardı. Sendika bürokrasisinin ve emniyet görevlilerinin “öcü masalları” kısa sürede etkisini yitirmiş işçilerle sosyalistler arasında örülmek istenen duvar yıkılmıştı.Sosyalistler karşılarında kanlı-canlı bir sınıf bulmuşlardı.İşçiler de kendilerine “öcü” gibi tanıtılan sosyalistlerin çoğunun aslında bir işçi aileden geldiklerini veya kendilerinin de işçi ya da kamu emekçisi olduklarını görüyorlardı.

Türk-iş’in önü, Bayındır sokak, İnkılap Sokak, Tuna caddesi bir sınıf okulu olup çıkmıştı ve öğrenme süreci her yönüyle karşılıklıydı.

Bir işçi;”hayatım boyunca okumadığım kadar çok ve çeşitli bildiri, broşür, el ilanını burada okudum…” diyordu.
Her gelen de kendi mantığıyla, kendi meşrebiyle geliyordu; kimi;”tekel vatandır satılamaz…” sloganını öne çıkarıp “ulusalcı” mesajlara ağırlık veriyordu. Kimi;”işte…” diyordu “sınıf budur. Türkü, Kürdü, Laz’ı, Çerkez’i , Gürcü’sü kaldı mı? Hepsi bir arada, hepsi beraber…” diye ahkâm kesiyor, bir anda bütün diğer çelişmelerin, farklılıkların ortadan kalktığını,”sınıf mücadelesinin her şeyi hallettiğini…” söylüyor, tekel işçilerinin mücadelesiyle erken bir devrimin geleceğini müjdeliyordu. Daha iki ay önce Kent A.Ş. işçilerini yüz geri evlerine gönderen CHP, hayatında bir işçi mücadelesine girmemiş MHP’de bu alanda görünüyordu. Kimi de sistemin bütününü görmezden gelip tek başına AKP’ye yükleniyordu.

Öte yandan direniş gerçekten de Tekel işçilerinde muazzam dönüşümler gerçekleştiriyordu.

Abdi İpekçi’deki saldırıdan sonra bir tekel işçisi;”dağdan gelenleri davul zurnayla, bizi gaz bombasıyla karşılıyorlar” diyordu. Aynı ilden yine sağ görüşlü bir başkası hemen o gün;”biz ekmeğimiz için geldik. Bizi gaz bombasıyla, copla, panzerle karşıladılar, havuza attılar.Demek ki dağa çıkanlar haksız değilmiş…” diyordu.

İlerleyen günlerde ulusal önyargılar büyük ölçüde kırılmış, kalın duvarlar biraz olsun yıkılmıştı. Kürt işçilerinin hem söyleyip hem oynadığı halaylara Karadenizli işçiler de katılıyordu. İki tane Trabzonlu işçi kendi aralarında konuşurken neşeli bir şekilde;”yahu bu Kürtler bize şemmamêyi de öğretti…” diyordu.

Aynı şekilde Trabzon kolbastısına, horon tepmeye Kürt işçiler de karışıyordu.

Ama bu; bütün farklılıkların silindiği anlamına gelmiyordu.

İzmir çadırında bir yanda “Gâvur İzmir” yazıyor, bir yanda da Atatürk posterli Türk Bayrakları sallanıyordu.

Diyarbakır çadırında bir yanda Ahmed ARİF’in şiirleri asılıydı, bir yanda karakalem çizilmiş Diyarbakır Surları’nın altında “direnişin kalesi, Diyarbakır Tekel Kalesi gibi sağlam duruyor…” yazıyordu.

Bir başka çadırda;”söz konusu vatansa, ekmekse, namussa gerisi teferruattır…” yazıyordu.

Tekel işçisi “farklılıklarını” koruyarak “direnişi” ortaklaştırmayı başarmıştı.

Destek için gelen herkese de teşekkür ediyor, saygı gösteriyorlardı. Ancak gelenlerin kendi renklerini egemen kılmasını “uygun” bir tarzda, kırıp dökmeden engelliyorlardı.

Geceleri de onlarla birlikte nöbet tutmak, çadırlarda sabahlamak isteyen sosyalistlere; ”bu bizim eylemimiz, çadırlarda işçiden çok öğrenci veya dışarıdan başka işçiler olursa devlet bunu bize karşı saldırı malzemesi olarak kullanır, onun için gündüz geliyorsunuz ama geceleri kalmanıza gerek yok” diye nazikçe uyarıyorlardı.

Destek için gelen İP’lilerin, CHP’lilerin vb. aşırı “ulusalcı” sloganlarına Kürt işçiler Kürtçe şarkılar söyleyip halay çekerek karşılık verince “misafirler” daha ölçülü olmayı öğreniyorlardı.

Yine de Kürt işçiler de politik içerikli Kürtçe şarkılar söylememeye özen gösteriyorlardı. Eylemlerinin farklı anlamlara çekilmesini istemiyorlardı.

Hiç yorum yok: