27 Haziran 2009 Cumartesi

CEZAEVLERİNİN DEĞİŞMEYEN YÜZÜ


"Bulutların hafiften renk değiştirdiği, güneşin kayıplara karıştığı gün büyük binanın önüne her sabahki gibi geldi. Kırlangıçlar daire çizerek dönmeye devam ederken, çıkardıkları sesler Faruk’un kulağında bir melodi gibi yankılanıyordu."
Hüseyin Habip Taşkın
habiptaskin@gmail.com

Faruk, her sabah kırlangıç kuşlarına bakardı. Büyük binaların arasında binlerce martı, daire çizerek on beş dakika içinde döndüklerini, çıkardıkları sesleri dinler bir yandan onları izlerdi. İzlerken de büyük keyif duyardı. Sorunları o an için bilincinden uçar giderdi.

Cezaevinde yattığı yıllar içinde kaldığı illerde serçe, baykuş, uzunkuyruklu kuş ve diğerlerini görüp onların yaşamlarını yol arkadaşlarıyla birlikte incelemeye çalışmışlardı. Onun bu alışkanlığı buradan gelmekteydi.

Bulutların hafiften renk değiştirdiği, güneşin kayıplara karıştığı gün büyük binanın önüne her sabahki gibi geldi. Kırlangıçlar daire çizerek dönmeye devam ederken, çıkardıkları sesler Faruk’un kulağında bir melodi gibi yankılanıyordu.

Bulutların renk değiştirmesinden midir bilinmez! Faruk’un yüz çehresi morardı. Vücudu bir anlık kasıldı. Birkaç kere derin nefes alıp verdi. İstem dışı hareketle kaldırımdan ters yöne yürümeye başladı. Bir köpeğin gelişi güzel havlamasından dolayı kendine geldi ve etrafına bakındı. Başını sallayarak, kendi kendine söylendi;

“Bugün Pazar böyle nereye yol aldım!”

Mahalle bakkalının önünde durdu. Alıcı gibi dükkânın önyüzünü inceledi. Çocukluğunun geçtiği bu mahallenin bakkal dükkânını bir zamanlar Roman asıllı Ali amca işletmişti. Onun ölümünden sonra dükkânın asıl sahibi olan Hayrettin amcanın çocukları İsmail ile Mehmet işletmeye başlamıştı. Öyle bir an geldiğinde marketler zinciri mantar gibi çoğalmıştı. Onların kendi aralarındaki rekabet bakkalların bir bir kapılarına kilit vurmalarına neden olmaya başlamıştı.

Marketler zincirinden etkilenen bakkalların arasında İsmail ile Mehmet’in birlikte işlettikleri bakkal dükkânı gelmekteydi. İsmail bakkal dükkânını Mehmet’e devretmişti. Birkaç ay işsiz dolaşıp, bir bankanın taşeron firmasında temizlik işçisi olarak işe başlamıştı.

Mehmet kapıya kilidi vurmamak için her yolu deniyordu. Aldığı malı toptancıdan ucuza alamıyordu. Aldığı malı müşterisine veresiye veriyordu. Deftere yazılan müşterinin hesabı çoğunlukla geri dönmüyordu. Yinede bir umut diye direniyordu.

Dükkândan Naciye teyze çıktığında;

“Günaydın Faruk!”

Faruk, onun yanından hızlıca geçerken;

“Günaydın Naciye teyze”

Naciye teyze onun arkasından bakarken;
“Ayçiçek ile çocuklar nasıllar?”

Faruk dükkâna girdiği için onun söylediği son cümleleri duymadı. Mehmet’e gülümseyerek;

“Günaydın”

Mehmet sanki karşısındaki düşmanıymışçasına hiçbir yanıt vermedi. Faruk, onun bu davranışını yaşadıklarına yorarak önemsemedi. Mehmet ise sanki orada yoktu. Gazetesini alıp elindeki bozuk paraları tahta tezgâha bırakıp evinin yolunu tuttu.

Eşi Ayçiçek, kızı Eylül ve oğlu Aydın birlikte sabah kahvaltısının hazırlıklarını yapıyorlardı. Faruk gülümseyerek elindeki gazetesini kütüphanenin en altında bulunan kitapların üzerine gelişi güzel bıraktı. Elini yıkamak için tuvaletteki lavobaya giderken;

“Canlar günaydın.”

Aynı anda koro halinde gür bir ses evin içinde yankılandı;

“Günaydın can babamız.”

Sabah kahvaltısını çabuk bitiren Eylül, gazeteyi okumaya başladı. Birkaç dakika geçmemişti ki, iki eliyle tuttuğu gazeteyi aşağıya indirerek masanın başında olanlara;

“F Tipi Hapishanelerinde sorunlar katmerleşiyor” diye seslendi.

Faruk çayını yudumlayacağı sırada ani bir refleksle bardağı masanın üzerine bırakır. Düşüncesinde geçmiş yıllarda genç delikanlıyken siyasi bir davadan cezaevinde yattığı gelir. Cezanın bir bölümü on iki eylül bin dokuz yüz seksene darbe dönemine denk gelir. Cezaevinin yönetimine bir albay atanır. Siyasilerin ve adlilerin üzerindeki etkisini o günkü koşullarda hissettirir. İşkence de sınır tanımayan albay, işkence metotlarını askerler ve gardiyanlar aracılığıyla yaptırsa da devrimcilerin direnişiyle karşılaşır. O günler karanlık günler diye tarihin sayfasında kara bir leke olarak yerini alır.

Faruk, oturduğu sandalyesinden konuşmaya başlar;

“Durmadan cezaevleri açıyorlar. Devrimcilerin halklarla bağını kesmek için her yolu deniyorlar. Birçok insanımızı darağaçlarında verdik. Açlık grevlerinde gencecik bedenleri verdik. Devrimcileri F Tipi tabutluğuna gömmek için 19 Aralık 2000’de ülkemizdeki birçok cezaevine operasyon yapıldı ve birçok canı orada kaybettik.”

Faruk lavobaya gidip elini, yüzünü yıkadı. Tekrardan geri geldiğinde konuşmasına kaldığı yerden devam etti;

“Sorunları cadı kazanı gibi kaynatıyorlar. Medeniyet mi! Yerden mantar bitercesine cezaevlerinin yapımını bitiriyorlar. Bunun neresi medeniyettir! Birisi çıksın da söylesin..!”

Ayçiçek, eşinin boynuna kollarını dolayarak, yanaklarından öptü. Başını hafiften geri çekerek;
“Karanlık abluka gün gelecek dağıtılacak. Hepimiz zor dönemlerden geçiyoruz. Güçlü olmak zorundayız. “

Faruk evinin arka balkonundan uzaklara sabit bir noktaya doğru bakıyordu. Düşüncesinde tutuklu gazeteciler ile devrimci tutsaklar vardı. Faruk cezaevinden tahliye olduktan sonra devrimci düşüncelerini bir kenara atmadı. Yaşamı boyunca çevresine, ailesine emek ve sermaye cephesini anlatıp durdu. Yaşamın ağır yükü altında mücadelenin içinde yerini aldı. Birkaç kez polisin sorgusuyla baş başa kaldı.

Faruk balkon kapısından girerek yatak odasında komidinin üzerinde duran sigara paketiyle, çakmağını alıp tekrardan balkona geldi. Sigara paketinin içinden bir tane sigara alıp iki dudağı arasına götürdü. Çakmağı da sigaranın bulunduğu yere getirirken ağzından sigarayı, elinden çakmağı bıraktı. Sigara yere düştüğünde ses çıkarmadı. Çakmak düştüğünde “çat” diye ses çıkardı. Gürültüye eşi ve çocukları balkona çıktı. Faruk başını onlara çevirerek, gülümseyerek;

“Yaşam zorda olsa zamanı emekten yana çevirmeliyiz. Bunca acıyı çektik ve çekmeye devam ediyoruz.“

Eşi ve çocukları karşılık vermediler. Onun yanına gelerek hep birlikte balkondan uzaklara doğru sessizce bakındılar.

Hiç yorum yok: