4 Şubat 2010 Perşembe

İhtiyat Kuvvet “Sol”


Gün Zileli
zileligun@hotmail.com

Doktor Hikmet Kıvılcımlı’nın İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) adlı, 1930′larda Kürt sorununu ele alan bir kitabı vardır. Bu kitabı bana, toprağı bol olsun Şirin Cemgil (Yazıcıoğlu) göndermişti, okumam için. TKP’nin Kemalist kuyrukçusu tutumundan oldukça farklı, sorunu radikal bir biçimde ele alan, güzel bir kitaptı. Bu yazıda Kıvılcımlı’nın sözü geçen kitabı üzerinde duracak değilim. Sadece kitabın başlığının bana bir başka ihtiyat kuvveti hatırlattığını belirtmekle yetineyim.

Türkiye “sol”u, Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) kurulduğu günden beri rejimin ihtiyat kuvveti olmuştur. Hem de en “radikal” görüneninden en liberaline, en “anti-emperyalist”inden en “özgürlükçü”süne kadar. Bu kanatlar kendi aralarında kıyasıya çatışıyor gibi görünseler bile, hem egemen rejimin şu ya da bu kliğine yamanmak, hem de temeldeki “ilerlemeci” paradigmanın sözcülüğünde birleşmek anlamında hakim düzenin ihtiyat kuvveti rolünü oynamışlardır, oynamaktadırlar.

Burada birbirine zıtmış gibi görünen bu iki “sol” kesimden, uzunca alıntılarla son günlere ilişkin iki örnek vereceğim. Önce, Kemalist rejimin çürümükten kokuşma aşamasına geçtiğini güzel bir yazıyla ortaya koyan Fikret Başkaya’ya (“Çürüme Kokuşmaya Dönüşürken”, Özgür Üniversite, 25 Ocak 2010) karşı öfkesini epeyce sağcı bir bakış açısıyla ortaya koyan ama bu sağ bakış açısını örtbas etmek için olur olmaz Mahir Çayan’dan söz eden ve bütün yazı boyunca Kemalizmin rahatsız edici kokusunu algılamamızı önlemeye çalışan ulusalcı solcumuzdan başlayalım:

Yazısına şöyle başlamış Başkaya: ‘Temelleri 1908 sonrasında atılan ama asıl rengini 1920’li 1930’lu yıllarda alan Kemalist otokrasi, artık çürüme aşamasını geride bırakıp kokuşma aşamasına girdi. Şimdilerde her tarafı kötü kokular sarmış durumda…’ ‘Fikret Hoca’nın Kemalist otokrasi dediği şey, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine dair olan her şey aslında (altını ben çizdim, G.Z.). Neymiş? Bu, çürümüş ve kokuyormuş; öyle diyor kendisi.”
(…)
“Çelişkiyi, Kemalist ve ceberrut devlet ile ulusal, dinsel, cinsel anlamda ezilenler arasında arayan ve ne hikmetse bulan; devlet denilen aygıtın, ekonomik ve politik karakterini sadece Mustafa Kemal’le açıklayan; Doğu ülkelerine has dinciliği ve insanlığın baş belası milliyetçiliği Kemalizm’den evla bulan ‘Fikret Hoca’…”
(…)
“Türkiye Cumhuriyeti, halkçılık adı altında, işçisi ve patronu bir kabul edilen bir ülke olarak kuruldu. Bunu takip eden birkaç on yılda, en azından siyaseten bağımsız kaldı. Kurucularının, kapitalizmden kopuş gibi bir derdi olmadığından ve komünizme karşı sert bir mücadele verildiğinden; bu topraklara nüfuz etmiş her türden gericilik, ilk fırsatta siyasallaşarak, alttan alta güç biriktirdi ve emperyalistlerinden de desteğiyle iktidar oldu. Bundan sonrası, artık Kemalizm’in yaşadığı karşıdevrim sürecinin tarihidir. (altını ben çizdim, G.Z)”
(…)
“Kemalizm iflas etmiş midir, etmemiş midir? Aslına bakarsanız, bunun kadar anlamsız bir soru yoktur; biz sosyalistler için. Doğan, gelişen her şey sonlanacaktır ve Kemalizm de bunun dışında değildir; zira somut koşullar hızla değişmektedir. Emperyalist kapitalistler yerinde saymıyor, kapitalizmin geberişini geciktirmek için yeni taktikler buluyor ve uyguluyorken; bizim ülkemize dair konuşursak, gerektiğinde Kemalist olduğunu söyleyen sahtekârları (altını ben çizdim, G.Z.) , gerektiğinde İslamcıları, milliyetçileri kullanırken, bunların bir kısmını ilerici bir kısmını gerici kabul edip bunu ‘teorileştirme’nin; yani ‘iflasın paradigması’nı oluşturmanın gereği nedir?” (Alper Erdik, “Fikret Başkaya ve İflasın Paradigması”, Sendika.org, 30 Ocak 2010)

Kemalizmi bir başka yerden kutsayan liberal solcu Baskın Oran’ı okuyalım şimdi de:

“İç dinamiklerin ‘tembel’ olduğu (azgelişmiş) ülkelerde, Batı eğitimi almış kişiler (ki bunlar en önce askerlerdir)Yukarıdan Devrim yaparak bu dinamikleri harekete geçirmeye girişebilirler. Yani yarı-feodal bir toplumun üstyapısını (ideoloji, kültür, siyaset, hukuk vs.) değiştirme yöntemiyle ülkeyi Batı’ya benzetmeye çalışabilirler. Zorlama olduğu için bu etki tabii ki ileride tepki yaratır. Ama kabul etmek gerekir ki, ülkeye muazzam bir zaman kazandırır, başka türlü yapılamayacak bir sıçrama sağlar, sınıfsal dinamikleri harekete geçirir, altyapıyı (ekonomi, mülkiyet ilişkileri vb.) bile zamanla geliştirir… Yalnız dikkat edilecek çok önemli bir kural var:Yukarıdan Devrim bir kez yapılır; ondan sonrası iç dinamiklerin işidir. Zırt pırt, mesela on yılda bir tekrarlanan tik gibi yapılmaz. Yapılırsa, bu artık yukarıdan devrim falan değil, bir karşı-devrim’dir.(altını ben çizdim, G.Z.)” (Baskın Oran, “Bye bye, askeri vesayet”, Radikal İki, 31 Ocak 2010)

İkisi de aynı şeyi söylüyor aslında. Keskin solcu yazarımız da, liberal solcu yazarımız da, çeşitli kamuflajlara rağmen Kemalizmin ilk dönemini “ilerleme” adına onayladıklarını saklayamıyorlar ve bu rejimin “bir yerden sonra” karşıdevrime dönüştüğünü (her iki yazardan da altını çizdiğim cümlelere dikkat edilsin) söylüyorlar. Baskın Oran, Kemalist “kuruculuğu” “yukardan devrim” adına (yoktur yukardan devrim diye bir şey aslında, bunu bir başka yazıda daha geniş bir şekilde işleyeceğim) onaylıyor. Keskin solcumuz ise “Kemalist olduğunu söyleyen” sahtekârlara kızarak “gerçek Kemalizmi” onayladığını ortaya koyuyor. Her ikisi de üretici güçler teorisinin savunucusu Menşevizmin ve 1917 devriminden önce Menşeviklerle bu konuda çatıştıkları halde devrim sonrasında devrimin büyük ideallerini aynı teoriye kurban eden Bolşevizmin takipçileri.

Üretici güçler teorilerinin ve “burjuva demokratik devrim” aşamalarının takipçisi olan Türkiye solu, ne yazık ki, benzerlerinin kaderinden kurtulamamış, gerek genel olarak rejimin ve hakim düzenin, gerekse şu ya da bu burjuva kesiminin ihtiyat kuvveti olmak gibi küçültücü bir işlev yerine getirmiştir.

Doksan yıldır olduğu gibi bugün de böyle bu. Yukardaki örnekler bunun en son kanıtları.


Hiç yorum yok: