16 Eylül 2009 Çarşamba

SİMGELERLE ÖTEKİLEŞEN BENLİĞİM…

“...Kızılbaşlığı tanıdıkça aslında ben sadece insan olduğumu öğrendim. Çünkü insan burada kutsaldı. İnancın merkezinde Tanrı falan yoktu, insan vardı...”

Remzi AYDIN-yazar-eğitimci
remziaydin62@hotmail.com

İnsan kendine ötekileşir mi? Ben bu ötekileşmeyi uzun yıllardır benliğimde hissederek yaşadım. Küçükken daha 6–7 yaşlarındayken annem Ramazan ayında davul tokmağını vurur vurmaz kalkar, lambaları yakar sonrada uyurdu. Güya biz sahura kalkmış oruç tutuyorduk. Sonra bayram namazları için sabahın köründe yatağımızın başına dikilir; “hadi namaza” derdi. Arkasından; “konu komşu yola çıktı, onlara karşı ayıp oluyor” derdi. İki kardeş uykumuz bizi terk etmeden giyinir, çarşıya komşuların arkasına takılır giderdik. Sonra caminin bir köşesinde insanların namazlarını bitirip çıkışlarını görünce yine onların arkasına takılarak evin yolunu tutardık, ama hiç namaz kılmamıştık. Olsun yine de anam mutlu olurdu.

Anam ve babam farklı dil konuşurdu yani anadilimiz farklıydı açıkçası. Ama biz küfretmeyi, şarkı söylemeyi, okumayı, yazmayı, oynamayı Türkçe bilirdik. Ve Türkçemizin düzgünlüğü ile hep gurur duyardık, çevremizin Akdeniz ve Ege ağzına rağmen biz İstanbul Türkçesiyle konuşurduk. Komşu kadınları kapı ağzından;

—Ulen Irmızaaaan bubana decen, gafanı gırıcek... Diye bağırırken benim anam kapıdan;

—Hadi geç oldu... Diye bağırırdı.

Ben o zamanlar çocuktum, insandım. Sonra 80 li yıllarda Dersimli olmamdan dolayı baskılarla karşılaşınca bir şey öğrendim. Kürt-Kızılbaş sözcükleri üzerime bir ten gibi yapışıverdi. Onlar sayesinde Kürt ve Kızılbaş oluvermiştim, artık ötekileşiyordum. Gel zaman git zaman Kuyruklu Kürt ve Kızılbaş kimliğimle Güneydoğu Anadolu Bölgesine gittim. Birde baktım ben Kuyruklu Kürt değilmişim, yedi tanesini katledince cennete gidilecek bir yaratık, yani Kızılbaşmışım. Benim elimden bir şey yenilmez, kestiğim mundar olurmuş. Evet, Kürtler Sayesinde Kürt kimliğim olan ten, beni terk etmiş, Kızılbaş kimliğim kalınlaşarak tenimi kaplamıştı, ben yine bana ötekileşiyordum.

Dersim bölgesine geldiğimde yani kendi tenimin içine girdiğimde sadece Kızılbaş ve Kırmanci kimliğim kalmıştı. Kızılbaşlığı tanıdıkça aslında ben sadece insan olduğumu öğrendim. Çünkü insan burada kutsaldı. İnancın merkezinde Tanrı falan yoktu, insan vardı. Ene-l Hakk sözcüğü ile benim aslında insanda değil, Tanrıdan bir parça olup tanrılaştığımı öğrenince ben yine kendime ötekileştim. Tüm inanışlara ve millete eşit uzaklık ve yakınlıkta olmanın zorunluluğunu keşfettim. İnancımın dinsellik denilen dogmalardan uzak, felsefi bir yapıya sahip olduğunu gözlemledim.

Taşların tanrının sessiz çığlığı olarak bir canlı olduğunu, rüzgarın tanrının eli olduğunu, elin aklı temsil ettiğini, suyun aslında ilerici bir canlı olduğunu, ağaçların birer savaşçı ruhu taşıdığını, geyiklerin kutsallığını, yılanların Wayire Çê (Evin sahibi) ya da Çûe Xızır (Tanrının sopası) olduğunu öğrendikçe doğaya ve insana olan muhabbetim arttı. Aslında bu kendime olan muhabbetimi ve tanrıya olan muhabbetimi de arttırmıştı. Ve ben kendime ötekileşmeye devam ediyordum..

Bir an için batıda yaşadığım günleri ve arkadaşlıklarımı anımsadım günümüz koşullarında. Milliyetsiz, kimliksiz, inançsız çocuk olduğumuz günlerdeki arkadaşlarımla bu gününki koşullarında sohbet eder oldum. Karşı sandalyede otururken gözlerimin içine bakarak, bak herkes Türkçe konuşuyor, herkes camiye gidiyor sizde yapsanız ne olur? Ya da cami bir ibadet yeriyken, cem evinde ısrar etmenin mantığı ne? Ve onun sandalyesinden benim sandalyeme uçan yüzlerce soru. Kiliseleri ibadet yeri olarak kabul etmemek ne kadar mantıklıdır? Bir Hıristiyan’a şunu diyebilir miyiz; kilise ibadet yeri değildir. Aslında mantığıma ters geliyor şu dört duvar arası ibadet. Hani Tanrıyı Dört duvar arasına sıkıştırmak, sadece orada misafir etmek gibi bir şey. Oysa o; “lâ-mekân”dır (mekânsızdır, her yerdedir) Yine dostum gözlerime bakarak ya kardeşim hepimiz burada yaşıyoruz öyleyse Türkçe neyinize yetmiyor, sizde Türkçe okuyun, konuşun dediğini duyuyorum.

Sonra uzaklaşıyorum ve Bulgaristan’dan buraya göçe etmek zorunda kalan vatandaşlarımız aklıma geliyor. İsimleri değiştirilmiş, ibadetlerini istedikleri gibi yapamamış, Türkçeyi konuşamamış halkımız. Ve biz Bulgarlara ne kadarda kızmıştık... Çin Urumçe bölgesinde Türklere karşı baskı oluştu, ağzımızın bir kenarı ile belki de küfrettik Çinlilere. Hani biraz önce şöyle demiştik ya;"Çoğunluğa uysunlar kardeşim, Çin’de Çinliler ne ise herkes ona uysun, farklı dil, din, giyim, folklor, kültür olmasın, her kes tek tipleşsin. Bir feryat yükselir oturulan sandalyeden; "olmaz". Neden olmaz? "Çünkü bu eylem bana yapıldı" Başkasına sen yaparsan olur, ama başkası sana yaparsa olmaz! Evet maalesef insan yapısında olan şey bu.
Amcamı anımsıyorum. Birine kızmıştım bana kendi dilimizde şöyle demişti;" Karşındaki adamın kasketi ve postalları arasına sen giremezsen onu anlayamazsın" O zamanlar ne dediğini tamda anlayamamıştım ama şimdi anlıyorum. Buna benzer bir sözü Kızılderililer söylemiş, sandaletlere girebilmek. Bazılarımız hala şöyle der, "Ya adamlar ne denli doğru söylemişler" Ama bu sözden çok daha anlamlıları senin toprağında ötekileştirdiğin kişilerin kültüründe var. Ondan bihaber yaşıyoruz ya da yaşamak istiyoruz.

Ötekileşmek sadece bununla da bağıntılı değil. İlk gençlik yıllarımın kitaplarını anımsıyorum, Stalin, Brejnev, Lenin, Marks, Mao, Hitler, Mussolini vs vs. Rus Demiryolu işçileri, onların dramları, Küba ve Latin Amerika mücadeleleri… Ne kadarda yakından tanımıştık hepsini. O zamanlar Tarih kitabında Babali ayaklanmaları, bastırılan kanlı ayaklanmalar, hainlere verilen cezaları okurduk. İçten içe gururda duyardık hani. Sonra Şeyh Bedreddin ismi, Torlak Kemal, Şah Kalender Çelebi, Abdal Musa, Hallac-ı Mansur, Pir Sultan Abdal, Börklüceli Mustafa gibi isimler duydum. Nedir, kimdir diye araştırırken asıl katliamın burada bu topraklarda yaşanıldığını hayretle öğrendim. Kendimi tanıyamadan; Rus halkını, Küba Halkını, Filistin Halkını tanımanın utancını hissettim, yine ötekileşmiştim. Kendi sınırlarını, özelliklerini, kültürünü, tarihini tanıyamadan başka halklara hayranlık duymanın onları tanımanın acısını hissettim.

Ötekileşmeyi yaşadığım yerlerden biride okullar. Benim oğluma, yani Kızılbaş bir çocuğa; sureleri, namazı, suni Ortodoks inancın gerektirdiği olguları zorla öğretmeleri. Ha birde arada bir, ya aslında siz bizdensiniz, bizim özümüzsünüz sözcükleri vardır. Dikkat edin, “siz” “bizim”… Yani yine ötekileşme. Peki, kardeşim, Almanya’ya giden suni Ortodoks çocuklarına Almanlar zorunlu olarak Hıristiyanlık inancının öğretilerini öğretselerdi ve bunu zorunlu kılsalardı ne yapardınız? Feryatlar arşa değiyor…Olmaaaazzzzz.

Ötekileşme; simgelerle oluşan bir kavram. Bir an; bayrakların, sınırların, kutsal kitapların, sınıfların, statülerin, ten renklerinin… Olmadığını düşünün. Yani bir gücüm olsa idi hepsini yok edebilseydim. Ne mi olurdu? Savaşlar olmazdı, çünkü öteki olmazdı. Bunu nereden mi öğrendim; birilerinin hiç utanmadan, Kızılbaşların cümbüş evi; dedikleri semahlarından. Semah ve cemde aslolan şey cinsiyetten sıyrılarak ruh haline dönüşebilmek. Fena filla seviyesi dedikleri olgu. Yani orada kadın ve erkek yoktur, sadece tanrının ruhuna girmeye çalışan tanrıdan oluşmuş canlar vardır. Bu ötekileşmeden tek parça olabilmek demektir, yani ikilik yoktur. Bunu kavrayamayan beyinler, kadın ve erkek diye insanları ikiye ayırırlar.

Namussuzluk, satılmışlık, onursuzluk, doğa katliamcılığı, yağmacılık; saydam bir özelliğe sahiptir. Hangi varlığın önüne geçerse onun şekli ile görülür. Bu saydam madde, dinciliğin önünde yürürse dinci, Kızılbaşların önünde yürürse Kızılbaş, sosyalistin önünde yürürse sosyalist olur. Yani asla kendileri gibi gözükmezler, onlar bukalemun gibidir, ortamın adamı olurlar başkalarını pazarlarken. Simge, resim, şekil, imge, rozet adına ne derseniz deyin. Bunları icat eden sömürenlerdir. Başka bir deyimle emperyalistler. Onlar için bir tek duygu vardır, oda sömürebilmek. Sömürmek için neyin önüne geçerlerse o şekli alırlar. Bir bakmışsın kafada takke, bir bakmışsın boyunda kravat. Bir bakmışsın cayır cayır Arapça konuşuyor bir bakmışsın İngilizce. İnsanları daha rahat sömürebilmek için onları parçalamak en önemli silahlarıdır. Onlar başka devletlerle savaş etmek yerine, onları bir birine kırdırmayı, düşman etmeyi tercih ederler. Böylelikle zayıflayan toplumları küçük lokmalar halinde afiyetçe yutarlar, kalan kemiklerini de başka parçalanmış toplumların önüne atarak lütufkâr yanlarını gösterirler.

Ben ötekileşmeyi istemedim, beni ötekileştirmek isteyenler kafalarında kendi ötekilikleri ile boğuldular. Etki-tepki olayı bu. Şimdi kafanızdaki simgeleri bir an için silin, kavga için neden kaldı mı? Sanmıyorum… Ama ilada ötekileşmek istiyorsanız söylenecek tek şey var, sizinki size bizimki bize. Karşılıklı saygı… Ama kesinlikle hoşgörü değil, çünkü hoşgörü çoğunluğun azınlık önüne attığı kemikten öteye geçmiyor.

Bir kez olsun deneyin, karınıza, sevgilinize, çiçeğinize, komşunuza, çocuğunuza, kendinize bakarken aklınıza kazınılan tüm simgeleri yok sayın. Biliyorum zor ama kendinizi zorlayın, ona sadece kendiniz gibi kutsal bir yaratılmış olarak bakın. Yok edin tüm şekilleri, şekillere yüklenilen anlamsız değerleri, işte o zaman savaş kendiliğinden bitecektir.

Hiç yorum yok: