12 Şubat 2010 Cuma

Entellektüel ahlâk ve eleştiri sınırı


Murat Çakır

Düşüncelerimi paylaştığım çeşitli yazılarda defalarca radikal elelştiri ve özeleştirinin genel anlamda temizleyici etkisi olduğunu, tartışmaları öze yönlendirdiğini söyleyip dururum. Ve, elbette, dikkat edilmezse eğer, eleştiri ve hakaret arasındaki ince çizginin çabucak geçilebileceğini, istemeden de olsa farklı düşünenin aşağılanmasına varacağını ve bu nedenle de eleştirinin radikalliğini tüm insanî hassasiyetlerle kullanmak gerektiğine inanırım.

Kuşkusuz hiç kimse doğrunun tapusunun kendinde olduğunu iddia edemez. Benim de böylesi bir iddiam yok. O nedenle yazılarımı kaleme alırken, üzerinde yoğunlaştığım konuyu elimden geldiğince etraflıca araştırmayı, karınca kararınca düşüncelerimi toparlayıp, paylaşmaya çalışırım. Yazılarıma gelen eleştirileri de, yanılgılarımı düzeltmek, yeni bilgilere ulaşmak, öğrenmek ve yeniden arayışlar içerisine girmek için bir motivasyon olarak algılarım.

Bilhassa sosyalistler arasında yapılan tartışmalarda, kullandığım dilin tüm sivriliğine rağmen, incitici olmamasına özen gösteririm. Hoş, asıl politik dilim Almanca olmasından dolayı Türkçe’de belki bu özenin hakkını tam olarak yerine getirmiyor olabilirim, ama en azından çaba sarfettiğimi söyleyebilirim. Sosyalistler arasında böyle bir çabanın son derece gerekli olduğuna inanıyorum, çünkü tarihimiz, yani cinayetler, aforozlamalar, işkenceler ve ihanetlerle dolu olan 20. Yüzyıl’ın hâlâ solun sırtında bir kâbus gibi durduğunu düşünüyorum. Bu nedenle dostum Jörn Schütrumpf’un dediği gibi, »geçmişteki ve günümüzdeki kendi eylemine karşı dürüstlük; kendi düşüncelerinde samimi olmak – bilhassa rahatsız edici olduğunda ve karşıtlarına karşı da hilekâr olmamanın« sosyalistlerin sahip çıkmaları gereken erdemler olduğuna inanmaktayım.

Eleştirinin rahatsız edici olması son derece doğal. Ne de olsa hepimiz insanız ve doğru olduğuna inandığımız eylem ve düşüncenin başkaları tarafından eleştirilmesi, yanlış olduğunun söylenmesi, dürüst olursak eğer, hepimizi rahatsız eder. Ancak rahatsız oluşumuz, acı olan gerçeği değiştirmiyor ne yazıkki. Bana kalırsa, en acımasız eleştiri karşısında bile soğukkanlılığı kaybetmeden ve esasta kalınarak ya karşı eleştiri yapılıp söylenenler çürütülmeli, ya da özeleştiri verilmelidir. Tartışmaların öğretici, yapıcı, ileriye görütücü olması için bence bu bir zorunluluktur.

Ama diğer taraftan da yapılan eleştirinin inandırıcı bir temele ve örneklemelere oturtulmasının, şahsileştirilmemesinin de gerekli olduğu düşüncesindeyim. Aksi takdirde eleştiri, altı boş bir itham, gerekçesiz bir suçlama ve kişiye yönelikse, hakaret haline gelir.

Bunları niye yazıyorum? Anımsayacaksınızdır, bazı yazılarımda Türkiye sosyalist hareketinin bazı kesimleri arasında gördüğüm »beyaz« duruşu ve gizli, yani latent (latens) ırkçılığı eleştiriyorum. En son kaleme aldığım »Kaçış sınıftan mı, görevden mi?« başlıklı köşe yazımda da bu vurgu var.

Belki bir tekrar olacak, ama neden bu eleştiriyi yönelttiğimi bir kez daha gerekçelendireyim: Bir kere »beyaz« olmak, salt bir ten rengi değildir. »Beyaz« olmak, bir egemenlik alanıdır. Bu tanımı açıklayan sayısız eser mevcut ve tanım antiırkçı literatür ile diskursta yerleşiktir. Gizli, yani latent ırkçılık ise açık, faşizan ırkçılıktan farklı, bilinçaltına yerleşmiş bir yaklaşımdır. Sosyolojide, işlevler ve motiflerin açıklanmasında, psikoanalizde ise bilinçaltına dayalı davranışları açıklamakta kullanılır. Gizli ırkçılık da, aynı ksenofobi, yani yabancı korkusu / yabancı düşmanlığı gibi antiırkçı diskursta yerleşmiş olan, hatta Almanya’da mahkeme karar ve karar gerekçelerine yerleşmiş olan bir tanımdır. »Beyaz« olmanın ve gizli ırkçı davranışların en önemli ortak özelliği de paternalist yaklaşımlardır.

Okuduğum yazılardan, tartışma metinlerinden, programatik belgelerden ve yapılan yorumlardan, »beyaz«lığın ve gizli ırkçılığın Türkiye sosyalist hareketi içerisinde göze çarpan bir biçimde kökleşmiş olduğu sonucunu çıkartıyorum. Kimbilir, belki de Almanya’da yaşadığımdan ve gündelik yaşantımda en az üç öğün gizli ırkçılıkla karşılaştığımdan bu konuda biraz fazla hassasımdır. Ama uzun yıllar göçmen hareketinde ve antiırkçı mücadele içerisinde aktivist oluşumdan dolayı, bilhassa kendimi yakın gördüğüm Türkiye sosyalist hareketine bu konuda eleştiri yapma hakkımın olduğunu düşünüyorum.

Evet, bir akademisyen, bir entellektüel olmadığım doğru. Otodidakt bir aktivist olarak düşüncelerimi paylaşmak istiyorum, sadece o kadar. Düşüncelerimde, yazdıklarımda yanıldığımı, tespitlerimin doğru olmadığını söyleyebilirsiniz. Belirttiğim gibi, doğrunun tapusunun bende olduğunu iddia etmiyorum. Ama ayrıca da bu saatten sonra müthiş bir bilgi birikimi olan Türkiye sosyalistlerine de gizli ırkçılık ile ırkçılık arasındaki farkı anlatmamın bir anlamı olmadığını düşünüyorum.

Şimdi gelelim sadede: Bugün sizlerle Almanya’daki Yeni Özgür Politika ile Türkiye’deki Günlük gazetelerinde Cumartesi günü yayımlanacak olan »Kaçış sınıftan mı, görevden mi?« başlıklı köşe yazımı paylaştım. Yazımı, sayın Ertuğrul Kürkçü’nün Bianet sitesinde yayınlanan »Sınıftan kaçış bitti« başlıklı yazısıyla bağlantılı olarak kurguladım.

Yazıda kişisel bir hakarette bulunmadığımı düşünüyorum. Her ne kadar bir köşe yazısında bir konu tüm detayları ile verilemezse de, ana düşünceyi hakaret sınırını aşmadan özetlediğim inancındayım.

Yazılarıma öyle ya da böyle tepki alırım, ki eleştiri olsun, destek olsun bu beni sevindirir, çünkü her defasında kendimce öğreneceklerimin olduğunu düşünürüm. Ancak bu sefer büyük bir hayal kırıklığına uğradığımı belirtmeliyim. Sayın Kürkçü’den aldığım yanıtlar, dermanımı anlatamamış olduğum kanısını uyandırdı bende. Açıkcası sayın Kürkçü’nün Türkçe’ye benden çok daha iyi hakim olduğunu bildiğimden, düşüncelerimi hakaret, hatta »insanlık suçu izafe ettirmek« olarak değerlendirmiş olmasını hiç ama hiç anlayamadım.

Aramızdaki kısa mesajlaşmayı, sosyalistler arasındaki tartışmalara kötü bir örnek olduğu düşüncesiyle paylaşmak istiyorum. Mesajlar şöyle:

E. Kürkçü: 12.02.2010-13:41 = »Sen ahlaksız bir insansın... ve hep öyle kalacaksın«

Yanıtım: 12.02.20113:58 = Eğer aşağıdaki mesaji gerçekten Ertuğrul Kürkçü yazdı ise, yaşamım boyunca unutamayacağım bir hayal kırıklığına uğrarım. Bilemiyorum, internet ortamında kişilerin isimleri ve mailadresleri kullanılarak hakaretlerin yapılmasına çokca tanık oldum, o yüzden mesajı başkası yazmış olabilir mi. Tanıma fırsatını bulduğum Ertuğrul Kürkçü’nün böyle bir tepki verebileceğini düşünemiyorum doğrusu.

O satırları yazan kisiden ahlâk üzerine öğreneceğim pek fazla bir şey yok. Aksine öğretebileceğim çok şey olduğunu zannediyorum.

Sahiden Ertuğrul Kürkçü bana bu satırları yazdıysa, özür dilemesini bekliyorum. Aksi takdirde şahsıma yapılan terbiyesizliği teşhir edeceğim.

Murat Çakır

E. Kürkçü: 12.02.2010-14:26 = »Bu mesajı ben yazdım. Senin entellektüel ahlâktan nasibini almamış bir insan olduğunu düşünmeye devam ediyorum ve hep böyle kalacağını görüyorum. O yüzden sana ahlâksız diyorum. Ne isen o olduğunu sana söylemiş olmamı kime duyurmak istersen duyur. Ağzına geleni söylemenin serbest olmadığını insanlar çok küçük yaşta öğreniyorlar, sen ise bunca yaş yaşadıktan sonra bana bir insalık suçu izafe etmekte serbest olduğunu sanıyorsan, bunu sadece ahlâken ifsat etmiş olduğun için yapabilirsin. Aramızda özür dilemesi gereken biri varsa o da sensin. Ama bunu da senden talep etmiyorum. Ne halin varsa gör.«

Yanıtlar hakkında bir yorum yapmayacağım, okurun kendisi yorumlayabilir. Ama bir noktanın altını çizmeyi gerekli görüyorum: Bu kısa mesajlaşma bana ne kadar açık ve kanayan bir yaraya parmak bastığımı teyid ediyor. Sayın Kürkçü’nün hakkımda neler düşündüğü, beni pek ilgilendirmiyor. Hakkımdaki düşüncelerini değiştirme gibi bir derdim de yok. Ama sosyalist hareketin önde gelen isimlerinin genel olarak ne düşündükleri, sadece benim değil, sosyalist hareketin bütünü için önemli olmaya devam edecektir.

Hiç yorum yok: