2 Aralık 2009 Çarşamba

Altı metrekarede sınanan insanlığımız



Ayşe Batumlu

Son zamanlarda yaşananlar akla şu iki ihtimali getiriyor.

Ya hükümet Kürt Sorununda çözüm istese bile attığı adımların çözümsüzlüğe sürüklediğini, hatta ateşle oynadığını fark etmiyor ya da bu sorunun gerçekten bir çözüme kavuşmasını ve kalıcı bir barışı hedeflemiyor.

Zaten tecrit konusunda dünyada tek örnek olan İmralı cezaevinin koşullarını daha da geriye götürmek bu aymazlığın ulaştığı son nokta.

Ortaçağ zihniyetini aratacak bir uygulamayı sözde ileri taşımış oldular.

Bir adanın orta yerindeki hücrenin ebatlarını 13 metrekareden 6 metrekareye indirerek, penceresini küçültüp içeri giren havayı dahi azaltarak, avukat ve aile görüşlerinin fiziki koşullarını daha da güçleştirerek 'iyileştirme' yaptığını iddia eden kaç devlet vardır dersiniz?

'Ama bina da, badanası da yeni, üstelik koridorda, mahkumun göremeyeceği yerlerde naylon meyve ağaçları var. Hem aynı tecriti 5 kişiye daha uygulamaya başladık, bakın artık yalnız değilsiniz!'

Açılım bir şehir efsanesi, varmış ama kimse göremiyor!

İşte bu şehir efsanesinin ilk günlerinde, koskoca gazetelerin yaşlı başlı köşe yazarları bile daha yeni öğrenmişlerdi İmralı'da sadece haftada 1 gün, o da koşullar elverirse avukat görüşü yapılabildiğini. İmralı Patagonya'da mı? 30 yıldır süren savaş Antartika kıtasında mı? Sokaklarda panzerlere karşı büyük küçük 'bi can bi xwîn em biterene ey Serok' diye haykıran halk uzayda mı yaşıyor?

Hangi taraftan olursan ol, ülkenin gerçeğine bu kadar uzak olmak hayra alamet değil...

İmralı cezaevi koşulları, bırakalım evrensel hukuku, bu ülkenin kendi yasaları ile bile çelişiyor.

Gerek düşünce özgürlüğü gerekse savunma ve sağlık haklarında ve dahasında, kişiye özel ihlaller demeti. Sistematik bir işkence.

Birazını sayalım, İmralı'da insanlık dışı ağırlaştırılmış bir tecrit var. Orası bir ada. Yani 4 tarafı deniz. Ulaşım oldukça zor ve uzun sürüyor. Modern vasıtlar yok. Avukatlar, ben diyeyim bakanlık, siz deyin devlet izin verirse haftada bir gün gidebiliyor. O günü de aynı merci belirliyor. Bu sınırlı görüşmeler bazen hava muhalefetine bazen koster arızasına, bazen kim bilir kimin keyfine takılıyor.

Avukat müvekkil görüşmesi dinlenemeyeceği, kayıt altına alınamayacağı halde bu hak ihlal ediliyor.

Müvekkilin bazı yazılı savunmaları avukatlarına verilmiyor. Avukatlar dava ve ceza baskısı ile yıldırılmaya çalışılıyor, disiplin soruşturmaları açılıyor. Aile görüşü kısıtlanıyor.

Zaten dünyanın en ağır tecritinde olan müvekkilimize sudan sebeplerle hücre içinde hücre cezası veriliyor. Sağlığı giderek daha ağır bir tehdit altında bırakılıyor, hastalıklarını tetikleyen koşullara mahkum ediliyor.

Herkesin okuyabildiği yayınları okuması, izlemesi yasaklanıyor. Yasal çerçevede paylaşması mümkün olan görüşlerini, yazılarını paylaşması da öyle. Üstelik bu görüşlerin barışa hizmet edeceği de gayet iyi biliniyor.

24 saat gözetleniyor, her anını yalnızca tecrit değil aynı zamanda tehdit altında yaşıyor. Sadece ölmeyecek kadar soluk alıp vermesi serbest.

Diri diri mezara gömmek, ölmeden öldürmektir bu.

Ve çok azını sıraladığım bu ihlallere karşı yapılan başvurular sonuçsuz kalıyor.

Bütün bunları görmezden, duymazdan gelen bir hükümet, muhalefet ve medya var. Yok sayınca sorunların yok olmayacağını bilemiyorlar mı dersiniz?

Yok olmuyor nitekim, çoğalıyor. 6 metrekarelik bir ölüm çukuruna hapsedilen Kürt halkı için bıçak kemikte.

Yıllardır üzerinde bacaların değil, yakılan köylerin dumanı tüten bir coğrafyada, onurları için direnen bir halktan bahsediyoruz. Ancak bunu göremeyecek bir hükümet bu kadar pervasız adımlar atabilir.

Bu işin şakası yok. Bir yandan demokratikleşme diyeceksiniz, bir yandan silahsız çözüm isteyeceksiniz, bir yandan da hem operasyonlara devam edecek hem de bir halkın en önemli hassasiyetlerini çiğneyeceksiniz.

Milyonlarca Kürt yurttaşımız, 'sayın Öcalan benim irademdir' diyen dilekçeler verdi resmi kurumlara.

Üzerinde her türlü susturma ve bastırma yöntemi denenmiş olan Kürt halkı, iradesini teslim almak isteyenlerle mücadele etmekten hiç vazgeçmedi. Uğruna ölümü göze alacak denli hassas oldukları bu konuda bu kadar ileri gitmek yanan bir ormana benzin dökmek gibi değil mi?

Gerçekten dağdakilerin inmesi, Mahmurdakilerin gelmesi şöyle dursun oralardaki sayıyı artırmak mı istiyorlar?

Sayın Öcalan'ın ifade etmiş olduğu gibi, kimse tehdit addetmesin, bir sosyolojik tespit olarak bu tutumun daha sıcak daha çatışmalı günlere davetiye çıkarmak olduğuna dikkat çekiyoruz.

Çünkü Kürt halkının iradesinin 6 metrekareye hapsedilebilmesi mümkün değil. Bu tutum başka refleksleri tetikler.

Bir de üstüne tuz biber kabilinden, son günlerde özellikle bazı çevrelerin kışkırtmalarıyla artan linç girişimleri var. Üstelik bu linç hali hükümet çevrelerince adeta alkışlanıyor. Barış için olmazsa olmaz koşullara işaret eden DTP, bu yüzden saldırılara uğruyor, kapatılsın isteniyor.

Oysa DTP sürekli bir realiteye işaret ediyor, o da gerçekten barış isteniyorsa savaşın tarafı olanlarla müzakere edilmesi gerektiği ve Sayın Öcalan'ın çözümün en önemli aktörü olduğu. Bu bir realitedir, tahrik unsuru değil.

Bir düşünün hele, ya tarihin en mağdur halklarından olan Kürt halkı da 17 bin faili meçhulün, evlatlarının muhtelif yerlerde çıkan kemiklerinin, askerlerin cinayet itiraflarının ağırlığı yetmezmiş gibi bir de 'iradelerine' yönelik olarak giderek ağırlaştırılan tecritin ağır tahriki ile hareket ederse ne olacak?

Gerçekten ne olacak?

O zaman nasıl kalkacak bunun altından hükümeti, muhalefeti, medyası ve yargısı?

-----------------

Yazıyı ileten: Yaman Yıldız
yamanyildiz@gmail.com

http://www.gunlukgazetesi.net/haber.asp?haberid=83906

Hiç yorum yok: