17 Kasım 2009 Salı

Dersim Seferi!..



”1877’den 1930’ a kadar Alevilere imha amaçlı ve kapsamlı 11 askeri seferin gerçekleştiği yine tarih kayıtlarına düşülmüş…”

Fatma Ataseven
f_ata1@hotmail.com

Osmanlı – Pers savaşının galibi Yavuz Sultan Selim, galibiyetin verdiği cesaret ve güçle istila alanlarını genişleterek, Kızılbaşları kesip biçmeye başlar. Bu sınırsız katliamdan kurtulabilenler, Munzur ve Mercan sıra dağlarını kendilerine siper tutarlar. O tarihten sonra Dersim, Osmanlıya karşı hep mesafeli olmuş. Kuzey Afrika’dan Yemen’e, Viyana önlerinden Kafkasya’ya uzanan Osmanlı İmparatorluğu, 1514’de Çaldıran Savaşı’yla sınırlarına resmi olarak dahil ettiği , ancak egemenliği altına alıp hükmedemediği Dersim’i, beş yüz yıl sonra, bir sorun olarak, Türkiye Cumhuriyeti’ne miras bırakmıştır! Ne halifeliğin şeriatına, ne padişah hükmüne boyun eğmemiş Dersim halkı , Kemalist iktidara da boyun eğmemiştir ; Dersim’liler genç cumhuriyete ve sınırlarına dahil olduğu merkezi otoritelere karşı geleneğine uygun dikbaşlılığıyla teslimiyeti reddetmişler, asker vermemiş, vergi ödememişlerdir. İktidarda gözleri olmadığı gibi, yönetilmeyi de kabul etmemişlerdir.

İmparatorluğun gelip geçen “askeri ulemaları” , her yenibahar döndüğünde, bir önceki güz mevsiminden yarım bırakılmış Dersim seferini tamamlamak için yeni ordular kurmayı gelenekselleştirirler. Ve böylelikle mevsimler yıllara, yıllar yüzyıllara akar; nice sultanlar gelip geçer, ancak egemenlik hükmünü kimse sağlayamaz. Dersim’in fatihi olmak hiçbir paşaya, sultana nasip olmaz!.

Birbirini izleyen saldırı ve seferlerin yerleşik hayatı tahrif ede geldiği, ekili tarlanın biçilemediği, harmanın kaldırılamadığı, tohumun topraktan geri dönmediği açlığın, kıtlığın, çekirge sürülerinin aman vermediği bir kıstırılmışlık içindeki aşiretler çareyi, karşı saldırılarda inançlarına ve varlıklarına yönelmiş tehdidi savmak, imparatorluk düzeni içinde kendilerince tutturulmuş düzeni korumak istiyorlardı. Dersimin yerlileri ve aynı ayrıksı inançlarla ortak bir yazgıya bağlanmış boy ve aşiretler, kendilerince bir “cemaatler hukuku ve mülkiyet tarzı” oluşturmuşlardı... Meralar, sürüler, ekinler; derelerin suyu ve dönen değirmenler, ulu ceviz ağaçları ve damarlarında evvel zamanların özsuyunu dolaştıran dutluklar ; aşiretin ortak malıydı; çobanın ve aşiret reisinin aynı sofraya bağdaş kurduğu ilkel ortaklığın kavim kardeşlik payıydı. Dört dağ arasına birikmiş aşiretlerin kapalı devre mülkiyet düzenine, ortaklık hukukuna, birbirleriyle ilişkilerinin düzenleyicisi ekabirler topluluğuna, töresine, eskil tanrılarına, duasına, niyazına, diline zarar gelmesini istemeyen Dersim’liler, bu moral inanışla bin parçalanmışlıklarını onarmaya çalışırlar. Yazısız, kitapsız, hesapsız, bir toplum yaşayışıdır bu. Kurumsal, organik devlet düzenlerinin nüfuz edemediği kendine özgü bir toplumsal düzendi her şeye karşın, eski Dersimli’nin “Kırmanciya Belek “yani “ Kırmançiya çağı “, diye adlandırdığı kapalı devre egemenliği Osmanlı idaresini tedirgin ettiği kadar cumhuriyeti ve kemalistleride zayıflatan bir durumdu.

Birçok cephede egemenliğini yitiren Osmanlının Doğu’da egemenliğini pekiştirme çabaları . Tanzimat yıllarından başlayarak Dersim’e ardı arkası kesilmez seferler, yüzyıl döndüğünde, daha da hız kazanır. Bu başarısız seferlerin sonrasındadır ki, Dersim’in karakteristiğini özetleyen bu mecazi söz tarihe geçer: DERSİME SEFER OLUR ZAFER OLMAZ!”

1877’den 1930’ a kadar Alevilere imha amaçlı ve kapsamlı 11 askeri seferin gerçekleştiği yine tarih kayıtlarına düşülmüş.

Anadolu’da tüm taşların yerinden oynadığı 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, azınlıklara bir bir pay edilecek büyük kırımlara, kapı aralanır. Azınlıkları azınlıklara kırdırma politikası daha sistemli, planlı, kapsamlı bir yürürlük bulur yeni dönemle ve aşiretlerin günümüze kadar süren kan davaları başlar.

Alevilerin inançları, kökleşmiş egemen yargıyla acımasızca yargılanmış ve saptırılmıştır.
Osmanlıda başlayan anlayışa göre Alevilik “ sapık, din - dışı bir batıllığı ifade etmektedir”. “bu sebeple dökülecek kanları, talan edilecek malları helâl sayılır.”

MUSTAFA KEMAL’E VE GENÇ CUMHURİYETE GÜVEN!
1938 Soykırımında;
Osmanlı’da olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanından sonra da, devlet sınırları içinde egemenliğin tesis edilemediği bir bölge olarak durmaktadır Dersim. Ankara Hükümeti için halledilmesi gereken temel bir sorundur bu. Şıx Sait ve Ağrı ayaklanmacılarının bastırılması, Piran, Çevlik ve Zilan katliamının sonrasında, nihai hedef olarak Dersim’e yönelmenin zamanı geldiği ilan edilir. Fakat Dersim Sorunu için daha köklü bir seferberlik planı ve hazırlanması müzakere ile sorun çözmek değil kökten halletmek yani her zaman başvurulan yöntem kesmek biçmek yakmak yok etmek.. Farklı bir inancın bir felsefenin bir kültürün tamamen yok edilmesini sağlamak. Genç Cumhuriyet ve Kemalizmden çıkan fermanda Osmanlıdan farklı olmadı. Şimdiki gibi mecliste başlayan tartışmaların o gazetelerde desteklendiği dört dağ arasını kıstırılmış alevi halkına karşı kampanyalar başlatılır. Derhal kökünden çözülmesi yönünde ve Kızılbaşlığın yayılmasını önlemenin kutsal bir görev olduğu anlatılır.

25 Aralık 1935’de çıkarılan Tunceli Kanunu, bölgeye, olağan üstü yetkilerle donatılmış bir genel valinin tayinini öngörmektedir. Buna paralel çıkarılan Tehcir ve İskan Kanunu, Alevilere dönük kapsamlı bir kırım planını da saklı tutmaktadır satır aralarında.

Bakanlar kurulunun 4 Mayıs 1937’de çıkardığı “Tedip” (uslandırma, terbiye etme) kararıyla öngörülen kitlesel kıyım çanları çalınmaya başlar!

Bir halka uygulanan yüzyılın tüyler ürpertici, akılalmaz insanlık suçlarıdır. Yığınsal kırımın siyasal, askeri kurmayları ve icracı erki, dünyalarını değiştirdikleri güne değin, insanlık suçu yüklü geçmişleriyle hesaplaşmamışlar , suskunluklarını sürdürmüşlerdir. 1937-38 yıllarının Dersim’inden sağ çıkanlarsa, uzun yılar sürecek ölüm sessizliği ve sürgün tecridi içinde, akıp giden Munzur’un sularına yazdılar, yüksek kayalıklara , kayalıklarının derinliğinde yankısı kaybolan binlerin çığlığını. Ünlü Laç Deresini, adıyla, ona uzak yakın duran herkese hatırlattığı bir şey vardır yine de.
Hep yarım bırakılmış sayılan Dersim Seferi, bu kez nihai başarısına taşınmış ve böylelikle yüzyılların öcü alınmış olur! Mustafa Kemal Atatürk, ölümünden çok kısa bir süre önce, 1 Kasım 1938’de meclisin beşinci dönem açılış konuşmasında, Dersim zaferini ilan eder!
Evet, bu bir zaferdir, Dersim’den ganimet yükünü alıp Üsküdar’a konaklayanlar için! Ölülerin koynundan çalınmış altınlarla Ardahan’dan Karaköy’e işhanları kurarak ortaya çıkan “Dersim Zenginleri”ni iyi tanımak lazım.

SÜRGÜN VE YASAK BÖLGE ?
1950 yılların başında çıkarılan affın sonrasında, soykırım artığı sürgünler, ne oldu? Topraklarına dönebilmeye hak kazananlar nelerle karşılaştı? toplumun çoğunluğunun psikolojik baskısı Alevilerin kimlik ve aidiyetlerini gizlemelerine neden olmuş mudur.?

İnsanlar gerek sürgünden önce, gerekse sürgün esnasında büyük acılar çektiler. Kardeşler dağıldı, anne baba çocuğundan haber alamadı. Aileler bilinçli bir şekilde parçalandı, bir toplum kasırgada kalmış gibi savruldu farklı köşelere. Fakat o insanlar bile köklerinde yaşamın önemini kavramış olacaklarki gerisin geriye döndüler. Parçalanan ailelerin çoğu kendilerine tahsis edilen güzel arazi ve evleri terk ederek kendi dağlarına dönmüşler, af tarihinden önce geriye döndükleri için bir süre kaçak olarak yaşamışlar . Af çıktıktan sonrada köylerini yeniden inşa etmişler. Dünyanın en güzel yerinde değil kendi topraklarında kendi dağlarında özgürce yaşayacaklarına inanmışlar.

Yıllar yılı ‘unitaire’ ulus - devlet yaratma adına, kıyımdan katliama koşanlar, bu ceberut tarihi hep öteleyerek, gizleyerek, külleyerek, inkar gelerek, tabularına dokunulmaz bir düzen tuttular. Bünyesindeki tüm farklı renkleri, kültürleri, dilleri, otantik değerleri ve özgün aidiyetleriyle ortak bir anayasal güvenceyi öngören; ve birliğini oluşturan tüm halklar arasında eşit ve adil dengeler gözetmeyi oluşumuna prensip sayan Avrupa Birliği’ne, aday üyeliğin zorlandığı şu yıllarda bile, yerleşik ulusal ayrıcalıkların kurbanı sayılıyor.

Bin kırımdan geçip gelmiş Anadolu’nun kadim kavimleri. O büyük yığınsal kıyım ve ölümcül tehdidin sonrasındadır ki, Dersim yaşadıklarıyla kalmadı, harabeler içinde bırakılan köyleri bin yıllık adlarından soyunduruldu; o büyük yangın ve yağmayı izleyen asimilasyon seferberliği içinde, özgün tarihinin tüm seceresini; dilini ve kimliğini yitirmekle yüz yüze geldi.
20. Yüzyılın ilk yarısına yayılan büyük katliamlar tarihi içinde çığlığı yankısız kalan bir yerde duruyor Dersim hâlâ. Tabular ve resmi tarihin yasak duvarlarına çarparak döne dursun çığlık, beri yana dönüp son bir soru:
Yüceltilen, kutsanan resmi tarihlerin dokunulmazlığında, sözlü, rivayetler tarihlerine tutuna gelenlerin ya hiç mi payı yok ?..

“Çeteler, haydutlar, teröristler” gibi benzetmelerle yok sayılan alevi ve kürtler , kızılbaşlar yüzyıllarca dört dağ arasında tecrit içinde yaşamak zorunda bırakılmış; daracık bir coğrafyada kendi üzerine çoğalmış, Anadolu’nun dara düşen tüm çaresizlere kapılarını , aralık tutmuş; tuz ekmek hakkı, kirvelik, musayiplik diyerek ötekini kendine kardeş bilmiş ayrıksı bir halka maledilen haydutluk dedikleri nedir.?

Anne karnından süngülerle gün yüzüne çıkarılan ölü bebeklerine sorulsun isterdik önce: aslında haydutların, çetelerin ve teröristlerin kimler olduğunu.? Kimlerin anasının ağladığını.!, ve neden ağlatıldığını .?

"Bizi kamyona doldurdular.
Tüfekli iki erin nezaretinde.
Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular.
Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar.
Tarih öncesi köpekler havlıyordu. "

Sorunun cevabını Cemal Süreya’nın dizelerinde buldum aslında. Sayfalarca yazdıklarımın bu dizeler karşısında çok bir anlamı olmadığının farkında olarak.

--------------
Not: bu yazım kasım 2007 de yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok: