27 Ekim 2009 Salı

MELEM AŞISI VE KENDİNE YABANCILAŞMA


”Melem aşısı tehlikeli bir aşıdır, insanı uyurken ve henüz filizken yakalar. Bazen yol ayırımda kalırız; kiraz olup birilerine hizmet mi etmeliyiz tüm alımlı halimizle, yoksa aluç olup kendimizle mi beslenmeliyiz, benliğimizi kendimize sunarak, özümüzü yitirmeden…”

Remzi Aydın
remziaydin62@hotmail.com


Çiftçi olanların iyi bildikleri bir tanımlama; “melem aşısı”. Size kısaca bu aşıdan bahsedeyim. Aluç ağaçları henüz filiz ve uyanmamışken yani ilkbaharın başlangıcında alınır ve diplerinden kesilerek kiraz dalı ile aşılanır. Öyle güzel bir kaynak atarlar ki aşı yerine; dışarıdan bunu görebilmek olası değildir. Yani gizlenmesi çok önemlidir.

Aluç kök, kiraz fidan ilkbaharda yavaş yavaş uyanır ve o bile bu aşının bilincinde değildir artık. Çiftçi kardeşlerimiz çarşıdan aldıkları bu kirazları büyük bir heyecanla getirir bağ ve bahçelerine diker. Kiraz; ovayı ve suyu seven bir ağaç. Oysa aluç tam da tersinedir, kayalıkları, yüksek yerleri ve susuz ortamları daha çok sever. Kiraz şehirli, aluç ise dağlıdır, vahşidir, ehlileşme taraftarı değil beklide yabandır.

Birkaç yıl geçince kiraz kurumaya başlar. Oysa her şey tastamamdır. Ovadadır, suyu verilmiştir, gübresi tamamlanmıştır, bakımı yapılmıştır ama yine de kurumaktan kurtulamaz. Çiftçi üzgün, perişan, emek kaybındadır. Ama alucu aşılayanlar her daim kazanç içindedir.

Egemen sınıflar ya da efendiler reaya kısmını çok sever. Reayalar düşünmezler, sorgulamazlar, akıl süzgecinden geçirmezler bildikleri tek şey kayıtsız şartsız itaatdir. O nedenle göçerler, dağlılar, yabanlar denilen kısmı sevmezler. Küçükten onları melem aşısına tabi tutarak reayalaştırmak için ellerinden geleni yaparlar. Göçerler dediğimiz insanlar, ya da dağlılar; hayatlarını doğaya göre düzenlerler. İnançları, yaşayışları, olaylara bakışları doğa ile uyum içinde olmak zorundadır. Zaman zaman tanrıyı bile sorgular, yargılarlar yani minnettarlıkları yoktur. Şimdi tanrıya eyvallahı olmayan insan; kullara, efendilere minnet eder mi?

Bu örneği en iyi Alevilerde görürsünüz. Yüzyıllar hatta binyıllardır, sistem ile kavgalıdır, egemen güçlere eyvallah etmemiştir. Tabi sistem de boş durmamış, bu topluluğa sürekli baskı uygulamış. Hatta bu baskılar zaman zaman katliamlarla sonuçlanmıştır. Şeyh Bedrettin, Şah Kalender Çelebi, Baba İlyas, Doktor Basil, Perfectius Silvianus, Seyyid Gazi, Kutuplar kutbu vs.

Fakat sonra bakılmış ki bu yöntem pahalıdır, savaş büyük para kaybıdır. Onun yerine melem aşısını kullanmaya başlamıştır. Hem aşıyı yapacaksın hem para kazanacaksın yani her yönüyle kazançtasın. İlkokula gitmeden ana sınıfı ve kreşlerde başlar çocuklara dini eğitim verilmeye. Televizyonlar, gazeteler, dergiler, camiler, vakıflar, ablalar, ağabeyler, hocalar, imamlar bu çarkın birer figüranıdır artık. Sonra sureler, ayetler, namaz derken sistem yavaş yavaş aşısını gerçekleştirir. Sonuç; kendi halkına ihanet eden, efendilerle oturup çatır çatır pazarlık eden “yol düşkünleri” çıkar ortaya. Bu tür insanlar hem halkını hem inancını hem de kendini pazarlamaktan çekinmez, bildiği tek şey pazarlamaktır, efendilerine kulluk yapmaktır.

Zorunlu din dersleri bu çarkın en önemli dişlilerinden biridir. Ortodoks İslamiyet’e aykırı olan her inanışın çocuğu; zorunlu olarak sure, namaz, abdest gibi ritüelleri öğrenmek zorundadır yoksa Demoklates’in kılıcı gibi kafasında sallanan; sınıfta kalma korkusu vardır.

Tabi aşılama sadece bununla da bitmez. Birde diller üzerine, milliyetler üzerine yapılan aşılamalar vardır. Ki bana göre en tehlikelisi de; dil üzerine yapılan aşılamadır. Unesco’nun kaybolan diller üzerine yaptığı araştırma raporunu incelediğinizde ne dediğimi daha iyi kavrayacaksınız. Yeni yeni efendiler türer, efendilerin ağzıyla konuşan ihanetçiler türer ve pazarlamaya çalışır dilini, kültürünü. Önce inanışınla dalga geçmeye başlar ve seni gericilikle yargılar. Sonra ilişkilerinle dalga geçerek, feodal ilişkini sorgular. Sonra tanrını sorgulamaya başlar, inancınla oynar. Ağaca, suya, havaya, ateşe, insana olan inancınla alay eder. “Ya ağaçtan medet umuyorlar! Suyun üzerine yemin ediyorlar, su gelsin onları kurtarsın!” gibi. Sahi; ağaç sizce kutsanacak ve ibadet edilecek bir varlık değil mi? Evet değil diyorsanız, ağzınızı ve burnunuzu kapayın ve yaşamaya çalışın? Birkaç gün susuz yaşamaya çalışın?

Ha birde efendileri vardır onların uzun uzun anlattıkları. Kendilerine ait düşünceleri yoktur; felence efendi dediki! Manifestoda şöyle yazıyor! Küba’da, Vietnam’da, Meksika’da, Rusya’da şöyle kahramanlar liderler vardı diye başlarlar onları anlatmaya. Sahi siz Şeyh Bedrettin, Kalender Çelebi, Pir Sultan, Seyyid Nesimi, Babailer, Çelebiler, Hamdullah Çelebi, Doktor basil, Seyyid gazi, Kızıl Deli kimdir, nasıl bir mücadele vermiştir biliyor musunuz.

Dünyanın hazinelerini, gücü, rütbeyi, dünyalıkların her türünü vermelerine rağmen, bir kez olsun başını çevirmeden onurlu savaşına giden insan. Kendini; onların korkutmaya çalıştıkları ateşin alevlerine atan insan kimdi? Halkını ve inancını satmayan yüzlerce onurlu savaşçı çıktı bu topraklarda, oysa şimdi ilk fırsatta başkalarına hizmet için; kendini ve toplumunu satan insanlar itibar görüyor. Sanırım melem aşısını yaşadık ve farkında olamadık.

Melem aşısı tehlikeli bir aşıdır, insanı uyurken ve henüz filizken yakalar. Bazen yol ayırımda kalırız; kiraz olup birilerine hizmet mi etmeliyiz tüm alımlı halimizle, yoksa aluç olup kendimizle mi beslenmeliyiz, benliğimizi kendimize sunarak, özümüzü yitirmeden. Bizde eski bir atasözü var; Her ağaç kendi kökü üzerinde büyür.

Hiç yorum yok: