26 Mart 2010 Cuma

KARANLIĞIN İÇİNDE AYDINLIK YÜZLER...


KARANLIĞIN İÇİNDE AYDINLIK YÜZLER− ÖLÜLERİMİZ KONUŞUYOR

Künye: Adil Okay. Karanlığın içinde aydınlık yüzler − Ölülerimiz konuşuyor.

Tiyatro. Ütopya yayınevi. Ankara. Şubat 2010.

Önsözden bir bölüm:
(…) Oyunda, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana ölen, öldürülen insan hakları savunucularını ve ‘öteki’ oldukları için katledilen insanları konuşturmaya çalıştım. Artık −farklılıklarımıza rağmen− ortak tarihi değerlerimiz sayılan, ilk kuşak sosyalistlerden Mustafa Suphi, Hikmet Kıvılcımlı ve Behice Boran’dan başlayıp bugüne kadar geldim. Oyunda yer alan, sembol olarak seçtiğim kahramanların tümü medyatik değildi. Her sol gelenekten, etnik kökenden, cinsten ‘sembol’ler seçmeye çalıştım. Sembolleri ‘radikal sol’la sınırlı tutmamak için, örneğin sivil faşist güçler tarafından katledilen bilim insanlarından Bedrettin Cömert’i ve işkencede öldürülen İlhan Erdost’u konuşturdum.

Bu ülkede 50’den fazla gazeteci katledildi. 1922’de Ali Kemal’le başladı gazetecilere yönelik yargısız infazlar, 1980’de Ümit Kaftancıoğlu’yla, 1990’da Turan Dursun’la, 1993’te Uğur Mumcu ve Ferhat Tepe ile devam etti. Onları 1996’da işkencede öldürülen Metin Göktepe’yi anlatarak anmış oldum.

12 Mart ve 12 Eylül darbesinden sonra idam edilen devrimcileri anmak için oyuna, 17 yaşında darağacına çekilen ama teslim olmayan Erdal Eren’i aldım.
İşçi önderlerine, sendikacılara yönelik saldırılar sonucu hayatını kaybedenleri anmak için Süleyman Yeter’i konuşturdum.

Kürt sorununa bir kez daha dikkat çekmek ve 17 bin faili meçhul insanı hatırlatmak için; Diyarbakır zindanlarından, güvenlik güçlerinin ‘terörist’ sanarak-sayarak kurşuna dizdiği Küçük Kürt çocuğu Uğur Kaymaz’a ve oradan da yargısız infazda katledilen Kürt yazar-gazeteci Musa Anter’e kadar yolculuk yaptım.

12 Eylül faşist darbesinin, sürgünde ölüme yolladığı insanları anmak amacıyla, Suriye’de öldürülen Müntecep Kesici’yi, Filistin kamplarında İsrail’e karşı savaşırken hayatını kaybeden İmam Ateş ve Kemal Çelik’i ve yine Almanya’da politik sığınma talebi reddedilip Türkiye’ye teslim edilmek üzereyken, kendini 6. kattan atıp intihar eylemine başvuran, bu yolla hem batı demokrasisinin ikiyüzlülüğünü gözler önüne seren, hem de diğer sürgün arkadaşlarının hayatını kurtarmış olan Kemal Altun’u oyuna aldım.

Ölüm orucunda hayatını kaybeden iki kız kardeşi, Zehra ve Canan’ı, zindanlardaki direnişin sembolü olarak seçtim. Ölüm orucundan sağ kurtulan ancak daha sonra Dersim dağlarında 16 yoldaşıyla birlikte katledilen Berna Saygılı Ünsal’ı konuşturdum.

‘Dur’ ihtarına uymadığı gerekçesiyle vurulanları anmak için Baran Tursun’u, işkencenin sürdüğünü anlatmak için, ‘2008 itibariyle Türkiye’de işkence bitti’ yalanını hayatıyla deşifre eden Engin Çeber’i konuşturdum.

‘Azınlık’ sorununu anlatabilmek için, 2007’de ‘Aydınlık Sorgular Sempozyumunda’ birlikte konuşmacı olduğum Hrant Dink’i andım…

Ve diğerleri…

Oyunun yönetmeni Ramazan Velieceoğlu’nun ifadesiyle: “Üzerimize düşenin küçük bir parçasını; Muhsin Ertuğrul’un tiyatro aşkı ile Nazım Hikmet’in sevda dolu şiirlerini okur gibi, Bertold Brecht’in epik tiyatro anlayışını Stanislavski’nin içselleştirilmiş oyunculuk felsefesi ile harmanlayarak sizlerle paylaşmak istedik.”

Türkiye’nin karanlık sayfaları

Oyunda, tümünü doğrudan ve ayrıntılı olarak işleyemesem de, Türkiye’nin en karanlık sayfalarına göndermeler yaptım. On beşlerin katledilmesi 1921. 33 Kurşun vakası 1943. 6 − 7 Eylül olayları 1955. 12 Mart 1971 darbesi. 1 Mayıs 1977 katliamı. Çorum, Maraş olayları. 12 Eylül 1980. 19 Aralık 2000, cezaevlerine yönelik hayat söndürme operasyonu, Sivas katliamı 1993. V.d. Benim kuşağımın ve Türkiye’nin en çok zarar gördüğü 12 Eylül faşist darbesi oyunda büyük yer tutmaktadır. Unutulmamalı ki, ‘12 Eylül mezalimi’ sadece bir gün, bir yıl değil, on yıl, yirmi yıl sürmüştür. Bu oyunun yazıldığı ve sahneye koyulduğu 2009 yılı itibariyle, (görece demokratik kazanımlar olsa da) darbeciler hâlâ yargılanmadığı gibi, ülke hâlâ darbe anayasasıyla yönetilmektedir.

Oyun, 1921’de Mustafa Suphi ile başlayıp, Hrant Dink, Baran Tursun ve Engin Çeber’le (2007 − 2008) bitmektedir. Bu bilinçli bir seçimdir. Bu yöntemle 1921’de başlayan katliamların, yargısız infazların, işkencenin bu gün de sürdüğünü kanıtlamak ve yeniden hatırlatmak istedim. Engin Çeber trajedisi de bir tesadüf değil, devlet politikasıdır. Her ne kadar Engin Çeber’in işkencede katledilmesi nedeniyle, bazı güvenlik güçleri yargılanmaya başlasa ve adalet bakanı özür dilese de, bu gerçek değişmemektedir. Zira aynı ‘devlet’ Metin Göktepe’nin gözaltında katledilmesi üzerine de ‘özür dilemiş’ ama benzer uygulamalar devam etmişti. (…)

Oyun için seçilen 25 sembol isim

Buradan okuyucunun dikkatini semboller üzerine çekmek istiyorum. Seçtiğim semboller onbinlerce adsız kahramanı temsil etmektedir. Ortak noktaları A veya B örgütünden, şu veya bu etnik kökenden olmaları değil, öncelikle insan hakları uğruna, daha özgür, eşit bir dünya uğruna mücadele sürecinde katledilmeleridir.

Sonuç olarak yazdığım bu oyunda, büyük çoğunluğu halkımız tarafından tanınmayan veya unutturulan, −birçoğunu bizzat tanıma onuruna eriştiğim− 25 sembol isim seçtim. Bu isimler bizim ülkemizde insan hakları mücadelesinde, sınıfsız, sınırsız bir dünya ütopyası uğruna, ‘ötekiler’in hakları uğruna çile çekmiş, hayatını feda etmiş onbinlerce insanı temsil etmektedir. Oyundaki Erdal Eren, Müntecep Kesici, Hrant Dink veya Musa Anter adı 12 Eylül darbesinden sonra idam edilen ve mezarı hâlâ bulunmayan Veysel Güney de olabilirdi, zindanlardaki direnişin sembollerinden Kemal Pir de. İlk kayıplardan Hasan Ocak da. Daha dün zindanda ölen İsmet Ablak da.

Behice Boran, Berna Saygılı Ünsal veya Zehra Kulaksız adı, 1973’te zindanda hayatını kaybeden Hatice Alankuş da olabilirdi, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra ilk katledilen devrimci kadınlardan Mine Bademci de, 1990’larda gözaltında ‘kaybedilenlerden’ Lütfiye Kaçar’da, 2007’de eşcinsellere ve transseksüellere yönelik saldırılara karşı tanıklık yaptığı için katledilen Dilek İnce de. Hepsinin ortak özelliği yaşadığımız yeni ortaçağda, egemenler tarafından kurban edilmeleriydi. Elbette baş kaldırarak, mücadele ederek. Düştükleri yerde isyan kıvılcımı çakarak. Kimisi daha çocuktu. Kimisi ser verip sır vermeyen, işkencecilerin yüreğine korku salan solcu militandı. Kimisi sanatçıydı. Kimisi bilim insanı. Bu insanların sesleri karanlığı yırtıp geliyordu.

(…)Kitapta adları geçen (ve geçmeyen), ‘Karanlığın içindeki aydınlık yüzler’e, ben de borçluyum, siz de. Onlar sizin için, benim için, çocuklarınız için, denizler, dağlar, nehirler, hayvanlar, bitkiler için, büyük çoğunluğun gösteremediği cesaret ve kararlılığı gösterdiler. Onlar; töreye, ceberut babaya - kocaya - devlete meydan okuyan kadınların, faşizme, ırkçılığa, siyonizme, şovenizme ve milliyetçiliğe karşı mücadele eden, bu uğurda bedel ödeyen militanların, sosyalist aydınların, sanatçıların, bilim insanlarının, avukatların, sendikacıların, gazetecilerin, işçilerin, memurların ve öğrencilerin onuru olarak tarihe geçtiler.

“Bu oyunda seslerini duyduğunuz insanlar, susmanın sizi kirleteceğini, haksızlıkları görüp de bir şey söylememenin, sizi suç ortaklarına dönüştüreceğine inanıyorlar.”

Bu sesleri yanınıza alıp evlerinize götürün. Ne kadar uzaklardan geldiklerini, bu kadar yol gelmek uğruna nelere katlandıklarını unutmayın. Resmi tarih onları yok saysa, unutturmak istese de işte buradalar. Aramızdalar ve sizinle konuşuyorlar.

Sizi tarihle ve kendinizle yüzleşmeye çağırıyorlar. Sizi unutmanın kaygan ipine bağlı, aymazlık kayığından inmeye ve sokaklara çıkıp ‘itiraz etmeye’ davet ediyorlar.

Adil Okay
http://www.adilokay.com/

Hiç yorum yok: