30 Haziran 2009 Salı

KÜRT SEMPOZYUMU KAPANIŞ KONUŞMASI



Adil Okay
adilokay@hotmail.fr


Değerli konuklar

Sevgili arkadaşlar

Konuşmama, öncelikle bu sempozyumun adına ithaf edildiği Türkiye topraklarının yetiştirdiği ender-önder komünistlerden İbrahim Kaypakkaya’ı saygıyla anarak başlamak istiyorum.
İkinci olarak son oturumu yöneten, ‘sürgün mektebinin rahle-i tedrisinden’ birlikte geçtiğim yoldaşım Temel Demirer’e beni sunarken, kürsüye çağırırken söylediği güzel sözler için teşekkür ediyorum.

Kapanış konuşması onurunu bana verdiğiniz için teşekkür ederim. Elbette bu önemli konuda ‘Kürt sorununda’ benim de edeceğim bir kaç laf vardı. Ancak spesifik bir konuda panellerde yer almadığım için düşüncelerimi alt başlıklar halinde söyleyip sempozyumu kapatacağım. İki gündür yoğun teorik bombardıman altında olan dinleyicileri de daha fazla yormamak için, Kürt sorunuyla ilgili bir şiirimle konuşmamı bitireceğim.

Öncelikle ‘Demokratik Haklar Platformu’nu bu güncel ve yakıcı konuda, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana elimizi, vicdanımızı, yüreğimizi yakan Kürt sorununda sempozyum düzenledikleri için kutluyorum. Onlarca bilim insanının, yazarı, siyasetçiyi ve örgüt-parti temsilcisi bir araya getirmeyi başaran Demokratik Haklar Platformu’nun çalışmalarını takdir etmemek elde değil. İki gün boyunca bizimle ilgilenen, sempozyumu başarılı bir biçimde yönlendiren DHD’li arkadaşları selamlıyorum.

Kürt sorunu

1970’li yılları hatırlıyorum. Kürdistan ilhak mı değil mi, sömürge mi değil mi, iç sömürgemi, kendisi yarı sömürge olan bir ülkenin sömürgesi olur mu, birlikte mi ayrı mı örgütlenme, ulusların kendi kaderini tayin hakkı v.b. konularda günlerce, aylarca, yıllarca tartıştık. Kimi zaman birbirimizi kırdık. Ama nicelik olarak en küçüğünden en büyüğüne kadar tüm Türkiyeli sosyalist örgüt ve partiler Kürt sorunu olduğunun, Kürt halkının hakları olduğunun altını çizdiler. Ve Türk kökenli sosyalistler, Kürt, Arap, ermeni kökenli sosyalistlerle birlikte Kürt halkı için bedeller ödediler. Unutulmamalıdır ki Kürt sorununda en zor dönemde ağzını açan ve elini taşın altına koyanlar, bu ülkede kendine sosyalistim, komünistim diyen kişi ve kurumlar oldu.

1980 sonrası darbe solu silindir gibi ezdi ama bu kez Kürt halkı kendi örgütlenmelerini yarattı. Ortam tırnak içinde gevşeyince, saklandıkları yerden çıkmaya başlayan liberaller de bu gün Kürt dostu görünmeye başladılar. Ki bunların büyük çoğunluğu 12 Eylül mimarlarının yanında yer almış, ne darbeye ne Diyarbakır zindanlarında yaşanan mezalime karşı ses çıkarmış ne de diğer katliamları durdurmak için parmak oynatmışlardır. Hatta cuntadan nemalanmak için kalemlerini satanlar çoğalmıştır. Elbette Türkiye’de bir zamanlar susanların, korkanların bu gün konuşması önemlidir. Önemlidir ama idama giderken yaşasın Kürt Türk halklarının kardeşliği sloganı atanları, Kızıldere’de Türk ve Kürt halklarının kardeşliğini elele ölüme giderek kanıtlayan Mahir Çayan ve arkadaşlarını, Kürt sorununda önemli açılımlar yapan İbrahim Kaypakkaya’yı, küçük mahkemelerde büyük duruşuna hepimizin hayran olduğu İsmail Beşikçi’yi ve bu uğurda hayatını kaybeden, yıllarca zindanlarda kalan sosyalistlerin katkılarını unutmamak gerekiyor.
Ve yine unutulmamalıdır ki, bu günün Kürt halk önderleri de bu okulda, özellikle 1970’li yılların sosyalist örgüt ve partilerinde yetişmiştir. Sınıf bilinci ve ulusal bilinç sosyalizm okulunda gelişmiştir.

Barış

Hiçbir sosyalist barış şiarına karşı çıkmaz. Bu barışı onlar yapmasa, yapamasa bile. Ancak sosyalistler söz konusu barışı sorgular, kavramların içini doldurmaya çalışırlar. Artık tek başına barış demek yetmiyor. Kalıcı barış, sonsal barış, nihai barış gibi kavramlar var. Adına ‘ateş kes’ de desek, silahların susması, Kürt halkının en doğal haklarının bir kısmını kazanması elbette benim de destekleyeceğim bir sonuçtur. Ve bir sosyalist olarak emek eksenli mücadelenin böyle ivme kazanacağına inanıyorum. Bu düşüncem doğrultusunda Barış Meclisi çalışmalarında birçok konuda farklı düşündüğüm insanlarla birlikte yer aldım. Barış etkinliklerinde yer aldım.

Ben, 17 bin faili meçhulün sorumlularının hesap vermediği, 12 Eylül mimarlarının yargılanmadığı bir Türkiye’de demokrasiden söz edileceğine inanmıyorum. Kimi Örgütler, onlar için yeterli olabilecek barış antlaşması adına geçmişe sünger çekseler, katilleri affetseler bile; oğlunu, kızını, kardeşini, eşini, sevgilisini, anne ve babasını işkencede, yargısız infazlarda kaybedenler katilleri affetmeyecektir. Geçmişle hesaplaşılmadığı sürece de bu yara kanamaya devam edecektir. Ve bu barış süreci de kırılgan olacaktır. Ancak yine de bizim irademiz dışında yapılacak barış anlaşması veya ateş kes, yeni ölümleri engelleyeceği için desteklemek durumundayım.

Altını yeniden çizeyim Şili usulü değil, Arjantin usulü bir hesaplaşma ölülerimizin kemiklerinin sızlamasını engeller. Halkların kardeşliğini kuru slogan olmaktan çıkarır. Bu sloganın yaşamda karşılığı olur.

Nedir Şili usulü hesaplaşma. Genelkurmayın izin verdiği oranda ve tek tek deşifre olmuş insanların mahkeme önüne çıkarılması. Yani göz boyama.

Arjantin usulü hesaplaşma ise darbecilerin, işkencecilerin, yargısız infaz amirlerinin toplu halde insanlık suçundan mahkemeye çıkarılması ve kurbanlardan devletin özür dilemesidir. Arjantin demokrasi güçleri bunu başarmıştır. Ancak bu da yeterli değildir. Arjantin’de söz konusu kazanımlara rağmen hala tam bir demokrasiden söz etmek güçtür. Onlar bu hesaplaşmayı yarınlara veya devrime havale etmeden gerçekleştirmişlerdir. Bu anlamda ben, ülkemizde demokratik veya sosyalist devrim gerçekleşmeden de bir takım kazanımlar elde edebileceğimize inanıyorum. Sosyalizm düşümü yaşatırken, bu uğurda mücadele ederken gerçekleşebilecek kazanımları da yok saymıyorum.

AB bireysel hak mı kolektif hak mı

Avrupa Birliği’ni “evrensel bir model” olarak sunan liberaller, Kürtlerden durmadan taviz isterlerken, “Kürt Sorunu”nun bir kolektif haklar meselesi olduğunu inkâr ederek, sistemin düzen içi -bireysel haklar- düzenlemesinin önünü açıyorlar… Ancak şu soruyu sormuyorlar: PKK neden hala AB’nin terör listesinde! Keza Fransa örneğinde olduğu gibi AB ne üye ülkeler kendi azınlıklarının kolektif haklarını yok sayarlar. Bireysel haklara indirgeyip demokrat görünürler. Bölgesel ve Azınlık Dilleri Avrupa Şartı’nı onaylamayan ve Ulusal Azınlıklar Çerçeve Sözleşmesini imzalamayan Fransa, ülkesinde ulusal azınlıkların bulunmadığını ileri sürmektedir. Fransa, 1999’da yayımladığı bir bildirgeyle Bölgesel ve Azınlık Dilleri Avrupa Şartı’nı ancak bazı yorumlar getirerek onaylayacağını duyurmuştur. Örneğin Şartın amacını azınlıkların tanınması ve korunması değil, sadece Avrupa dil mirasının geliştirilmesi olarak gördüğünü, Fransa’nın yurttaşları arasında etnik, dilsel ve ırk açısından hiçbir ayrı muamele yapamayacağını ve Fransa’nın sadece Fransız halkını tanıdığını söylemiş ve birçok maddeyi de bu çerçevede yorumlamıştır. Korsika’ya özerklik statüsü ise onyıllar süren mücadele sonucu mecburen verilmiştir. Belçika ve İtalya da bu konuda sabıkalıdır. Sonuç olarak demem o ki, AB müktesebatı Kürt’lerin derdine deva olamaz.

Emek -kimlik ve bir şiir

Emek eksenli mücadeleden, sosyalizm mücadelesinden ve bunun Kürt sorunuyla ilişkilendirilmesinden ne anlıyorum bunu kısaca açayım. Bu gün Kürt işçiler Türk işçilere, birlikte çalıştıkları işyerinin sendikal mücadelesine dair şöyle diyor: Haklısınız ama bizim daha acil sorunumuz var. Dil, kimlik sorunu. Kürt halkının bir sorunu UKTH, dil, kimlik, barış evet. Ama Kürt emekçilerinin -ki Kürt nüfusunun büyük çoğunluğudur- bir diğer sorunu emek, sınıf sorunudur. Bu konuyu bir şiirle açıklamaya çalışayım. İki gündür teorik tartışmalardan yoruldunuz. Bari ben de Kürt sorunu hakkında yazdığım Berivan adlı bir şiiri sizinle paylaşarak ve iki soru sorarak konuşmamı tamamlayayım.

Ekmeğin kimileri için katıksız olduğu bir coğrafyada gerçek demokrasiden söz edilebilir mi. 12 Eylül mimarlarının ve 17 bin faili meçhulün -veya faili bellinin- katillerinin yargılanmadığı bir ülkede barış kırılgan olmaz mı?

BERİVAN

Çekirgenin telaşını almıştı
Ceylanın gözlerini
Adı da anadan miras
Berivan
II

Amcalar gelirdi geceleri
Ellerinde çiğdem
Gözlerinde ışık
Ekmek isterlerdi katıksız
Sevinirdi Berivan
III

Düşlerinde Berivan'ın
Düğün dernek kurulur
Halay çekerdi amcalar
Ekmek katıklı
Dağlar seyran yeri
Berivan beyazlar içinde
IV

Berivan büyüdü
Baltalarını gömüp gitti amcalar
Türküler kaldı miras
Ekmek hala katıksız
Ekmek hala katıksız…

Bitirirken tekrar konuşmacı arkadaşlara, sempozyumu düzenleyen Demokratik Haklar federasyonuna, iki gündür sabırla bizi dinleyen ve anlamlı sorularla katkı sunan dinleyicilere teşekkür ediyorum.

29 Haziran 2009 Pazartesi

Ölme! Sakın Ha Ölme!


”İntihar edemezsin Kenan Evren, sen intihar edemezsin! Ölüm senin için bir kurtuluştur. 12 Eylül suçlarından intihar ederek kurtulamazsın !

Ölme Evren ölme! Sakın ha yargılanmadan ölme! Ölürsen bile diril! Diril, 17 yaşındaki Erdal Eren’in için! Diril, 40 günde idam ettirdiğin Serdar Soyergin için!..”

Salim TURGUT
turgutsalim@hotmail.com

12 Eylül 1980 darbesi olalı 29 yıl geçti. 12 Eylül 1980’de doğan bir çocuk tam 29 yaşında. 29 yıldır bu ülkede darbeciler Anayasa’nın Geçici 15. Maddesi sayesinde yargılanmadan varlıklarını sürdürüyorlar.

78’liler 10 yıldır darbecilerin yargılanması için önemli etkinlikler yaptılar. 78’lilerin bu çalışmalarına düne kadar ses vermeyenler bugün sanki kafalarına taş düşmüş bir şekilde eski düşüncelerini bırakıp yeni düşünceler savunmaya başladılar.

Hükümet ve muhalefetin yıllardır sürdürdükleri kayıkçı kavgası kırk yılda bir işe yaradı. Ergenekon ve darbecilerin avukatlığına soyunan CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın bir blöf yaparak Geçici 15. Maddenin kaldırılarak darbecilerin yargılanması yolunun açılabileceğini söylemesi tartışmaların seyrini bir anda değiştirdi. Şimdi birçok kesim darbecilerin yargılanmasını tartışmaya başladı. 78’lilerin on yıldır sürdürdüğü mücadele yeni bir aşamaya geldi. Karşılıklı ‘blöf’lerin sonucunun nereye kadar gidilebileceği belli olmamakla birlikte sürecin her halükarda 78’lilerin yıllardır savunduğu tezlerin bilince çıkartılıp darbe karşıtlığının kitleselleşmesinde önemli katkılar sunacağı çok açık.
Anayasaların bile sürekli olarak değiştiği bir dünyada 29 yıldır geçici bir maddenin varlığını koruması da bu ülke için bir utançtır. Bugün siyasetin gündemini belirleyen ve 10 yıldır 78’lilerin kaldırılması için mücadele yürüttükleri geçici 15. madde, darbecileri, darbe hükümetlerini, darbe Kurucu ve Danışma Meclisini, darbe döneminde yetkili organ, merci ve görevlilerini 12 Eylül 1980’den 9 Kasım 1983’e kadar geçen süre içerisindeki mali, hukuki, siyasi ve her türlü karar ve tasarruflarından dolayı yargı kapsamı dışında bırakmıştır. Bu madde kaldırılmadan darbecilerin yargılanmasının yolu açılamaz. Darbecilerin koruma zırhı olan geçici 15. maddenin kaldırılması tartışmalarına bilinçli bir tartışma sürecinden değil kayıkçı kavgasının sonunda gelinmiştir.

Burjuva siyasetçilerinin kayıkçı kavgası süreci olumlu bir yere getirmiştir. Bu olayın üzerine gitmekte fayda vardır. Burjuva siyasetçilerinin kavgasının sonucundan demokrasi güçleri önemli kazançlar sağlayabilir.

Sürecin tartışmalarını izleyen 12 Eylül’ün simgesel ismi Kenan Evren Milliyet’ten Bilal Çetin’e verdiği mülakatta yargılanıp - yargılanmayacağının kararını halkın vermesini isteyerek referandum talebinde bulunuyor. Eğer halk yargılanmasını isterse ‘intihar’ edeceğini söylüyor.

İntihar edemezsin Kenan Evren sen intihar edemezsin! Ölüm senin için bir kurtuluştur. 12
Eylül suçlarından intihar ederek kurtulamazsın !

Ölme Evren ölme!

Sakın ha yargılanmadan ölme!

Ölürsen bile diril!
Diril, 17 yaşındaki Erdal Eren’in için!
Diril, 40 günde idam ettirdiğin Serdar Soyergin için!

Diril, idamını onayladığın 17 devrimci için!

Diril, Metris, Mamak ve Anadolu’nun farklı cezaevlerinde ki insanlık suçları için!

Diril, Diyarbakır cezaevinde ki vahşetler için!

Diril, gözaltına aldığınız 650 bin kişi için!

Diril, fişlediğiniz 1 milyon 683 bin kişi için!

Diril, yargıladığınız 230 bin kişi için!

Diril, sürgün ettiğiniz 30 bin kişi için!

Diril, kuşkulu bir şekilde ölen 300 kişi için!

Diril, işkence öldürülen 171 kişi için!

Diril cezaevlerinde yaşamını yitiren 299 kişi için!

Diril, geleceğini kararttığınız ülkemiz için!

Ölemezsin Kenan Evren ölemezsin!

Yargılanmadan ölemezsin!
------------
28 Haziran 2009 / MERSİN

28 Haziran 2009 Pazar

HALKA GİDELİM


Besim ALTUNÖZ

Mehmet Bekaroğlu’na diyoruz ki “Abi parti kuralım, siyaset yapalım”. O bize diyor ki “halka gidelim, halka soralım, halka anlatalım, halkı dinleyelim.”

Ankara Ulus’a uzun zamandır gitmiyordum. Geçenlerde Çankırı caddesinin arka sokaklarındaki kahvelere gittim. Eskiden buralarda tanıdık bir çok insan vardı. Çok zaman geçmiş. Buranın müdavimleri ikiye ayrılır, yolcular ve hancılar.

Yolcular; Anadulu’dan çalışmaya gelmiş ve bekar odalarında bir süre kalıp eve çıkacak olanlardır. Bunlar Ankara’ya büyük bir merakla bakarlar, Sıhhıye onlar için sınırdır. Kızılay’da kaybolurlar, Çankaya ise geldikleri köy kadar uzaktır. Gündüzleri iş ararlar veya sansarları beklerler. Gecelerini kahvelerde televizyon karşısında geçirirler. Sansar kötü bir şey değildir. Çünkü burada akan hayat onlardan sorulur, hangi bekar evinde, kaç boş yer var, kimin kaç işçiye ihtiyacı var, nerede satılık ucuz ikinci el eşyalar var, kim dükkanını devrediyor, kimin kime borcu var, hangi kahvede kaç limitle kumar oynanır. Kısaca burada akan hayata vakıf insanlar.

Birde burada müdavimler vardır. Bekir bu kahvelerin birinde garson olarak tam onbeş yıldır burada çalışıyor. On beş yıldır da sabah 7:00'den ve akşam 20:00'a kadar ayaktadır. Burada maaş kavramı yoktur, yevmiye vardır. Onbeş yıllık çalışmanın sonunda aldığı yevmiye otuz liradır. Bu çok büyük bir rakamdır. Bir de esas mesele olan sigorta vardır. Onu burada tutan şey aslında sigortasının yatıyor olmasıdır. En bilgili iş hukuku uzmanlarını kıskandıracak bir beceri ile sigortasının yatıp yatmadığını kontrol eder. Bunun için kendince onlarca yöntem bulmuştur.

Kumar oynanan ortamda kumar oynamayan, içki içilen ortamda içki içmeyen adamlar sağlam adamlardır. Bekir öyledir. Eskiden çocuğuna özel ders verdiğimiz içinde bizi sever ama dilimiz ona ağır gelir. Pek anlamaz, bizde ona bilinç taşıyacağız diye onun diline yabancıyız.

Şöyle der: Sosyalistler namuslu adamlar ama siyaset bilmezler hep gizli saklı işleri olur, onlar bu dünyayı değiştirmek istiyorlar ama bana makul gelmiyor, oysa bizim sigortamız için mücadele verseler bu bile yeter. Partiler ise (chp’den akp’ye tüm bildiğimiz partiler) onlar siyaseti bilirler ama bizim için değil zenginler için bilirler. Bizi seçimden sonrada düşünecek bir parti gelmeyecek mi?

Bekir abi, sosyalistler sizi sever sizin için çalışıyor dediğimde, bende onları severim, Allah onların yardımcısı olsun ama siyaset başka bir şeydir. İşte bu halkın engin bilgisi, tecrübesi budur. Onlar emekten yana ve somut dertler etrafında siyaset yapan ve onların dilini konuşan onlarla yaşayan bir partiden bahsediyorlar. Sosyalistler sahih bir siyaseti beceremediler. Benim Bekir abiye söyleyecek sözüm yok. Haklı.

Mehmet 26 yaşında bir genç, Mardin Derik’li. Bu Ankara’ya üçüncü gelişi. İyi bir duvarcı ustasıdır. Evli, iki çocuk babası. Kürt’tür ve temel problemi iş ve aştır. Kürtlükle ilgili elbette talepleri var. Fakat bu hayatta ki temel sorunu hiç sigortasının olmamasıdır. Bir sosyal güvencesi yok, sabit bir işi yok. TRT şeş veya Roj tv çokta umurunda değil. Ay sonu geldi eve para göndermesi gerekir. Temel problemi budur.” Gurbete üçüncü çıkışım” diyor, “Mardin Derik’te yazları ne güzel rüzgar eser bilsen şimdi orada fabrika olsaydı, toprak olsaydı, hayvancılık yapabilseydik burada ne işimiz var “diyor.

Sadaka ekonomisinden, sosyal devlete, vakıf ve sivil toplum ağlarından kurtulup, işsizlik yoksulluk maaşı uygulaması bu halkın temel isteğidir.

Recai, Çankırı Kurşunlu ilçesindendir. O bir boyacı ustasıdır. 34 yaşında ve dört çocuk babasıdır. Onunla yaşıtız. Karşımda ki adam sanki kırkbeş yaşında, bıyıklardandır diyorum.

Gülümsüyoruz.
Temel sorunu sağlık. Çocuğu hasta ve düzenli tedavi görüyor. Bana reçeteleri ve ilaçları gösterdi. Bir çanta dolusu ilaç. Daha önce yeşil kartı vardı. Sonra onu elinden aldılar. O bir yıl içinde elinde avucunda ne varsa satmış, çocuğun ilaç ve düzenli tedavisi için harcamış. Sonra yeşil kart alabilmiş tekrar. Kendimi yakacaktım diyor eğer alamasaydım bu kartı. Şimdi bir nebze daha rahat. Bu ülke sağlık bedava olmalı. Bu ülkede insandan değerli bir şey var mı? Var oda para diyor. O soruyor, o cevaplıyor.

Ergenekon, Kürt sorunu, Deniz Baykal, Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin dış politikası, Azerbeycan, Kuzey Irak petrolü, Obama, benzin mazot fiyatları, Aziz Yıldırım, Adnan Polat polemiklerinin hiçbir karşılığı yok diptekilerde.

Görüştüğüm insanların ortak derdi düzenli bir işlerinin olmamasıdır. Sosyal güvenlik haklarından yararlanmak, işsizlik maaşı ve bedava sağlık ve eğitim. Milyonlarca kişi yoksulluk sınırı altında yaşıyor. Diptekilerin dertleri bunlardır. Sorunları bunlardır. Siyasetini bu temel üzerine inşa edecek namuslu bir siyasal partiye sadece oyunu vermezler kalplerini de verirler. Unutmayın halkın kalbini alırsanız ülkeyi yeniden kurabilirsiniz.

----------
http://www.fikirzamani.com/

TANRIYA SİTEM



Cirik Hacı / FEZALİ

Tanrı, ince bir köprün varmış, nerede?
Hangi şirket yaptı, harcı sağlam mı?
Zemzem suyuna şifa derler derde
Şifayı bulan melekler sağlar mı?

Sorgu sual eden melek diyorlar
Ne yedin, ne verdin bilek diyorlar
Etinle kemiğin görek diyorlar
Her yanım kırık melekler bağlar mı?

Namaz kılmam, niyaz ettim kâbeyi
Haram filan doldurmadım heybeyi
Çalıştım doyurdum ağayı beyi
Benim halime melekler ağlar mı?

Süre indiren melekler seninle
Sözün vardır İsa denen dölünle
Halkef oluşun dahası kiminle
Günahım fazla melekler dağlar mı?

Seni kıran lanetmiş burda orda
Çağırsam gelir misin kalırsam darda
Eğer gözün yoksa çok fazla kârda
Gören melekler elim kolum yağlar mı?

Cennet cehennemi duydumda bilmem
Korkarım yanmaktan inanki sormam
Fezalim hesapsız bir daha gelmem
Sel olsam melekler benle çağlar mı?

27 Haziran 2009 Cumartesi

Aslolan Niyetse Eğer


Murat Çakır
cakir@rosalux.de


Insan yaslaninca, aliskanliktan olsa gerek, bildigi ve tanidigi seylerin degismesine bir turlu alisamiyor. Alisamayinca da, yeni olani anlamakta guçluk çekiyor. Herhalde ben de artik 50 yasimdan gun aldigimdan olacak, Turkiye solunun onde gelen isimlerini anlamakta zorluk çekiyorum. Hos diyeceksiniz ki, »hem uzaktasin, hem miyop, Turkiye’de olani gormekte zorlanirsin«. Oyle, oyle olmasina, ama bildigimiz, tanidigimiz sol degerler bu kadar da çabuk mu degisiyor? Yoksa ben mi hâlâ eski kafaliyim acaba?

Yanlis hatirlamiyorsam, uzun bir suredir Çati Partisi tartismalari suruyor. Bugun de Ankara’da »Demokrasi Için Birlik« basligi altinda bir toplanti yapiliyor. Farkli kesimlerin genis birlikteligi, yani Kurdu, Turku, Alevisi, Sunnîsiyle, solcusu, sosyalistiyle genis bir birlikteligi olusturmak için insanlar bir araya geliyor. Ve gene yanlis hatirlamiyorsam Bin Umut Adaylari’ndan bagimsiz milletvekili Ufuk Uras da bu tartismalarin içerisindeydi. ODP içerisindeki tartismalarda arkasinda Çati Partisi opsiyonuyla çogunluk akimla arasini açmisti.

Simdi ise, basindan takip ettigimize gore, tam da 27/28 Haziran 2009 toplantisinin arifesinde basini Ufuk Uras’in çektigi ve »Kurtleri, Alevileri, Sosyalist ve Sosyaldemokratlari kucaklayacak olan Demokratik Vicdan Hareketi« adli bir partinin Eylul’de kurulacagi açiklandi. Hatirlayacaksiniz, 21 Aralik 2008’de İstanbul’da yapilan Çati Partisi girisim toplantisinda Ufuk Uras da bulunmustu. Basin ise Uras’in »Çati Partisi modelini de biraktiklarini« soyledigini ve »artik solda gerçekten yeni seylerin, yeni çozum onerilerinin ifade edilmesinin kazim« oldugunu belirttigi bildiriyor.

Gerçi bildigim kadariyla DTP hâlâ Çati Partisi’nin kurulmasi taraftari. En azindan simdiye kadar aksi bir açiklama yapilmadi. Herhalde Uras’in bir bildigi olsa gerek, yoksa yeni partisinde niye Kurtler’inde olacagini soylesin ki? Yoksa Kurt halkinin buyuk bir çogunlugunun ozgur iradesiyle belirledigi temsilci olan DTP’nin disindaki bir gruptan mi bahsediyor acaba? Neyse zamani geldiginde kimin »Kurtler’inden« bahsedildigi ortaya çikar.

Bu yazdiklarimdan sonra, »e kardesim sende, adamlar Turkiye’deki muhalif solun omuz omuza mucadele ettikleri bir yapi amaçliyor ve Turk solunda yeni bir seçenek yaratmak istiyorlar, niye karsi çikiyorsun?« denildigini duyar gibiyim. Ne haddime, karsi çiktigim falan yok, ama anlamadigim bir takim seyler var.

Hadi »Turk solu« tanimlamasinin basinin uydurdugunu dusunelim. Peki daha dune kadar en azindan tartismalarin içerisinde gibi gorunulen, uzun zamandan beri hazirliklarinin yapildigi bilinilen ve Kurtler, Aleviler, sosyalistler, sosyaldemokratlar ve daha degisik onca kesimin içerisinde yer almasi dusunulen bir Çati Partisi tartismasinin onemli duragi olan bir toplantinin arifesinde, »biz Çati modelinden de vazgeçtik, yeni bir sey kuruyoruz« diye açiklama yapilmasinin mantigi ne olabilir? Bugun ve yarin yapilacak olan toplantiya katilanlara hangi mesaj verilmek isteniyor? Ornegin kamuoyuna boyle bir açiklama yapilmadan, Ankara’daki toplantiya katilip, »yahu arkadaslar, bu sizin Çati fikri bizi pek açmadi, biz baska bir parti kurmak istiyoruz, ayni kesimleri toparlamak istedigimizden hadi siz de bize gelin« denilseydi, daha durust olunmaz miydi?

Hariçten gazel atip, kimsenin parti kurmaya çalismasini elestirecek degilim. İsteyen, istedigi gibi parti kurabilir. Binde 8’lik oran, ikiye bolunur veya çogalir. Birlesilir, ayrilir. Bunlar olagan seyler, hele hele Turkiye gibi bir ulkede. Asil sorunum zamanlama ile ilgili. Yoksa Aydin Engin’in »Bu yaz sicak geçecek« yazisindan beri, biraz matematik bilen herkes, neler olabilecegini tahmin edebilirdi. Beni dusunduren bir diger nokta niyet. Tam da bugunlerde boyle bir açiklama ile kamuoyunun onune çikilmasini pek etik bir davranis olarak gormedigimi itiraf etmeliyim.
Diger yandan, Turkiye’deki çetrefil sorunlar ve verili kosullar altinda solun salt seçime endeksli bir parti kurma yarisina girmesinin de ulke gerçekleri ile pek bagdasmadigini dusunuyorum. Eger kangren olmus ve toplumu ta ortasindan bolen savas ve siddet sorununun çozulmesi, demokratiklesme, baris ve toplumsal adaletin saglanacagi bir yola girmek için vesayet rejiminin asilmasi gerektigi konusunda genis bir mutabakat varsa, ki var, bunun salt seçimlerle olamayacagi, genis bir toplumsal muhalefet hareketinin orulup, egemen politikalara alternatif yaratilarak guçleri birlestirmenin zorunlu oldugu herhalde goruluyordur.

Boylesi bir durumda, halk kitlelerine dayanan, onlarin içinden çikan demokratik ve gonullu bir birliktelik yerine, »kanaat onderi olabilecek, sozu geçen insanlarla« halk kitlelerine oy surusu rolunu veren elitist ve seçimlere odaklanmis bir parti kurmaya soyunmak, yeni bir sey olmamakla birlikte, asil niyetin ne oldugunu gosteriyor bence. Eh, aslolan niyetse eger, gerisi lafuguzahtir.

CEZAEVLERİNİN DEĞİŞMEYEN YÜZÜ


"Bulutların hafiften renk değiştirdiği, güneşin kayıplara karıştığı gün büyük binanın önüne her sabahki gibi geldi. Kırlangıçlar daire çizerek dönmeye devam ederken, çıkardıkları sesler Faruk’un kulağında bir melodi gibi yankılanıyordu."
Hüseyin Habip Taşkın
habiptaskin@gmail.com

Faruk, her sabah kırlangıç kuşlarına bakardı. Büyük binaların arasında binlerce martı, daire çizerek on beş dakika içinde döndüklerini, çıkardıkları sesleri dinler bir yandan onları izlerdi. İzlerken de büyük keyif duyardı. Sorunları o an için bilincinden uçar giderdi.

Cezaevinde yattığı yıllar içinde kaldığı illerde serçe, baykuş, uzunkuyruklu kuş ve diğerlerini görüp onların yaşamlarını yol arkadaşlarıyla birlikte incelemeye çalışmışlardı. Onun bu alışkanlığı buradan gelmekteydi.

Bulutların hafiften renk değiştirdiği, güneşin kayıplara karıştığı gün büyük binanın önüne her sabahki gibi geldi. Kırlangıçlar daire çizerek dönmeye devam ederken, çıkardıkları sesler Faruk’un kulağında bir melodi gibi yankılanıyordu.

Bulutların renk değiştirmesinden midir bilinmez! Faruk’un yüz çehresi morardı. Vücudu bir anlık kasıldı. Birkaç kere derin nefes alıp verdi. İstem dışı hareketle kaldırımdan ters yöne yürümeye başladı. Bir köpeğin gelişi güzel havlamasından dolayı kendine geldi ve etrafına bakındı. Başını sallayarak, kendi kendine söylendi;

“Bugün Pazar böyle nereye yol aldım!”

Mahalle bakkalının önünde durdu. Alıcı gibi dükkânın önyüzünü inceledi. Çocukluğunun geçtiği bu mahallenin bakkal dükkânını bir zamanlar Roman asıllı Ali amca işletmişti. Onun ölümünden sonra dükkânın asıl sahibi olan Hayrettin amcanın çocukları İsmail ile Mehmet işletmeye başlamıştı. Öyle bir an geldiğinde marketler zinciri mantar gibi çoğalmıştı. Onların kendi aralarındaki rekabet bakkalların bir bir kapılarına kilit vurmalarına neden olmaya başlamıştı.

Marketler zincirinden etkilenen bakkalların arasında İsmail ile Mehmet’in birlikte işlettikleri bakkal dükkânı gelmekteydi. İsmail bakkal dükkânını Mehmet’e devretmişti. Birkaç ay işsiz dolaşıp, bir bankanın taşeron firmasında temizlik işçisi olarak işe başlamıştı.

Mehmet kapıya kilidi vurmamak için her yolu deniyordu. Aldığı malı toptancıdan ucuza alamıyordu. Aldığı malı müşterisine veresiye veriyordu. Deftere yazılan müşterinin hesabı çoğunlukla geri dönmüyordu. Yinede bir umut diye direniyordu.

Dükkândan Naciye teyze çıktığında;

“Günaydın Faruk!”

Faruk, onun yanından hızlıca geçerken;

“Günaydın Naciye teyze”

Naciye teyze onun arkasından bakarken;
“Ayçiçek ile çocuklar nasıllar?”

Faruk dükkâna girdiği için onun söylediği son cümleleri duymadı. Mehmet’e gülümseyerek;

“Günaydın”

Mehmet sanki karşısındaki düşmanıymışçasına hiçbir yanıt vermedi. Faruk, onun bu davranışını yaşadıklarına yorarak önemsemedi. Mehmet ise sanki orada yoktu. Gazetesini alıp elindeki bozuk paraları tahta tezgâha bırakıp evinin yolunu tuttu.

Eşi Ayçiçek, kızı Eylül ve oğlu Aydın birlikte sabah kahvaltısının hazırlıklarını yapıyorlardı. Faruk gülümseyerek elindeki gazetesini kütüphanenin en altında bulunan kitapların üzerine gelişi güzel bıraktı. Elini yıkamak için tuvaletteki lavobaya giderken;

“Canlar günaydın.”

Aynı anda koro halinde gür bir ses evin içinde yankılandı;

“Günaydın can babamız.”

Sabah kahvaltısını çabuk bitiren Eylül, gazeteyi okumaya başladı. Birkaç dakika geçmemişti ki, iki eliyle tuttuğu gazeteyi aşağıya indirerek masanın başında olanlara;

“F Tipi Hapishanelerinde sorunlar katmerleşiyor” diye seslendi.

Faruk çayını yudumlayacağı sırada ani bir refleksle bardağı masanın üzerine bırakır. Düşüncesinde geçmiş yıllarda genç delikanlıyken siyasi bir davadan cezaevinde yattığı gelir. Cezanın bir bölümü on iki eylül bin dokuz yüz seksene darbe dönemine denk gelir. Cezaevinin yönetimine bir albay atanır. Siyasilerin ve adlilerin üzerindeki etkisini o günkü koşullarda hissettirir. İşkence de sınır tanımayan albay, işkence metotlarını askerler ve gardiyanlar aracılığıyla yaptırsa da devrimcilerin direnişiyle karşılaşır. O günler karanlık günler diye tarihin sayfasında kara bir leke olarak yerini alır.

Faruk, oturduğu sandalyesinden konuşmaya başlar;

“Durmadan cezaevleri açıyorlar. Devrimcilerin halklarla bağını kesmek için her yolu deniyorlar. Birçok insanımızı darağaçlarında verdik. Açlık grevlerinde gencecik bedenleri verdik. Devrimcileri F Tipi tabutluğuna gömmek için 19 Aralık 2000’de ülkemizdeki birçok cezaevine operasyon yapıldı ve birçok canı orada kaybettik.”

Faruk lavobaya gidip elini, yüzünü yıkadı. Tekrardan geri geldiğinde konuşmasına kaldığı yerden devam etti;

“Sorunları cadı kazanı gibi kaynatıyorlar. Medeniyet mi! Yerden mantar bitercesine cezaevlerinin yapımını bitiriyorlar. Bunun neresi medeniyettir! Birisi çıksın da söylesin..!”

Ayçiçek, eşinin boynuna kollarını dolayarak, yanaklarından öptü. Başını hafiften geri çekerek;
“Karanlık abluka gün gelecek dağıtılacak. Hepimiz zor dönemlerden geçiyoruz. Güçlü olmak zorundayız. “

Faruk evinin arka balkonundan uzaklara sabit bir noktaya doğru bakıyordu. Düşüncesinde tutuklu gazeteciler ile devrimci tutsaklar vardı. Faruk cezaevinden tahliye olduktan sonra devrimci düşüncelerini bir kenara atmadı. Yaşamı boyunca çevresine, ailesine emek ve sermaye cephesini anlatıp durdu. Yaşamın ağır yükü altında mücadelenin içinde yerini aldı. Birkaç kez polisin sorgusuyla baş başa kaldı.

Faruk balkon kapısından girerek yatak odasında komidinin üzerinde duran sigara paketiyle, çakmağını alıp tekrardan balkona geldi. Sigara paketinin içinden bir tane sigara alıp iki dudağı arasına götürdü. Çakmağı da sigaranın bulunduğu yere getirirken ağzından sigarayı, elinden çakmağı bıraktı. Sigara yere düştüğünde ses çıkarmadı. Çakmak düştüğünde “çat” diye ses çıkardı. Gürültüye eşi ve çocukları balkona çıktı. Faruk başını onlara çevirerek, gülümseyerek;

“Yaşam zorda olsa zamanı emekten yana çevirmeliyiz. Bunca acıyı çektik ve çekmeye devam ediyoruz.“

Eşi ve çocukları karşılık vermediler. Onun yanına gelerek hep birlikte balkondan uzaklara doğru sessizce bakındılar.

26 Haziran 2009 Cuma

Sosyalist Devrimcilik…



”Eski MDD’cilerin çoğu bugün ulusalcı olmuştur. Yani MDD’nin ana çizgisinden ilerlediğimiz zaman bu bizi kaçınılmaz olarak ulusalcılığa götürüyor: “Milli kapitalizm” taraftarlığıyla sonunda egemen sınıflarla, onun kurumlarıyla ve orduyla birleşmek ve nasyonal sosyalist bir ideolojiye kapılanmak. Zaten tek tek kişilere de baksak, MDD’cilerin bugün çoğunlukla ulusalcı saflarda yer aldığını görebiliyoruz…”



Rusya’da “Sosyalist Devrimci” (SR) adını alan partiyle, 1960 yılında, TİP içinde “Sosyalist Devrimci” adını alan grup arasında hiçbir benzerlik yoktur.

SR’lerin Rus köylülüğünün temsilcisi olduğu söylenebilir. Eğer bir benzetme yapılacak olursa, Kaypakkaya geleneği, köylücü eğilimleri dolayısıyla SR’lere daha çok benzer. Kurucuları Catherina Breshkovsky, Grigory Gershuni ve Victor Chernov olan SR’ler, Bolşeviklerin ve Menşeviklerin, toprakların millileştirilmesi programına karşı, toprakların sosyalleştirilmesinden yanaydılar. İlk bakışta sanki bu iki program arasında önemli bir fark yokmuş gibi görünmesine rağmen aslında çok belirleyici bir fark vardı. Bolşevikler ve Menşevikler, toprakların devlet mülkiyeti haline getirilmesinden yanaydılar. SR’ler ise, geleneksel Rus köylü komünleri temelinde topraklara köylüler tarafından el konmasını savunuyorlardı. SR’ler, narodnik ve popülist geleneğin devamıydılar.

1917 Şubat Devriminden sonra SR’ler, sağ ve sol kanatlara bölündüler. Sağ SR’lerin temsilcisi Kerensky, geçici hükümetlerde yer alır ve başbakanlığa kadar yükselirken, Maria Spiridonova’nın liderliğindeki sol SR’ler, Bolşeviklerle ittifak yaptılar ve 1917 Ekim Devriminden sonra kurulan ilk hükümette yer aldılar. Bolşeviklerin, Brest-Litovsk barışını kabul etmelerinden sonra sol SR’ler muhalefete çekildi ve Çeka terörüyle ezildiler. Dora Kaplan adlı, SR üyesi genç bir Yahudi kadın, Lenin’e suikast yaptı ve Çeka tarafından idam edildi.

Türkiye’de “Sosyalist Devrimci” adıyla bilinen TİP içindeki grup, tamamen farklı tarihi koşullarda ve tamamen farklı ideolojik yönelimlerle ortaya çıktı. “Sosyalist Devrimci” adı bu grubun kendisi tarafından konmuş bir ad değildi. 1960’ların ortalarından itibaren TİP içinde ve dışında gelişen “Milli demokratik devrimci” harekete karşı çıkan grup, TİP içindeki bölünme ve parçalanmalar sırasında “Sosyalist devrimci” diye anılır oldu ve zamanla bu adı kendisi de benimsedi.

TİP’in yönetiminde ağırlıkları olan ve daha sonra bu grubun liderleri olarak parlayan Behice Boran ve Sadun Aren’in, ne Rusya’daki SR’lerin köylücü ve popülist yönelimleriyle bir ilgisi vardı, ne de, örneğin Troçki gibi doğrudan bir sosyalist devrim görüşünün savunucusuydular. Ne var ki, Mihri Belli’nin başını çektiği “Milli Demokratik Devrim” hareketi, Türkiye’nin kapitalist olmadığını ileri sürüp devrimi çok net bir şekilde aşamalara bölünce, bu grup Türkiye’nin kapitalist olmadığı ve devrimin aşamalara bölünmesi tezine karşı çıktı.

Aslına bakılacak olursa, teorik planda “Sosyalist Devrimci”ler daha doğru tezler savunuyorlardı. Örneğin Türkiye’nin kapitalist olmadığı tezi yanlıştı, Türkiye orta gelişmişlik düzeyinde kapitalist bir ülkeydi. Dahası, MDD’cilerin anti-emperyalizmle anti-kapitalizmi birbirinden kopartan ve “milli kapitalizmi” savunan tezleri iyice zırvaydı ve SD’cilerin anti-emperyalizmle anti-kapitalizmin birbirinden kopartılamayacağı tezi tamamen doğruydu[1]

Bu tartışma önemliydi ve SD’cilerin, anti-emperyalizmle anti-kapitalizmin birbirinden kopartılamayacağı tezi, bugünün devrimcilerine önemli bir mirastır kanımca. Ne var ki, SD’cilerin pratik yönelimlerini belirleyen sadece bu tür teorik tartışmalar değildi. Bugün geriye dönüp baktığımızda görüyoruz ki, o günkü MDD’ciler ne kadar ordu darbecisiyse, SD’ciler de o kadar parlamentocu ve düzenciydi. Nitekim, kırk yılı atlayıp bugüne geldiğimiz zaman, bu iki eğilimin nerede durduğunu ve ne gibi evlatlar edindiğini görebiliyoruz.

Eski MDD’cilerin çoğu bugün ulusalcı olmuştur. Yani MDD’nin ana çizgisinden ilerlediğimiz zaman bu bizi kaçınılmaz olarak ulusalcılığa götürüyor: “Milli kapitalizm” taraftarlığıyla sonunda egemen sınıflarla, onun kurumlarıyla ve orduyla birleşmek ve nasyonal sosyalist bir ideolojiye kapılanmak. Zaten tek tek kişilere de baksak, MDD’cilerin bugün çoğunlukla ulusalcı saflarda yer aldığını görebiliyoruz. Öte yandan, o günün parlamentarist SD çizgisi de, kendi ana çizgisinde ilerleyerek, varması doğal olan yere varmıştır: liberalizm, piyasa savunuculuğu, egemen sınıfların parlamentarist sağcı kesimleriyle ittifak, Avrupa Birliği taraftarlığı ve hatta emperyalizm savunuculuğu. Kapitalizmi hedef almayan bir “anti-emperyalizm” MDD’cileri nasıl kapitalizmin kurumlarıyla (ve tabii ki, sonunda onun emperyalist işbirlikçisi kurumlarıyla, örneğin NATO ordusuyla) birleşmeye götürmüşse, emperyalizmi hedef almayan bir “anti-kapitalizm” de, SD’cileri emperyalizmle birleşmeye (ve tabii ki, kapitalizmle, örneğin kapitalist piyasa ekonomisinin benimsenmesine) götürmüştür. İşte bunun en beliğ örneğini, eski SD’ci Nabi Yağcı veriyor, Taraf gazetesindeki röportajında:

“Eğer Afrika’da kavgalar durursa sermaye oraya daha hızlı akacaktır ve onlar da zenginlikten pay almaya başlayacaktır. Afrika’ya da kapitalizmle birlikte modernizm gelecektir. Elbette bu bir cennet değil, kapitalizmde sömürü gene sürecek ama… Dünyanın yeni gerçeği de gözardı edilemez…Sermaye bugün devlete de savaşa da artık ihtiyaç duymuyor.” Neşe Düzel’in Nabi Yağcı ile Röportajı, Taraf, 13 Nisan 2009)

Sanırım, Nabi Yağcı’nın sözleri üzerine yorum yapmaya gerek yok. Kendisi söylemiş zaten söyleyeceğini.

Nabi Yağcı, FKF İstanbul Sekreterliğindendi, daha sonra TKP’nin liderliğini yaptı. Bir başka SD’ci ise bugün bir partinin (SDP) başkanlığına getirildi: Hüseyin Ergün.

Hüseyin Ergün’den, Yarılma’da şöyle söz etmişim:

“Hüseyin Ergün, Alper Aktan, Asaf Köksal gibi, FKF yönetiminde etkili kişiler de vardı. Bu yöneticiler ya da yönetimde etkili kişiler, daha çok kendi aralarında oturup kalkarlardı. Biz tabandakilerle ilişkileri biraz kopuk gibiydi. Bu da kaçınılmaz olarak, tabanla yönetim arasında, çok belirgin olmasa da, bir kopukluğa, hatta gerilime yol açıyordu.” (s. 249-250)

O zaman yıl 1966’ydı. Hüseyin Ergün, MDD’cilerle SD’ciler arasındaki şiddetli tartışmalarda doğrudan yer almadı sanırım ama hep o kesimde kaldı. 1990’lı yıllarda Cem Boyner’in Yeni Demokrasi hareketinde “demokrat” bir kimlikle boy gösterdi. Sonra yine ortadan kayboldu. Şimdi ise SDP’nin (sanırım Sosyal Demokrat Parti oluyor) başkanlığına getirilmiş. Programı çok açık: Piyasa ekonomisi, Avrupa Birliği, Ergenekon’a ve darbelere karşı olmak, parlamenter sistem ve demokrasi.
İki yıl önce hakim sınıflar içinde bir kavga yaşandı ve orduya oynayan eski MDD’ci, yeni ulusalcı kesim, ordunun AKP karşısında yenik düşmesine paralel olarak kaybetti. Kalp kapakçıklarının sırayla açılıp kapanmasına benzer politik mücadeledeki kimi gelişmeler. Ulusalcıların yolu tıkanırken (daha doğrusu yolları hapishaneye doğru açılırken), Taraf gazetesinin çığırtkanlığını yaptığı, AKP yanlısı liberallere yol açıldı. Bu gelişme kendini öncelikle Taraf gazetesiyle ortaya koydu. Böylesine zafer kazanan bir kesimin siyasi partisine kavuşması kaçınılmazdı. Eski SD’ci Hüseyin Ergün’ün, şu tesadüfe bakınız ki, adı SDP olan (ha Sosyalist Devrimci ha Sosyal Demokrat pek fark etmiyor artık) bir partinin başına geçmesi hiç de sürpriz bir gelişme değildir. Eski ÖDP Başkanı Ufuk Uras da, öyle tahmin ediyorum ki, bu partiye katılacaktır. “Özgürlükçü sol” geçinenler de bu partinin safında yer alacaktır. Bence böylece “çatı partisi” tartışmaları da bir anlamda son bulmuş oluyor. İşte buyrun, size çatısı da, bacası da olan bir parti. İdeolojik gıdalarını liberallerden alan Kürtler de eninde sonunda bu partiye onay verecektir.

Anlayacağınız, Hüseyin Ergün’ün başkanlığındaki SDP’nin parlayacağını tahmin edebiliriz.

Uzun vadede mi?

Hadi şom ağızlık edip onu söylemeyeyim şimdi…

-----------------
[1] Bkz. anti-emperyalizmin anti-kapitalizm olduğu fikriyatını net bir şekilde savunan Fikret Başkaya’nın yazıları ve “Aşk ve Devrim” sitesinin (http://www.gunzileli.com/ ) konuk yazarlar bölümünde yer alan, Sadık Varer’in “Anti-emperyalizm Meselesi” başlıklı yazısı.

24 Haziran 2009 Çarşamba

Ay Dolanır


Halil İbrahim Özcan

budalaca geçen bir yazın ardından
ay dolanır durumlar esmerleşir
sokağım ki yalnızca kalbime açılır

kahramanlar bırakın da şu kavgadan yenik çıkayım
kalbimizin sevinçle vurduğunda bayram yerlerinde
orada dökülelim kalalım esmer kızların aynalarına
mutluluk çığlığında zeytin gölgesinin
kana bulandığı yerde

zamanı geldi artık buluşalım seninle
bunu ortak suçumuz olarak kabullenelim
çünkü suç ortaklığı inceden başka dillere bürünür
ürkek bir ceylanın sıçrayışında

elimiz kolumuz bağlı yaşamaktansa kanayan
kalbimize tükürelim kaldırım taşlarını sayalım
gözü pek intihar girişimlerinde
kof bir dünyaya sığınalım filmin sonunda
her sonu tahminimizden olsun o müthiş merakı yenmek
birbirimizi iyice tanımaya kalkmayalım
çünkü önce ten kokusu terk eder sevgiliyi
sonrasında buğusu kaybolmuş sözcükler
ki yakalarımızı kaldırmaz üşürken

donuşları çoktan öldürmüşüzdür
vazgeçmeye yaraladığımız şehveti kaybedip
yalnızlığın öcünü almak adına korunmaya kalkışırız
akıp giden ırmağın renginde ritim ararken

günah yaptım kendime
yerleşilen yurtlardan geçip
herkes dirilerini gömer yaşarken
ama kimbilir ki yağmurlar nerede
kimsesizliklerini bağışlar
havada kalan sahte acıyı
ve hiç kimsenin iri gözlü günahını
saklamadığı zulası patlar kendi akşamında

arkamızda her şey yoksulluğun bahçesine
düşer ay
sızısı kalpleri bürür
zavallı sonbahar
erken geldin ve
kışımı bile özleyemez oldum.

23 Haziran 2009 Salı

‘Demokratik Toplum Manifestosu’ çıktı



KCK Önderi Abdullah Öcalan’ın kaleme aldığı iki ciltlik ‘Demokratik Toplum Manifestosu’ yayımlandı. Mezopotamya Yayınları’nda çıkan kitapta Öcalan, bilimsel yöntemle tarih, toplum, çağ ve kapitalist uygarlıkla büyük bir hesaplaşmaya giriyor.

Koma Civakên Kurdistan (KCK) Önderi Abdullah Öcalan’ın kaleme aldığı ‘DEMOKRATİK TOPLUM MANİFESTOSU’ kitaplar dizisi Mezopotamya Yayınları’nda çıktı. KCK Önderi Abdullah Öcalan’ın İmralı Cezaevi’nde, ağır tecrit koşulları altında kaleme aldığı ‘Demokratik Toplum Manifestosu’nda çağımızın bilimsel bir bakış acısıyla, yeni bir ideolojik kültür ve ahlak sisteminin ilkelerini ortaya koyuyor. Öcalan, ‘Uygarlık’ ve ‘Kapitalist Uygarlık’ başlığı altında yayınlanan iki eserinde, yöntem ve hakikat rejimi ile toplumsal kategorilerin inşa edilme sorunlarını tartışıyor…

Yöntem ve hakikate büyük önem atfeden KCK Önderi Öcalan’a göre yaşamın sırrı hiçbir zaman çözülmedi. Öyleyse yaşamın sırrını çözdürmeyen muhakeme, algılama ve düşünce sistematiğimizde bir sorun olmalıdır. O sorun bilimsel yöntemden başkası değildir. Bu tespit Öcalan’ı bilimsel yöntemle tarih, toplum, çağ ve kapitalist uygarlıkla büyük bir hesaplaşmaya götürüyor. Bu hesaplaşmayı metodoloji olarak felsefeyi, düşünceyi, ahlakı, mitolojiyi ve siyaset bilimini ahenkli bir biçimde kullanıyor…

‘Kapitalizm ekonomi değildir’

Kapitalizmi çıplak krallar ve maskesiz tanrılar çağı olarak tanımlayan ‘Demokratik Toplum Manifestosu’nun yazarı Öcalan, kapitalizmin doğuşu ve toplumda yol açtığı kanserleşme üzerinde durarak, ‘Kapitalizm ekonomi değildir’ tespitiyle, verili tezleri alt-üst edebilecek yeni tezleri ileri sürüyor… KCK Önderi Abdullah Öcalan’ın kaleme aldığı ‘Uygarlık - Maskeli Tanrılar ve Örtük Krallar Çağı’ ve ‘Kapitalist Uygarlık’ isimli savunmalar; tıpkı Marks’ın ‘Katipal’, Wallerstein’ın ‘Dünya Sistemleri Analizi’, Negri’nin ‘İmparatorluk’, Hegel’in ‘Tinin Görüngübilimi’ adlı eserleri için yapılan ‘büyük anlatı’ nitelemesi ile tanımlamak mümkündür…

Her birey için bir başyapıt

KCK Önderi Öcalan’ın İmralı’da kaleme aldığı iki ciltlik eseri çok konuşulacak, çok tartışılacak ve siyaset bilimine yeni bir ufuk açacaktır. Öcalan’ın iki ciltlik eseri, hak, adalet, hukuk, temiz ahlak, kültür ve yeni insan arayışı içerisinde olan her birey için bir başyapıttır… “Bu savunmamı dostça ve yoldaşça yürümesini bilmiş ve bilecek olanlara adıyorum” diyen KCK Önderi Öcalan’ın ‘Demokratik Toplum Manifestosu’ eserini Mezopotamya Yayınevi ve Avrupa’daki Kürt Kültür Kurumları’nda temin edebilirsiniz.

‘Demokratik Toplum Manifestosu’ kitabını edinmek isteyenler;
Mezopotamya Yayınevi, Gladbacher Str. 407 B, 41462 Neuss / Deutschland
Tel.: 0049-213-14069093.

KÜRLTÜR SERVİSİ

YENİ ÖZGÜR POLİTİKA

22 Haziran 2009 Pazartesi

Yazmak bazen tehlikeli ve yasaktır!




Cumhuriyet gazetesinin 21 Haziran 2009 tarihli (bugünkü) Pazar ekinde Esra Açıkgöz imzalı “Yazmak bazen tehlikeli ve yasaktır!” başlıklı haber-röportaj yayımlandı. Tutuklu gazetecilerden Özgür Radyo Genel Yayın Koordinatörü Füsun Erdoğan, Atılım Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Çiçek, Yayın Koordinatörü Sedat Şenoğlu’nun 26 Haziran duruşmasıyla, tutuklu gazetecilerden Aylin Duruoğlu, Erol Zavar’la ilgili haberi ve Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu Sözcüsü Necati Abay’la yapılan röportajı bilginize sunuyoruz.

-------------

ESRA AÇIKGÖZ

Aylin Duruoğlu, Vatan gazetesinin internet sitesinin yayın yönetmeniydi. 27 Nisan’da gözaltına alındı, hâlâ tutuklu yargılanıyor. Yalnız değil, Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu’na göre şu anda 24 gazeteci, yazar aylardır hatta yıllardır yargılanmayı bekliyor.Türkiye’de iktidarlardan uzak durarak gazetecilik yapmak zordur. Önce düşük maaşla hayatta kalmanın yollarını öğrenmeniz gerekir. Bitmedi, sansürcü, baskıcı iktidarla uğraşmaya da hazır olun. Hatta muhalif bir yayın organında çalışıyorsanız cezaevine düşmeyi de göze almalısınız. Geçen hafta CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, TBMM Başkanlığı’na bir soru önergesi verdi. Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in yazılı olarak yanıtlaması istemiyle şunları sordu: “TCK’nin 301. maddesinde yapılan son değişiklikten sonra Adalet Bakanı bu yasa çerçevesinde kaç kişinin yargılanması için izin verdi? Şu anda çeşitli davalar dolayısıyla Türkiye’de tutuklu veya hükümlü olan gazeteci ve yazarların sayısı kaçtır?” Bakandan yanıt gelmedi, ama Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu’nun raporu, durumun vahametini göz önüne seriyor. Şu anda cezaevinde 24 gazeteci ve yazar bulunuyor. Ölümcül rahatsızlığı olanlar da var. Mesela Odak dergisi sahibi ve yazıişleri müdürü Erol Zavar, mesane kanseri, dışarıda tedavi edilmesinin zorunluluğuna rağmen 2001’den beri tutuklu.... Vatan gazetesinin internet sitesinin yayın yönetmeni Aylin Duruoğlu, “Devrimci Karargah” örgütüne yönelik üç kişinin öldüğü operasyondan sonra 27 Nisan’da gözaltına alındı, tutuklu yargılanıyor. Çünkü operasyonda öldürülen ve okul arkadaşı olan Orhan Yılmazkaya “Türk Hamamı” kitabını çıkardıktan sonra Duruoğlu’yla buluşmuş, kendisinden kitap tanıtımı için yardım istemiş. Bu tutuklanması için yetti!
Özgür Radyo Genel Yayın Koordinatörü Füsun Erdoğan, 8 Eylül 2006’da gözaltına alındı, 12 Eylül’de tutuklandı. O tarihten beri de davasının sonuçlanmasını bekliyor. Atılım Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Çiçek ve Genel Yayın Koordinatörü Sedat Şenoğlu da Erdoğan ile birlikte gözaltına alındı, “Marksist Leninist Komünist Parti yönetecisi olmakla ve anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmek” suçuyla tutuklu yargılanıyorlar; davaları sonuçlanmadı... Beş gazetecinin duruşması 26 Haziran saat 11.00’de Beşiktaş Adliyesi’nde yapılacak. Biz de Tutuklu Gazetecilerle
Dayanışma Platformu Sözcüsü Necati Abay’la konuştuk...
- Cezaevlerinde tutuklu bulunan 24 gazeteci ve yazarın "suç"u nedir?
- Türkiye’de düzen muhalifi, devrimci, sosyalist basın emekçileri çoğunlukla gazeteci kimlikleri nedeniyle değil, hileli yöntemlerle, komplolarla “terör örgütü mensubu”, “terör örgütüne yardım ve yataklık yapmak” gibi asılsız iddialarla yargılanıyor. Bu gelenekselleşmiş bir devlet politikası. Nazım Hikmet’ler, Aziz Nesin’ler de komik iddialarla yargılanıp, uzun yıllar hapis yattılar.
- Beş gazetecinin 26 Haziran'da yapılacak duruşmasının önemli olduğunu açıkladınız. Nedir önemi?

- Herşeyden önce 10 Eylül 2006 davasının 7. duruşması. Beş gazeteci üç yıldır tutuklu yani şimdiden cezalandırıldılar. Mağduriyetlerinin daha da artmaması için bırakılmalılar. Ayrıca bu dava, TMY’nin en kapsamlı ilk davası. TMY’nin tüm olumsuzlukları devam eden başkaca davalar için emsal teşkil ediyor. Uzun süre dosya üzerinde gizlilik kararı uygulandı. Sanıklar ve avukatları suçlamalarla ilgili detaylı bilgiye ulaşamadı. Ergenekon davasıyla basının mercek altına aldığı “gizlilik kararı” , “iddianamenin geç yazılması”, “yargılamanın gecikmesi” gibi hususlar, ilk kez bu davada yaşandı. Sanık ve avukatlara göre soruşturma; yasaya, usule, hukuka aykırı ve ideolojik bir yaklaşımla yapıldı. Dava, TMY karşıtı mücadelenin önemini de ortaya koyuyor. Düşünce ve ifade, söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğü bakımından TMY’nin, 301’in vb. maddelerin iptal edilmesi zorunlu.

- Bunlar haber alma özgürlüğünü de etkiliyor.

- Gazeteci ve yazarlara yönelik gözaltı ve tutuklamalar, son süreçte gazeteci Hrant Dink’in sokak ortasında katledilmesi, Yürüyüş dergisi dağıtımcısı Engin Çeber’in işkenceyle öldürülmesi gibi örnekler düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik saldırganlığın çeşitli biçimleri. Bunlar, aslında doğrudan halka yapılmış saldırılar, çünkü halkın haber alma özgürlüğü, TMY, 301 vb. yasal düzenlemelerle, antidemokratik fiili uygulamalarla kıskaç altına alınıyor, otosansürü koşullandırıyor. Bu arada geçtiğimiz aylarda sansürün kaldırılışının 100. yılı kutlandı. Bu ikiyüzlülük. Bu topraklarda sansür hiç kaldırılmadı, gelenekselleşmiş devlet politikası olarak hep sürdürüldü.

- En yoğun hangi dönemlerde yaşandı?

- Toplumsal muhalefet güçlerine yönelik saldırganlığın arttığı dönemler... Örneğin Ermeni halkına yönelik uygulanan 1915 tehcirinde sadece İstanbul’da 220 aydın, gözaltı, tutuklama, tehcire maruz kalmış. 10 Ermeni gazeteci, yazar, şair de ya gözaltında kaybedilmiş ya da bir süre sonra öldürülmüş. Mezarları hâlâ kayıp.

- Kaybedilen gazeteciler bunlarla sınırlı değil, ancak Sabahattin Ali gibi birkaçı dışında bu konuda pek de bilgi yok.

- 1940’lar, gazetecilere yönelik saldırının yoğunlaştığı yıllar. Sabahattin Ali, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’ın birlikte çıkardıkları Marko Paşa adlı gülmece dergisi çeşitli baskılara maruz kalıyor. Gazeteciler üzerindeki baskıların bir sonucu olarak Marko Paşa’nın sahibi ve yazarı Sabahattin Ali, yurtdışına kaçma girişimi sırasında, Bulgaristan sınırında kaçırılıp kaybediliyor. 2.5 ay sonra, 16 Haziran 1948’de öldürülmüş olarak bulunuyor. Sonradan mezarı da kaybediliyor. 12 Eylül de aynı zamanda bir gazeteci kıyımı. 1990’da çıkarılan kanun hükmündeki bir kararname, “sansür-sürgün kararnamesi” veya “ss kararnamesi” olarak adlandırıldı. Çok sayıda gazeteci gözaltına alınıp tutuklandı, muhalifi gazete ve dergiler kapatıldı. 90’larda Doğu’da Ferhat Tepe, Nazım Babaoğlu, İsmail Ağay ve Seyfettin Tepe gözaltında kaybedildi.

- 2006’da çıkarılan Terörle Mücadele Yasası’yla gazeteciler üzerindeki baskı daha da arttı, artıyor.

- Toplumsal muhalefetin “Toplumla Mücadele Yasası” adını verdikleri TMY, “söz, eylem ve örgütlenme” özgürlüğüne doğrudan bir saldırı. İlk ve en kapsamlı uygulanışı 8 Eylül ve 21 Eylül 2006’daydı. Çok sayıda yasal gazete, dernek, sendikaya baskın düzenlendi. En son yüzlerce DTP’li gözaltına alındı. Askeri darbe dönemini aratmayan bir uygulamayla ilerici memur sendikası KESK’e baskın yapıldı, üye ve yöneticileri tutuklandı. KESK baskını bile tek başına TMY saldırısının nereye vardığını, varabileceğini gösteriyor.

20 Haziran 2009 Cumartesi

BARBARLIK DEVAM EDİYOR!


Sevra Kurtuluş
sevra.kurtulus@gmail.com

Yaşadığımız bu sözüm ona, ”post-modern” çağda ”barbarlık” devam ediyor. Avrupa ve Amerikan emperyalizmin desteklediği barbarca eylemler, dünyanın değişik yerlerinde ve bölgelerinde devam ediyor. Herkesin tanık olduğu gibi, emperyalist destekli ”militarist ölüm makinası”, ezilen halklara ölüm ve yıkım getiriyor.

Geçmişe dair örnekler vermek istemiyorum, ama günümüzde süren barbarca eylemler var, bunlardan bahsediyorum. Kürdistan’da bunlar oldu, oluyor. Filistin, Gazze’de bunlar oldu, oluyor. Daha yeni Srilanka’da bunlar oldu, oluyor. Srilanka ”ölüm makinası” Tamil halkına zulüm ve ölüm getiriyor. Devam ediyor.

Ezilen halklara ”her şeyi yapma” yetkisini kendilerinde gören ve buna yeltenen emperyalist destekli haydutlar, Srilanka’da işi barbarca eylemlere kadar götürdü. Basında çıkan haberlere göre, geçen ayda, Nanthura (Jaffna’da) Srilanka ordusu; çoluk-çocuk demeden 6.500 sivili öldürmüş; yaralı sayısı;14 bin, tutsak kamplarda tutulan esir sayısı ise 200 bin kişidir!

Bu, barbarlıktır. Srilanka’da Tamil halkına yapılan barbarlıktır!

Barbarlık, insansızlık ve dolayısı ile kültürsüzlük oluyor. Bu bağlamda, Srilanka ordusu, insanlıktan yoksun bir ordu oluyor. Barbarlık oluyor.

Barbarlıktır: Tamillerin evleri yıkılıyor, mal varlıkları talan ediliyor, ama barbarlık, ”barbarlık” oluyor; öldürülen Tamillerin vucutları parçalanıp, organları çıkarılıyor… pazarlarda satılıyor!

Barbarlık, budur.

Yaşadığımız bu sözüm ona ”post-modern” çağda, Kürtlere, Filistinlilere, Tamillilere…dünyanın başka yer ve bölgelerinde böylesi barbarlığın hâlâ olması ve devam etmesi, gerçekten, insanlık adına utanç vericidir…

--------------

Not: Değerli dostlar; bundan böyle ”Öfke ve Umut” bloguna (http://www.ofkeveumut.blogspot.com/) her on beş günde bir, Orta-doğu ve genelde dünyada gelişen olaylara dair yorumlarımı sizlerle paylaşacağım. Saygılarımla.

Barış Sürecinde Söylem Sorunu








”Kürtler ve devletin savaşı kısmen ikinci gruba girer. Kısmen diyorum çünkü bilindiği gibi devletin amacı Kürtleri bütünen yok etmekti. Yok etmek derken fiziki yok etme değil. Gerçi Ağrı, Zilan, Dersim vb. yerlerde bu da yapılmadı değil. Ama bunun mümkün olmadığı anlaşıldıktan sonra asıl amaç Kürtleri “Türkleştirerek” yok etmek oldu. Batıya göç ettirmeleri, “vatandaş Türkçe konuş”ları, Kürtçe konuşma yasaklarını, yatılı okulları uzun uzun belirtmenin anlamı yok.”


Kürt Sorunu’nda tarafların söylemlerinde bir gariplik var… Tarafları peşinen belirtelim: Kürt Hareketinin bileşenleri ve devlet. Erdoğan kabul etse de bu böyledir etmese de. Yani onun deyimiyle Kürt hareketi “terörist” de olsa bu realite değişmez… Siyasi literatürde “terörist”lerin taraf olmadığına dair herhangi bir söylem yoktur.

Bu bir yana Kürt Hareketi ve devlet söyleminde “çözüm süreci” ile beraber bir gariplik seziliyor. Zira devlet söyleminde “çözüm” adına en ufak bir değişim yok. Erdoğan Kürtleri hala bir taraf olarak görmüyorsa ve olmayacağını bile bile “DTP, PKK’ya terör örgütü desin” diyorsa; Başbuğ, okumayı yeni sökmüş ilköğretim 1. sınıf öğrencisi gibi “giderim.ararım.bulurum.vururum.” diyebiliyor ve daya yeni olan Zap deneyimini hatırlamıyor modundaysa ; bütün yazar-çizer takımı 1999 süreci yaşanmamış gibi “PKK koşulsuz silah bırakmalı” diye papağan misali günde on defa tekrarlıyorsa devlet “çözüm süreci”ne henüz uzak demektir. Ya da olan, devletin kendi çözümünü dayatmasıdır. Ki olan da budur.

Her şeyin son bulduğu gibi her savaş da son bulur muhakkak. Ve her savaş sonucunda “çözüm sürecine” girilir. En basit şekliyle bu iki şekilde olur. Taraflardan biri galip biri yenikse çözümde de galip olan yenilene kendi şartlarını kabul ettirir. Yenilen de adı üzerinde yenildiği, yapabileceği başka şey olmadığı için şartları kabul etmek zorunda kalır. İkinci durum ise tarafların yenişemediği durumdur. Savaşta hiçbir taraf kazanamaz ve savaş uzadıkça iki tarafa da zarar verir. Bunu hisseden taraflar ortak bir yol bulmak için çözüm sürecine girerler.

Kürtler ve devletin savaşı kısmen ikinci gruba girer. Kısmen diyorum çünkü bilindiği gibi devletin amacı Kürtleri bütünen yok etmekti. Yok etmek derken fiziki yok etme değil. Gerçi Ağrı, Zilan, Dersim vb. yerlerde bu da yapılmadı değil. Ama bunun mümkün olmadığı anlaşıldıktan sonra asıl amaç Kürtleri “Türkleştirerek” yok etmek oldu. Batıya göç ettirmeleri, “vatandaş Türkçe konuş”ları, Kürtçe konuşma yasaklarını, yatılı okulları uzun uzun belirtmenin anlamı yok… Zira bunlar herkesin malumu. Sonuç olarak 1920’lerden 1980’lere kadar devletin söylemi Kürtlük adına bir şey bırakmama üzerineydi. Peki devlet bunu başardı mı diye bakıldığında bunun olmadığını içinde bulunduğumuz durum açıklıyor zaten…

Kürt tarafı ise bütün ulusçuluk hareketleri gibi toprak talebi ile yola çıktı. Ulus-devlet, adı üzerinde her ulusun bir devleti olma mantığına göre oluşturulmuş bir kavramdır. Kürtler de bir ulus oldukları için onların da bir devletleri olmalı düşüncesiyle mücadeleye başladılar. Kürtler de açık ki bunu başaramadılar ama devletin yok etme ve inkar söylemine karşı her şeyden önce ayakta kalmayı başardılar.

Zira Kürtlerden başka kimse ayakta kalmayı başaramadı Türkiye’de. Devlet hepsini yok etti. Bakmayın Arap, Çerkez, Gürcü, Abhaz, Rum, Laz, Ermeni…diye sıraladıklarına. Gerçekte bunların hiç biri yok. Rum ve Ermeniler fiziki olarak yok edilip sürüldüler zaten. Diğerleri ise Türkleştirilerek yok edildiler. Gidin bir Gürcü’ye sorun “Türk müsün Gürcü mü?”diye. Kızar sorunuza, tepki gösterir. “Türküm” ya da “Gürcüyüm ama Türküm” der. Türk’tür hatta Türk’ten çok Türk’tür. Lazlar, Araplar, Çerkezler ve diğerleri de öyle.
Ama bir Kürt’e aynı soruyu sorarsanız “Kürdüm” diye cevap alırsınız. Ne “Türküm” ne de “Kürdüm ama aynı zamanda Türküm” cevabını duyarsanız. Hiçbirini kabul etmez Kürtler. Dolayısıyla sadece bu örnek de Türkiye’de Kürtler dışındaki diğer halkların yok edildiğini, Türkleştirildiğini gösterir. Devlet hepsinde başarılı olurken Kürtlerde başarılı olamadı. Ve zaten devlet bunu başaramadığı için de bugün “Kürt Sorunu” diye bir sorun var.

Kürtler ayakta kalmanın yanında başka kazanımlar da elde ettiler bu süreçte. Kürtçe konuşup yazma hakkını, Kürtçe kurs açma, Kürtçe radyo-tv açma hakkını vb. elde ettiler. Öyle görünüyor ki yakında Kürtçe coğrafi isimleri geri alma, Kürdoloji bölümleri açmayı da devlete kabul ettirecekler. Ve eline silah alan Kürtler hala 300-400 kişiyle eylem yapabiliyorlar, DTP seçimden küçümsenmeyecek bir başarıyla çıktı, muazzam bir gençlik ve özellikle kadın dinamizmi var, edebiyat, sinema ve tiyatroda amatörlük süreci ise aşılıyor… Kürtlerin bütün bu kazanımları aynı zamanda devlet cephesinin de kaybıdır.

Duruma şöyle bir bakıldığında evet Kürtler ve devlet savaşında yenişememe durumu vardır. Ne devlet Kürtleri bitirmiştir ne de Kürtler devlet kurmuştur. Ama Kürt tarafı kısmen de olsa başarılı, devlet ise başarısız olmuştur. Ve her geçen gün Kürtlerin kazancı büyürken devletin kaybı artmaktadır. Ortada böyle bir gerçeklik vardır. Bu gerçeklikle girilen veya girilmeye çalışılan “barış süreci”nde tarafların söylemleri de başarılarına göre olmalıdır. Kürtler kısmen başarılı olmuşlarsa söylemleri de başaranların söylemi, istekleri de yüksek olmalıdır. Devletin söylemi, şartları ise daha aşağıda olmalıdır.

Ama garip olan söylemlerde bunun tersi bir durum olduğudur. Devlet, bilinçlice savaşın tam galibi bir söylemle hareket ederken Kürt tarafı alttan almaktadır. Ya da Kürtler nezdinde devlet henüz barıştan çok uzakken Kürtlerin isteklerini azaltarak devleti barışa zorlama durumu vardır. Durum her ne olursa olsun ortada masaya giderken bir söylem sorunu vardır ve Kürt tarafı bu tehlikenin farkında olmalıdır. Zira tarih, cephede kısmen kazanılmış birçok savaşın masada kaybedilebileceğini gösteren örneklerle doludur. Masadaki savaş cephedekinden daha zordur.

19 Haziran 2009 Cuma

Halk Dalkavukçuluğuna Son



Salim Turgut
“İradesiz ve belleği de zayıf bir toplumuz. Dünü çok çabuk unutup yıllanmış çürük elmaların- cilalanıp yeniden pazarlandığında- peşinden gidebiliyoruz...”


Halk; farklı sınıf ve katmanlardan oluşan geniş bir yelpazeyi içerdiği için heterojen bir yapısı vardır. Siyasi yelpazenin sağındaki ve solundaki partiler de politikalarını halk dalkavukluğu üzerine kurmuşlardır. Partilerin hemen hepsi iki yüzlü politikalarla gerçek politikalarını değil, popülist söylemlerini dillendirmektedir. Halkın heterojen yapısına karşın, özellikle Türkiye Solunda ‘halk’, ‘halkımız’, ‘halkçılık’, ‘doğru kararı halk verir’ vb popülist kavramlar daha fazla öne çıkmaktadır.

Popülizm ve halk dalkavukçuluğunun egemen olduğu ülkemizde acaba halk ne kadar haklı? Medya tekellerinin ideolojik bombardımanları ile günlük yönlenen bu halkın çizgisi ne kadar tutarlı? İdeolojik bir saptaması olmadan günlük bakış açısı değişen bu halkın nabzına göre şerbet veren politikacılar ne kadar dürüst?

İradesiz ve belleği de zayıf bir toplumuz. Dünü çok çabuk unutup yıllanmış çürük elmaların- cilalanıp yeniden pazarlandığında- peşinden gidebiliyoruz.40 yıl boyunca bu ülkenin başının belası olmuş ve altı kere gidip yedi kere gelmekle övünen Süleyman Demirel’i yillarca baş tacı edebiliyoruz.

Kurtuluş savaşının en önemli kahramanlarından Kuvay-i Seyyare’nin lideri Çerkez Ethem’i ‘hain’ ilan eden anlayışı bu halk onaylamadı mı?

Bizzat Mustafa Kemal tarafından ülkeye davet edilen Mustafa Suphi ve Türkiye Komünist Partisi`nin 14 ileri gelenini Trabzon`dan takaya bindirip, Karadeniz açıklarında boğulmalarını onaylayan yine bu halk değil miydi?

Şeyh Sait, Koçgiri, Dersim’de insanların katledilip yerlerinden edilmelerine ve İstiklal Mahkemeleri ile onlarca insanın idam edenleri onaylamadı mi?

Bu halk; 1960’larda bu ülkede başbakanlık yapmış Adnan Menderes’in idam edilmesini alkışlamadı mi? Adnan Menderes’in idamını alkışlayanlarla 1970’lerde gençliklerinin baharında ki Deniz Gezmis, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamlarını alkışlayanlar aynı halk değil miydi?

Kendi ekonomik ve demokratik haklarını gasp eden 12 Eylül Askeri Cuntası’nı destekleyerek, partilerinin kapatılıp liderlerinin hapse atılmasnı, 600 bine yakın gencin işkencelerden geçmesini, on binlercesinin askeri tutukevlerinde suçsuz günahsız tutulmasına ses çıkartmayan hatta alkışlayan bu halk değil mi?

1982 Anayasasına %92’lerle evet diyen bu halk değil mi?

1987’deki yasakların kalkması için yapılan referanduma kıl payı ile evet diyen yine bu halk değil mi?

Bulgaristan Türklerinin haklı anadil talebini destekleyip kendi topraklarında yaşayan Kürtlerin taleplerinin kanla bastırılmasına alkış tutan peki kim?

Şantajlarla ülkeyi talan eden Cem Uzan adındaki bir soytarının Genç Partisine yönelerek oy vermeyi düşleyen bu halk değil mi?

Sınıfsal yapısı kaypak ve hetorjen olan bir halkın popülizmine karşı durabilmek bir demokratlık görevi olsa gerek.

Bu kadar suçu işleyen günahkar bir halk benim halkım olamaz. Suçlu ve günahkarların dostlukları düşmanlıklarına ‘yeğ’dir.

18 Haziran 2009 Perşembe

İran Narı!


Gün Zileli
zileligun@hotmail.com

İran’da ciddi bir halk ayaklanması yaşanıyor. Bu ayaklanma, otuz yıl önceki, İran Şahı’na karşı ayaklanmayı hatırlatıyor. Seçim falan işin bahanesi, İran halkı, 30 yıllık katil mollalar rejimine yeter diyor.

Tahran sokaklarındaki alevler ve dumanlar burnumuza kararlı bir ayaklanmanın kokusunu getiriyor. İran halkı bir kere ayaklandı mı kolay kolay durmaz. İran Şahı’nı da böyle devirmişti. Polisin ve askerin mermi yağmurunun üstüne yürüyerek. Bir yerde kadınlar sokağa döküldü mü, orada iktidarların işi bitik demektir. 1917’de Çarın işini bitiren de kadınlar olmuştu.

Gördünüz mü fotoğrafta. Genç bir çocuk, kendisinden hiç de farklı olmayan, dayak yemiş bir robokopa sarılmış, onu daha fazla dayak yememesi için koruyor. Gerçekten ayaklanan halkın iyilik ve adalet dolu yüreği budur işte. Ama o, halkın üstüne motosikletini süren koca kıçlı, coplu sivilleri asla affetmeyecekleri de kesin. Onların sonu çok kötü olacak. O kadarını istemesek bile, öyle olacağı kesin. 1956 Macar ayaklanmasında gizli polis Avro mensuplarının, elleri başlarının üstünde Avro binasından çıkarken silahlı halk tarafından anında kurşuna dizilmesi gibi.

Biliyorum, şimdi bizim ulusalcılar hop oturup hop kalkıyor. Bu ayaklanmaya, turuncu, yeşil, pembe, beyaz vb. adlar takarak onu karalamaya çalışıyorlar. Onların umurunda mı halk! İktidar güçleri arasındaki kapışmaya göre yaparlar hesaplarını. Efendim Ahmedinejad’ı Amerika devirmek istiyormuş. Eğer öyleyse aferin Amerika’ya! Ne yani, Irak’ta Saddam’a karşı İran’daki gibi bir halk ayaklanması olsa desteklemeyecek miydik? Bizim karşı çıktığımız, sadece ABD ve batılı müttefiklerinin işgal eylemiydi. Saddam’ın bir halk ayaklanmasıyla değil, işgal güçlerince yıkılmasıydı. Bu hesaplaşmalarda halkın hiç mi sözü olmayacak? Hep reel iktidar güçleri mi konuşacak? Bir halk diktatörlüğe yeter diyorsa, devrimcilerin görevi o halkın safında yer almaktır. Yarın öbürsü gün Türkiye’de halk AKP iktidarına karşı ayaklansa, “bundan Ergenekon ve TSK yararlanır” diyerek ayaklanmaya destek vermemek ya da karşı çıkmak kadar yanlış bir tavırdır bu.

Oh be, şu çürümüş dünyada ayaklanmasını bilen halklar olduğunu bilmek insanı nasıl da yeniliyor, nasıl da umutlandırıyor.

Aşkın ve devrimin rüzgârı, afyonun bile yatıştıramadığı umutsuz ve acılı bir dünyanın tortusunu dağıtır, İran’ı ters yüz edip kıpkızıl bir narın tanelerini şenlikle ortalığa saçar, belki de İran halkının otuz yıldır tahammül ettiği kötü kaderini tersine çevirir. İran’ı tersten okuyun!

16 Haziran 2009 Salı

Paşa İmrek ve Bir Foto-Röportaj

Fatma Ataseven

Taksim'de bir akşam üstü dostlarım "muhabbet masası" kurmuşlardı, Sohbete başladığımızda beş kişiydik , telefonlar çalmaya başladı .Ev sahipliği yapan Rıza Zıngal ( dayı ) bugün cumartesi "taksime düşen" mutlaka buraya uğrar dedi. Gelen dostlar ;kimi zaman ayak üstü gelip gittiler, kimisi masanın etrafında bir yer buldular kendilerine .Burası Yılmaz Güney vakıf eviydi. Yılmaz Güney'in kitapları ve fotoğrafları sohbetimize tanıklık ettiler. ”Ey sevgili biz başkalarının mutluluğu için savaştık , acılar bizim yaşamamıza izin vermedi" diyen Usta'nın huzurunda olmamız sanırım kısmen mutlu etmiştir.

İşte O gün, yani Yılmaz Güney vakfına gelenlerden biride Paşa İmrek'ti . Yaşına rağmen olgun ,sakin ve dupduruydu. Edebiyatla ilgileniyor ,şiir yazıyordu, ancak O'nu en çok heyecanlandıran bir vizörün arkasından deklanşöre basmanın ve anı yakalamanın yaşattığı hazdı. O bir fotoğraf sanatçısı ,fotoğrafa başka bir yaklaşımı ve farklı bir bakışı vardı. ”Toz Bulutu” adlı fotoğrafı ile 2008, 16. Musa Anter ve basın şehitleri gazetecilik ödülü, fotoğraf dalında birincilik ödülü aldı . İşte Paşa İmrek'le ortak paydamız fotoğraftı. Tek fark O'nun iyi bir fotoğrafçı olması. Sohbetimiz çok kaliteliydi ,aramızda kalsın istemedim ; bir röportaja dönüştürüp okuyucu ve dostlarda da buluşturmak dı amacım.

Sanatın bir dalı olarak fotoğraf ve propaganda konusu aynı zamanda fotoğraf ve siyaset konusunun da sık sık gündemde kalmasına neden olmuştur. Batı demokrasilerinde asker toplamak için kullanılan afişlerdeki görsel teknikleri yorumlayarak savaş propagandasının militarist karekterine ve düşmanların temsilindeki ırkçılığıda çekilen dikkatleri görmek mümkündür. Vietnam savaşının fotoğraflarının dünyada yankı bulmasına neden fotoğraftaki başkaldırıdır.


Kimi fotoğraflar unutulmaz belgeler arasında kalmakla yetmiyor, belleklerimizden de hiç bir zaman silinmiyor. O fotoğrafları çeken fotoğrafçıların adlarını anımsamıyoruz bazen de..

İndiana’da iki genç zencinin meydanda bir ağaca asılıp , parçalanmış kanlı gömlekleri ile günlerce ipte sallandırılışlarını izleyen halkın sanki bir düğün davetine ya da bir eğlenceye gelmiş gibi giyinip kuşanıp karşılarında siyah renkli gençlerin ölü bedenlerini seyrederek nasılda mutlu olduklarını bize bir fotoğraf göstermişti. O fotoğraf toplumun linç kültürünün bir belgesi olmuştur… İşte fotoğrafçının adı hemen aklıma gelmiyor fakat çektiği bu fotoğrafı dehşet içinde defalarca izledim.

Filistinli çocuğun İsrail askerleri tarafından kolu kırılırken çekilen fotoğrafı izlerken kırılan kolun çatırtısını yüreklerimizde hissettik , İsrail işte o zaman kaybetmişti savaşı.

Tarlada babası ile çalışırken vurulan Uğur Kaymaz'ın tarlada kalan lastik terliğinin teki gibi ...bazı karaler An'ı bir kere 1 saniyelik dondursa da bin yıl unutulmaz kılabiliyor. İşte fotoğrafın gücü..

Meksika Devriminin fotoğrafını çeken Tina Modotti'nin unutulmaz fotoğrafları yıllar sonra keşfedildi.

Küba devriminin önemli liderlerinden Ernesto Che Guevara’nın Alberto Diaz Korda tarafından çekilen o meşhur portre fotoğrafını bilmeyenimiz yoktur. "en çok kopyalanan fotoğraf" ünavanına da sahiptir. !. Devrimsel içeriğinden çıkıp hızla üretilen ve çoğaltılan bir tüketim aracı haline gelmesi ise hem talihsizlik ,hemde sanatçının alenen sömürülmesidir.

Fotoğraf Ernesto Che Guevera’yı devrimci mücadelenin evrensel bir sembolü haline getirirken, aynı zamanda bir tüketim ikonuna da dönüştürdü. Fotoğraf tarihinin en çok kopyalanmış imgesi olarak kabul edilen bu ikon fotoğraf, on yıllardır düzen karşıtı düşünce ve eylemlerin de simgesi olarak kullanılırken bugün aynı zamanda kahve fincanından tişörte, anahtarlıktan kartpostala , hatta vücutlara dövme olarak bile milyonlarca objeyi süsledi. Hızla tüketilen Che fotoğrafları ,ticari kurnazlıklarla arz talep piyasası yaratılarak fotoğrafçılığın kirlenmesine neden oldu.

- Fatma Ataseven: Yukardaki sohbet güzeldi, şimdi soru-cevap kısmına geçelim mi? Önce Paşa İmrek’i Tanıyalım?

- Paşa İmrek: Şanlıurfa Hilvan doğumluyum, Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Sağlık yüksekokulu, Tıbbı Laboratuar Bölümü ve Harran üniversitesi, Ziraat fakültesi, Tarım Teknolojisi bölümlerini bitirdim. ŞUFSAD(Şanlıurfa fotoğraf sanatçıları derneği) temel fotoğrafçılık kursu aldım. Aynı zamanda ŞUFSAD üyesiyim, 2008 Nazım Hikmet Kültür Merkezi fotoğraf atölyesi, Kazım Koyuncu Kültür Merkezi fotoğraf atölyesinde ve red fotoğraf grubunda çalışmalarıma devam etmekteyim.

- Fatma Ataseven: Fotoğraf nedir?

- Paşa İmrek : Fotoğrafçılığa Urfa' da başladım ve çok ciddi bir eğitim almadım fotoğrafla ilgili, ve belgesel fotoğrafçılığı bilmeden belgesel tarzda konu çalışmaya başlamıştım. İstanbul’a geldiğimde atölye çalışmalarında baktım ki benim tarzım belgesel fotoğrafçılıkmış.

Fotoğraf, her şeyden önce düşüncede başlar ve biter . Tasarı ya da kurgu veya neyi çekeceğiniz düşüncede bitirdikten sonra deklanşöre basarsınız. O an çektiğiniz karedir fotoğraf .

Birde fotoğraf, yaşam felsefemizin ve dünya görüşümüzünde yansıdığı karelerdir, Fotoğrafçı taraf olmalıdır, ona göre kareler sunmalıdır.

Taraf olduğumuz içinde bir şeyler içimizi acıtıyor, bu acı, incinme olmadan da bir şeyler üretemeyeceğimizi düşünüyorum. Fotoğraf biraz da makinenin arkasında duran fotoğrafçının düşünsel alanına denk düşen karelerin yakalanma anıdır.

Düşünsel alan, dünyaya bakış açımız, dünyayı yorumlama çabamızdır. Fotoğraf makinesinin arkasında duran fotoğrafçıyla objektifin önündeki konu bağımsız değildir.

Ben makinenin arkasında durup çekim alanına birileri girsin diye beklerim. Alana gidiyorum, fotoğrafı süre giden hayatın içinden, kendi özgül koşullarıyla çekiyorum.

Düş dünyamın ve onu algılayış tarzımın da kareleridir bunlar aynı zamanda. Birde hayatla derdimiz olduğu için, taraf olduğum için, hayat ve yaşam felsefemin bir parçası haline geldiği içindir fotoğraf... Sözlerle tarif edemediğim bir olayı tek bir kare ile sunabillmektir fotoğraf.

- Fatma Ataseven: Kişisel ve ortak sergiler açtınız , en son serginiz Fransa 'da gerçekleşti , amacına ulaşıyor mu? Önce açtığınız sergilerden sözedelim mi ?

- Paşa İmrek: -2006, Lübnanlı çocuklar yararına Ankara’da karma sergi.-2007, Nazım Hikmet Kültür Merkezi “tüketim konulu” karma sergi.- 2008, "soylulaş-MA" adlı kentsel dönüşüm sergisi, 1.sergi Bilgi üniversitesi dolapdere kampüsü, 2.sergi Çağdaş Hukukçular Derneği sergi salonunda.- 2008, "bizim siteden" adlı karma sergi, istanbul.- 2009, siirt barosu 2.ulusal fotoğraf yarışmasında, karma sergi, Siirt.- 2009, "1 Mayıs" adlı karma sergi, Kazım Koyuncu Kültür Merkezi, İstanbul.-2009, "yenileme, yersizleştirme, sulukule - sulukule'yi aldılar Darbukamı kırdılar" adlı karma sergi, hafriyat Karaköy'de, İstanbul.- 2009, "deq" adlı ilk kişisel sergim, Paris - Fransa. Karma ve kişisel sergilerim oldu.

Evet bir çok karma sergide fotoğraflarım sergilendi, ilk kişisel sergimi de Fransa’da, Paris’te açtım.

Maalesef her dalda olduğu gibi fotoğrafta da bazı iyi olmayan şeyler yaşanıyor:
Bazı çevrelere ya çok yakın olmalısınız ya da bazı kişi ve kurumlara yalakalık yapmalısınız ki, size sergiler açılsın ve fotoğraflarınız sunulsun. Birçok kuruma götürdüğüm deq projem kabul görmedi ve sergileme olmadı. Maalesef ülkemizde fotoğraf sanatı belli kesimlerin elinde ve onlar karar veriyorlar, kime sergi açılacağı ve kimleri aralarına alacağına onlar karar veriyor, kendilerine düşen pastadan başkasının yararlanmasını istemiyorlar. Hele birde muhalifseniz ve onlar gibi düşünmüyorsanız hiç şansınız yoktur.

İlk kişisel sergim Paris’te açıldı ve çok ilgi gördü, amacım fotoğraflarımın izleyiciye ulaşmasıdır, bunu da başardığım için amacına ulaşmıştır, bu önemlidir benim için. Bu dünyanın herhangi bir ülkesinde de olabilirdi, dediğim gibi benim için özellikle benim ülkemin olması gerekmiyor. İnsanlara ulaşıyorsa ve izleniyorsa bu önemlidir benim için.

- Fatma Ataseven: Kişisel ve karma sergilerden söz açılmışken; internet üzerinde daha kolay ve daha hızlı tanıtım ve kişisel web sayfalarda da sergiler çok yaygınlaştı. Sanal fotoğraf sitelerini biliyoruz ki en çok üyesi olan bir sitede ortak anılarımız bile var. Bir gecede benim sebep ( siyasi mesaj verdiğim bahanesi )olduğum bir olay nedeniyle 30 kişinin aynı anda üyeliği askıya alınmıştı!Fotoğraf siteleri hakkında düşüncelerin nelerdir?

- Paşa İmrek: Ben fotoğrafa aslında bir fotoğraf paylaşım sitesi olan " netfotograf.com" ile başladım. Kısa birkaç haftalık kurs deneyimim oldu ama kurstan hiçbir şey almadım. Ben birazda fotoğraf kurslarına karşıyım, her kurs kendine göre bir şeyler belirlemiş o çerçevede kursiyerleri şekillendiriyorlar. Tabiki teknik kısımları bilmek lazım ama bunu kurslarla değil de daha farklı panel, söyleşi ve kitaplardan ve bolca fotoğraf izleyerek ve çokça fotoğraf çekerek de teknik kompozisyon, ışık ve kadrajı öğrenebiliriz.

Fotoğraf kursları da diğer kurslar gibi ticari amaç ve kaygılarla varlıklarını sürdürmekteler. Sanatın dışında iş yapıyorlar.

Birçok fotoğraf paylaşım sitesine üyeyim, yerli ve yabancı ama şimdi çokta aktif değilim ve fotoğraf paylaşmıyorum. Çünkü o tür sitelerde gruplaşmalar oluşuyor o onun fotoğrafına, diğeri de onun fotoğrafına yorum yazıyor, çok güzel, harika, mükemmel… gibi teknikten uzak eleştiri ve yorumlar alınmaktadır. Ama bakıyorsunuz diğer taraftan çok iyi bir kare teknik ve kompozisyon ve kadraj olarak çok iyi ama hiç yorum almıyor ,garip bir durum elbette .

O yüzden fotoğraf siteleri belli bir aşamada araç olarak kullanılabilir. Ve birde fotoğraf sitelerinde özgür bir ortam yok, Hrant Dink’in fotoğrafı yüklendi diye küfürler ediliyor, küfür edenler sitede kalıyor ama benim senin gibi karşı duruş sergileyenlerde siteden üyelikleri siliniyor.

Netfotograf.com un benim için manevi bir değeri var, oraya arada bir fotoğraf paylaşıyorum sadece…

-Fatma Ataseven: Amatör fotoğrafçılara gerçekten katkı sunuyorlar mı?

- Paşa İmrek:
Dediğim gibi ben bir fotoğraf paylaşım sitesiyle başladım ve bana çok katkısı oldu. Yeni başlayanlar için bu tür paylaşım siteleri faydalı oluyor, fotoğraf paylaşıyorsunuz, olumlu olumsuz eleştiriler alıyorsunuz, hatalarınızı görüyorsunuz, senin göremediğini başkası görüyor, ona göre kendinizi geliştiriyor ve eğitiyorsunuz. Ben kendimi bol bol fotoğraf izleyerek geliştirdiğimi düşünüyorum, bu bana çok fayda sağladı, özellikle dünyaca ünlü fotoğrafçıların, magnum photos taki tüm fotoğrafçıların fotoğraflarını izledim ve kendimi tarzımı yakalamamda faydalı oldu.

-Fatma Ataseven: Homojen üye yapıları ile sayıları yüze yakın fotoğraf siteleri fotoğraf sanatının kirlenmesine neden olur mu?

- Paşa İmrek: Bir çok site var, dediğiniz gibi yüzlerce fotoğraf paylaşım siteleri var. Bu tür sitelerden çok iyi fotoğrafçılarda yetişti, Erdal Kınacı, Niko Guido gibi, sitelerin çokluğu önemli değil, önemli olan devamlılık sağlamak ve kendi tarzınızı yaratıp sıyrılmaktır. Yoksa sitelerin içinde yok olup gidersiniz, sadece o dünyanın içinde kalırsınız. O tür sitelerde ticaret için yapılıyor aslında sanat için değil ne kadar üye ne kadar tıklanma o kadar para demektir. O yüzden herkes üye olabiliyor ve fotoğraf yükleyip paylaşıyor. Fotoğrafın sanatsal değeri var mı yok mu ona bakılmaksızın yüklenen fotoğraflar ve fotoğraf değerlendirmeleri bir süre sonra kirlenmeye neden oluyor.

- Fatma Ataseven:
İyi bir fotoğraf iyi bir ekipmanla ( makine, lens v.s.) mı çekilir?

- Paşa İmrek:
İyi bir fotoğraf düşüncede ve görmekle çekilir aslında, çok iyi bir ekipmana gerek yoktur. Ben birçok fotoğrafımı ilk başta çok küçük compackt bir makineyle çekiyordum ve çok iyi sonuçlar elde ediyordum. Mesela Şevket Şahintaş var, sadece geceleri çekim yapmaktadır. Sokakta yaşayanları, travestileri dışlanmışları ve ötekileştirdiklerimizi çekiyor, çok iyi fotoğraflar çekmektedir ve dünyaca ünlü birçok dergide, televizyonda ve üniversitelere çağrılmaktadır. Ve bu çalışmasını çok küçük bir makine ile yapmaktadır.

- Fatma Ataseven: Fotoğraf net olmalı mutlaka, ancak net değilse ve ufuk çizgisi bile eğrisi ise "çöp” fotoğraf mıdır?

- Paşa İmrek:
Bence değildir, kendimizi kurallara çok bağlarsak ve kurallara göre şekillendirirsek çok iyi sonuçlar elde edemeyiz, ben kendimi kuralsız ve fotoğrafta birazda anarşist olarak görüyorum. O yüzden fotoğrafçılık kurslarına karşıyım. Çok flu ve ufuk çizgisi gibi kurallar önemsenmeden etkili fotoğrafların çekilebildiğini gördüm ve çokta hoşuma giden fotoğraflardır. Benim bir karem var gece çekildi kaldırımda başını kaldırıma dayamış sokakta yaşayan bir adam ve arkasında yine başını aynı kaldırıma dayamış bir kız çocuğu, bir bankanın kaldırımında öylece yatıyorlardı. fotoğrafım çok net değildi , ama bana o kare çok şey ifade ediyor.

-Fatma Ataseven: Benimde şuan üyesi olduğum Fotono 1 de üyeliğin var, ancak fotoğraf paylaşmıyorsun artık, neden? Yoğun olduğunu biliyorum, başka bir nedeni var mı?Server' ü İzmir'e kayıtlı olduğu için sanki fotono 1 'le biraz akraba gibi hissediyorum kendimi, fakat benim açımdan gelişmeyi engelleyici faktörlerin başında fotoğraf paylaşımlarının fotoğraf eğitiminin önüne geçmiş olmasıdır.

- Paşa İmrek: Evet, fotoNO1 üyesiyim, paylaştığım fotoğraflarım da var orda, ama dediğim gibi artık fotoğraf sitelerinde fotoğraf paylaşmıyorum, şimdilik. Aslında fotoNO1 de daha sanatsal ve iyi fotoğraf görmek mümkün o konu da diğer sitelerden sıyrılmaktadır. Fotono1 i sürekli takip ederim ve oradaki fotoğrafları izlerim. Bence iyi değerlendirmek gerekir her kesin imkanı olmayabiliyor kursa gitmek için, çok pahalı çünkü kurslar, siteler aslında o açıdan biraz cazip hale geliyor insanlara. Ve iyi eleştiriler bir fotoğrafçının gelişimine çok katkı sunuyor, pratikle iç içesiniz, çektiğin bir fotoğrafı hemen yüklüyorsunuz ve eleştiriler alıyorsunuz, anında eksikliklerinizi görüyorsunuz.

-Fatma Ataseven: Türkiye’de fotoğraf eleştirisi geleneğinin olmamasının ardında yatan neden ya da nedenler sizce nedir/nelerdir?

- Paşa İmrek: Ülkemizdeki fotoğraf topluluğu oldukça küçük. Bu yüzden ekseriyetle izleyiciler de fotoğrafçı kökenli insanlar oluyor. Çok küçük bir topluluk olduğu içinde, doğrusu kimse kimsenin kalbini eleştiri yaparak kırmak istemiyor. Çünkü muhtemelen bir sonraki sergide kişiler tekrar bir araya gelip, yine kadeh tokuşturulacaklar. Belki 2 sene sonra biri diğerinin sergisine gidecek. Yada bir kişi eleştirdiği insanı kendi sergisine davet edecek. Bundan ötürü camia olarak bir aile gibi, kol kırılır, yen içinde kalır mantığıyla hareket ediyoruz.
Ama insanın karakterinde de bu sorun var. Toplumumuz iki yüzlü bir toplum...

- Fatma Ataseven: Suzan Sontag 'a göre ; ”Fotoğraflar, ayrıcalıklı kesimlerin ve hayatlarını emniyet altına almış olanların görmezlikten gelmeyi tercih edebileceği konuları gerçek (ya da daha gerçek) kılmanın bir vasıtasıdır.”
İnsana ,yaşama ve doğaya dair ,görünen ancak görmezden geldiğimiz fotoğraflar (değerli Niko Guido önemli bir idol bana göre ) bir şey ifade ediyor mu?

- Paşa İmrek: Yaşadığımız kapitalist düzende aşırı kâr amacı için, doğa ve insan hayatı hiçe sayılarak birçok tehlike arz eden olaylar olmaktadır. Mesela kaz dağlarında altın aranıyor siyanürle, buna dikkat çekmek için Niko Guido nü fotoğraflarıyla buna karşı duruşunu fotoğraf sanatıyla sergilemiştir. Bunu sadece doğaya duyarlı insanlar görmektedir, orda kâr amacı güdenler hep görmezden gelecektir. Bakmışsak, görmüşsek ve bizi düşündürtmüşse eğer bizim için bir şey ifade etmiştir. Ve bazıları da sadece bakar ve geçer onlar için bir şey ifade etmez ve değersizdir , çünkü dünyaya ve insanlara bakışlarından kaynaklanan ve kırılmayan önyargılar vardır.

- Fatma Ataseven:
Fotoğrafta acıya bakmak ,acıyı somutlamak zor, fakat değmez mi ?

- Paşa İmrek: Bu uğraşın ve çabanın kendisini, yaşamı dönüştürmek için bir emek, biricik ve en büyük deneyimimiz olan bu yaşamın vazgeçilemezliği şeklinde düşünebiliriz. Romen filozof Emil Michel Cioran, yaşam döngüsünü devam ettirmenin, unutma sayesinde olduğunu söyler. Bir hiçlik ve kopuş anını, onu unutarak ve böylece yok sayarak sonlandırırız. Çoğu zaman, benlik kendisini tehdit edebilecek birikimleri, onları unutarak aşmaya çalışır. "Unutma olmasaydı, ilk acıyla birlikte, insan kendini öldürmek zorunda kalırdı" der Cioran. Unutmak evet, ilk acı ile başlar ve şimdi her insanın kendinde gördüğü haliyle, yaşamı sonsuz uçurumlarına rağmen, yine de mümkün kılarak devam eder. Benim bütün karelerimde bir hüzün ve acı vardır. Ben birazda ruhumun gıdası olarak görürüm acıyı ve hüznü, hüznü çok severim, hatta aşık olacağım kızın yüzünde bile mutlaka hüzün olmasını isterim. Kendimi ifade etme biçimidir acı… çünkü acıların bolca yaşandığı bir coğrafyadan geliyorum…

- Fatma Ataseven: Nazım Hikmet 'in Taranta Babu'ya yazdığı dokuzuncu mektubunda:

"Bugün aklıma
yazısız ve çizgisiz bir resim geldi,
Taranta - Babu!

Ve benim, birdenbire yüzünü değil,
gözünü değil,
senin sesini göresim geldi,
Taranta - Babu;
«Mavi Nil» gibi serin,
yaralı bir kaplan gözü gibi derin sesini senin!..”

Fotoğrafa baktığımda bazen bir hikaye bazen bir şiir görürürüm , gerçek fotoğrafçı ile aradaki fark onun şiir okuduğunda, fotoğraf görmesi midir ?

- Paşa İmrek : Romancı romanını yazar sayfalarca, öykücü, hikayeci ve şair mısralara döker hissettiklerini, düşüncelerini uzun yazabilir ve anlatabilirler. Ama fotoğrafçı öyle değildir, bir fotoğrafçı ne anlatmak istediğini tek bir karede anlatmaya çalışır, bir fotoğraf bazen bir roman olur bazen bir öykü, bir çok tanıdığım var fotoğrafa bakarak şiir ve öykü yazarlar.

Fotoğrafa baktığınızda bazen bir şiir bazen bir öykü görürsünüz, öykücüde fotoğrafa baktığında öyküsünü kafasında canlandırır aslında. Ben birazda fotoğraf sanatı ile edebiyatı ilişkilendiririm, her kitapta ister roman ister öykü kapaklarında mutlaka bir fotoğrafa yer verirler.

- Fatma Ataseven: İyi fotoğraf nasıl olmalı ?

- Paşa İmrek:
İyi bir fotoğrafnın fotoğrafın ne anlattığında gizlidir. Fotoğrafın anlamlı bir faaliyet olması için çekim süreci hedef odaklı olmalıdır. Yani fotoğrafın anlattığı bir şey olmalıdır. Aksi halde boş ve amaçsız faaliyet olmaktan öteye geçemez. Fotoğrafçı; fotoğrafında yaşama dair, daha çok da insan yaşamına dair şeyleri genellikle doğrudan, bazen de imgeleme yoluyla anlatır. İnsanı insan yapan şeylere seslenir, yani duygularımıza hitap eder. Değerlerimize inançlarımıza gönderme yapar. bir fotoğraf, sadece duygularımıza gönderme yapmayıp bununla birlikte ne kadar çok duygu paylaşımı sağlıyorsa ve eyleme yöneltiyorsa o kadar etkilidir. O nedenle iyi ve etkili bir anlatım için fotoğraf bizi içine almalıdır. Bazı duygularımız diğerlerinden daha çok etkilidir. Adalet, öfke, isyan, muhalefet, cinsellik, başkaldırıyı, red etmeyi, işçileri, sömürünün karşısında olmayı, ezilmişiliği, fakirliği gibi. Bu duyguları esas alan fotoğraflar genellikle daha güçlü anlatıma sahip olurlar.

- Fatma Ataseven: Fotoğraf salt geçmişe ait bir görüntü müdür ?

- Paşa İmrek : Zaman durağan değildir, devingendir. Fotoğraf ise anın dondurulmasıdır. Her ne kadar zıt durum oluştursalar da zamanın akışını en iyi fotoğraf gösterir bize. Fotoğraf görüntünün dondurulmasıdır ama bize zamanın akışını en iyi gösteren belgelerdir. Geçmişe ait bir görüntü ve belgedir ama geleceği de içinde barındıran ve çözüm yolları üreten anların belgelenmesidir. 1900’lü yılların başında Lewis Hine çocuk işçilerin fotoğraflarını çekmiştir. Lewis Hine, çocuk emeğinin sömürülmesini, çocukların kötü şartlarda ve ağır işlerde çalıştırıldıklarını göstermek ve bu çocuklar için bir şeyler yapılması gerektiğini vurgulamak amaçlı fotoğraflar çekmiştir. Lewis Hine’ın fotoğrafları, işgücünün kötüye kullanımına ait federal yasaları etkilemiş ve bu yasalar değiştirilerek çocuk işçiliğinin önlenmesi ve daha insanca çalışma koşullarının oluşturulmasına katkıda bulunmuştur.

- Fatma Ataseven: Fotoğraf ve siyaset ?

- Paşa İmrek:
Sanatın her dalını ben politik olarak görürüm bir başkaldırış olduğunu düşünürüm. Fotoğraf sanatı da benim için bir başkaldırış ve muhalif olma aracımdır. Tarafsak ve muhalifsek bunu karelerimize yansıtıyoruz. Ve ben özellikle dünya görüşümü ve politik çizgimi fotoğraflarıma yansıtmaya çalışıyorum ve izleyicinin de o mesajı almasını sağlamaya çalışırım. Benim için içeriğinde izleyiciye bir mesaj vermeyen fotoğraf etkisiz bir fotoğraftır.

- Fatama Ataseven: Ödül aldığın fotoğraf çok anlamlı , bahseder misin ?

- Paşa İmrek :
Önce fotoğrafı nasıl çektiğimi anlatayım, fotoğraf Siverek'in karacadağ bölgesinde çekildi. Fransız fotoğrafçı arkadaşım Methyu Chazel ile beraber gitmiştik fotoğraf çekmeye, tesadüfen yolda bir amcaya rastladık ve arabamıza aldık onu köyüne bırakmak istedik ama o çadırda yaşıyordu ailesiyle, ( yörük) göçerdiler. Çadırlara ulaştık çay yemek derken gün batımına doğru fotoğraf çekmek için dışarı çıktık, hava çok durgun ve güzeldi. Biz süt sağımı için çadırlardan uzak bir yere gittik, sağım işlemi bittikten sonra, dönüşte eşeğini hazırlamış koyunların yanına gitmeye çalışan çobana rastladık ve birden çok şiddetli bir fırtına çıktı, gözlerimizi açamıyorduk ve hemen fotoğraf makinemi saklamaya çalıştım gömleğimin içine toz almasın diye, yeni almıştım makinemi ve hayattaki tek mülkümdü. Ama karede çok güzeldi kaçırmakta istemedim ve hemen karar verdim " makineyi gözden çıkardım " bu arada. !. çünkü kesin toz alacaktı. Makineyi çıkardım ve çektim. Bir gece bizi misafir ettikten sonra çok güzel anılarla ayrıldık oradan.

Sonra Musa Anter adına düzenlenen yarışmaya gönderdim ve birincilik ödülünü aldım.

Bana yarışmanın sonucunu telefonla bildirdiklerinde dakikalarca konuşamamıştım sevinçten ve heyecandan, çok güzel ve tarifi olmayan bir heyecandı…

Musa Anter ve basın şehitleri ödülünü almak benim için çok anlamlı ,bundan büyük ödül olamaz diye düşünüyorum.

Benimde iki gazeteci arkadaşım faili meçhul cinayete gitti, ve onların ödülünü almak hem yükümü ağırlaştırdı, hem de fotoğrafçılığımın düşüncesi oldular. Ödül törenine gidememiştim orda söylemek istediğimi şimdi söylemek istiyorum, bu ödülü bütün basın emekçilerine ve basın şehitlerine, Nazım Babaoğlu ve Kemal Kılıç’a ithaf ediyorum.

- Fatma Ataseven:
Ödül almak önemli bir onur belgesidir , fakat bir filmde izlemiştim , muhabir şiddete ve tacize uğramış birinin fotoğrafını çektiği için ödüle layık görülüyor fotoğrafı, buraya kadar herşey normal, ancak ödül töreni berbattı, sinevizyonda tekrar tekrar gösterilen fotoğraflar izleyicilerin canını acıtırken ,törendekiler pek bir eylence içindeydiler… Savaş ve öldürülen insanlar ve ölen çocukların fotoğrafları , çoğu zaman öldürülen çocuk fotoğraflarını çeken fotoğraf ve fotoğrafçı ödül alıyor . böylesi fotoğraf ta ödül kime verilmeli ?

- Paşa İmrek: Bir kısa film izlemiştim: ”izle ve dağıl” diye tanıtılıyordu. Savaş ortasında iki fotoğrafçı biri kadın diğeri erkek fotoğrafçı , savaşın ortasında kurşunlar ve bombaların içinde fotoğraf çekiyorlar. erkek fotoğrafçı kadın, fotoğrafçıyı uyarmaya çalışıyor buradan uzaklaşalım diye, kadın fotoğrafçı bir olayı takip ediyor, diğer fotoğrafçı ayrılıyor oradan. Çöp kutusunun arkasından olayı kare kare çekiyor, bir adam elinde silahıyla ateş ediyor diğer taraftan bir çocuk o karmaşadan kaçmaya çalışıyor, elinde bir poşet ile ve o silahlı adamla çarpışıyorlar yıkık dökük bir binanın içinde, fotoğrafçı karelemeye devam ediyor. Ve kadın evde aynanın karşısında ödül törenine hazırlanıyor, salonda büyün alkışlar içinde onun adı açıklanıyor altın kamera ödülü alıyor. Ve o fotoğraf ekrana geliyor çocuk duvara yaslanmış şekilde kanlar içinde yatıyor etrafa saçılmış patatesler içinde, tam alnında bir kurşun yarası ile… Kadın ödülü almadan çıkıyor dışarı ağlamaya başlıyor…

Çok zor bir soru aslında o an ile sonraki zamanda çok çok farklı düşünceler içine girebilirsiniz. Ben olsam aynısını yapardım diye düşünüyorum bende o fotoğrafı çekerdim ve bütün dünyada böyle bir vahşetin yaşandığını belgeleyebilirsin. Birde olayın duygusal boyutu var o an o çocuğa yardım etmeliyim diye düşünüyorsun ama öyle bir anda sende öldürülebilirsin. Aslında fotoğrafın etki ve yaptırım gücü çok fazladır, en son ıraktaki guantanamo cezaevindeki vahşeti o işkence fotoğrafları sayesinde bütün dünya öğrendi.

Ben eğer bir fotoğrafçıysam şahsen o anı karelemeye çalışırım, yardım edilecekse sonra yardım etmeye çalışırım…

- Fatma Ataseven: Nasıl bir fotoğraf çekmek isterdin ?

- Paşa İmrek: Aslında henüz çekmek istediğim kareyi çekmedim. Çektiğim gün fotoğrafı bıraktığım gün olur… bireysel bir fotoğraf artık benim için çok şey ifade etmiyor. Çok güzel bir kare olabilir ve herkes tarafından beğenilebir ama verdiği bir mesaj yoksa duvar süsünden ileri gitmez bence o fotoğraf. Belkide belgeselci ruhumdan kaynaklanıyordur bu, ben konu çalışmasını daha çok seviyorum ve konu çalışması bir çok fotoğrafın bir araya gelmesiyle anlam buluyor.

- Fatma Ataseven: Çekmek istediğin "en güzel ve anlamlı " fotoğrafı çekmen dileğiyle ,sohbet için teşekkür ederim.