8 Mayıs 2009 Cuma

9 MAYIS 1978 YILDIZ KATLİAMI

Arif Okay

Aşağıda anımsatmaya çalıştığım olayın geçtiği süreçte arka arkaya faşist pusular kuruluyordu. Öğrencisi olduğum İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisinde gece bölümünde işgal kırılmıştı. Gündüz bölümünde de dengeler değişmek üzereydi. İstanbul Üniversitesindeki katliamdan sonra okulumuzda da hain bir plan uygulandı.
9 Mayıs 1978 gecesi üç arabadan faşist militanlar tarafından İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi (YILDIZ) öğrencilerine dağılma saatinde yaylım ateşi açıldı. Makine Fakültesi ikinci sınıfında olduğum sırada gerçekleşen bu saldırıda sınıf arkadaşlarım Müjdat Çelikyay ve Hasan Okut ile inşaat bölümü son sınıf öğrencisi Renan Eriş katledildiler. 30 yıl geçti. Onları bir kez daha saygıyla anıyorum.


Anfi biçimindeki sınıfta 100 kadar öğrenci vardı. Tüm gözlerde heyecan, gerilim ve hınç okunuyordu. Saat 23.00 idi. Öğretici masasının çevresinde toplanan 20-30 kişi arasında ben de vardım. Amacım masada oturan kişinin elindeki radyoyu yakından dinleyebilmekti. Saat başı sinyali verildiğinde yanımda duran uzun yüzlü, zayıf kumral biri elini kaldırarak bağırdı:

-Arkadaşlar susalım, haberler verilecek!

Bir uğultu oldu, sonra sesler çabucak kesiliverdi. Herkes soluğunu bile tutmaya çalışıyordu. Radyonun sahibi radyoyu neredeyse kulağına dayamıştı. İlk olarak beklediğimiz haber sunucunun dudaklarından döküldü:

“İSTANBUL DEVLET MÜHENDİSLİK VE MİMARLIK AKADEMİSİ GECE BÖLÜMÜ ÖĞRENCİLERİNİN OKUL ÇIKIŞI SIRASINDA AÇILAN ATEŞ SONUCU BİR ÖĞRENCİ ÖLDÜ, ÜÇÜ AĞIR OLMAK ÜZERE 22 ÖĞRENCİ YARALANDI.”

(O gece son dersimiz 4-5 dakika erken bitti ve okuldan çıktık. Bizim sınıfımız gibi erken çıkan birkaç sınıf daha vardı. Hemen hemen 200 öğrenciydik. Bunların hemen hepsi sarmaşıklı ön binanın öğrencileriydi. Arka binadaki mimarlık ve inşaat bölümü öğrencileri henüz derste idiler.

Ağır ağır okulun kapısından çıktım. Dış bahçeyi geçip caddeye doğru yürüyordum. Yanımda Müjdat vardı. Hava iyice kararmıştı. Okulun önündeki cadde üzerinde bir otobüs durağı vardı. Bu durakta hem Boğaz Köprüsü yönüne hem de Mecidiyeköy, Levent yönüne otobüsler dururdu. O zamanlar tek köprü olduğundan binlerce araç bu saatte arka arkaya dizili olarak nerdeyse kaplumbağa hızıyla ilerlerdi. Ben caddenin karşısındaki duraktan otobüse binerek Aksaray’a giderdim. Karşıya geçmek için bir yaya geçidi yoktu. Araçların arasından beceriyle karşıya geçmek mümkündü. Bu arada Kadıköy yakasında oturan Müjdat “Arif ben koşuyorum, bu durağa yanaşan Kadıköy otobüsü olabilir, hadi eyvallah!” diyerek neredeyse koşar adımlarla uzaklaştı.

Birkaç saniye geçmişti ki hemen postanenin yakınlarından, faşistlerin toplandığı yerden iki el silah sesi geldi. Işıklar o denli az ki postanenin önündekiler siluet halinde. Hatta yolu karşısındaki Sait Çiftçi Dispanseri, çevredeki ağaçlar zor seçiliyordu. Okulun otoparkının ışıkları çevreyi çok az aydınlatabiliyordu. Silah sesinin geldiği yöne bakındım orada iki kişi vardı. Ancak ateş eden kişi onlardan biri miydi anlaşılamıyordu. Her akşam çıkarken ünlü ve seçme Merasim Birliği polislerinden 30-40 kadar polis olmasına karşın bu akşam yalnızca okulun daimi görevlisi birkaç Polder’li polis vardı. Saniye bile geçmeden bir yaylım ateşi başladı. Ben yerimde çakılı gibi duruyorum. Panik... Çığlıklar, arabaların motor sesleri, silah seslerine karışarak bir yumak oluyor birden.

Herkes kendini hızla yere atıyor. Ben hala donmuş gibiyim. Mermiler ve panik yoğunlaşınca beyaz miğferli iki polisin kendilerini yere atması bana bir kopya oluyor. Ben de kendimi yere atıyorum. Sert bir biçimde göğsüm üzerine düşüyorum, ancak aldırmıyorum. Başımı kaldırmıyorum bir zaman. Mermiler taşlarda ayrı, yakınlarımdaki çimenler üzerinde ayrı bir ses çıkarıyor. Silah sesleri bittiğinde sağıma soluma bakınıyorum, çimenlerde sürünerek ilerleyenler var. Ben de onlar gibi yaparak sürüne sürüne okulun kapısına doğru ilerliyorum. Kapının ağzı da tam bir can pazarı. İçerden henüz çıkmayan öğrenciler “Arkadaşlar içeri doğru gelin” diyerek sesleniyorlar. Kapıya iyice yaklaştığım anda yerde yatan sırtından kanlar akan bir yaralıyı görüyorum. Önümdeki bir öğrenci onu yavaşça çeviriyor. Yaralı tek bir noktaya bakıyor, dirsekleri yerde elleri yukarıda duruyor. Ona “iyi misin” diye soruyoruz. Ağzından belli belirsiz bir hırıltı duyuluyor. İçeriden uyarılar artıyor ve hemen okulun içine giriyorum. Okulda kalanlar sınıflara doluşmuşlar. 10 dakika sürmeden polisler geldi. Oldukça sert bir tepkiyle karşılaşıyorlar ve okula giremiyorlar. Yüzlerce öğrenci hem slogan atıyor, hem de polise direniyorlardı. Bir anda ön binanın kapıları sıra ve sandalyelerle tıkandı. Barikat dağ gibi yükseldi ve polisler barikatın arkasında kaldılar.

Beş on dakika sonra koridorda dolaşıp dururken bizim “ufaklık” dediğimiz sarışın, kel, fırça bıyıklı Orhan’a rastlıyorum. Ona sorup duruyorum:

-Müjdat’ı dördün mü?
-Hayır görmedim.
-Sen olay sırasında ön taraflarda mıydın?
-Önlerdeydim. Kaldırım çıkıntısını siper olacak biçimde yere yattım. Parke taşlardan seken mermilerin çıkardığı sesleri duydum. Ufak parçalar kopup sıçrıyordu. İyi yırtmışım.
Ona bir süre baktım. Yine palavra mı atıyordu, belki de bu kez doğruydu.
-Peki Müjdat oralarda değil miydi?
-Hayır. Ben daha sonra yukarı doğru emekledim ve okula girdim. Sen sınıfların hepsine baktın mı?
-Evet.
-Gel bizim sınıfa gidelim.
Üçüncü kata çıktık. Arkadaşlarım sınıftaydı. Müjdat ile ilgili sorularıma çok karışık yanıtlar veriliyordu.
-Sanırım o eve gitti.
-Ben onu Ortabahçe’de gördüm.

Sınıfımızın en irilerinden olan sarışın adını o sıralar bilmediğim bir arkadaş söze karıştı:
-Gri ceketli, siyah kadife pantolonlu, sarışın biri miydi?
-Kendisi sarışın ama üzerinde bej bir elbise vardı. Gözlüklü...
-Evet, gözlüklü, belki de odur.
-Siz onu nerede gördünüz?
-Ben ateş edilen arabalara çok yakındım. Mermilerden çok zor kurtuldum. Ama o çocuk boynundan vurulmuştu. Düştü bir daha kalkamadı. Şerefsizler rastgele ateş ediyorlardı!

Bu sözler bende tokat etkisi yaptı. Orhan halimi fark etmişti. Yüzüme bakıp duruyordu. “Ama onu gören var” dedi çevresine bakınarak. “Evet” dedi deminki esmer, şişman olan “Ben eminim Müjdat’ı gördüm.”

Sınıftan ayrıldık. Orhan beni yatıştırmaya çalışıyordu. Ama kafamda yanıtsız binbir soru dolaşıyordu.)

Radyo haberlerini dinleyenler arasında bir mırıldanma dalgası yayıldı. Bu mırıltılar da çarçabuk kesildi.

“... TRT MUHABİRİNİN VERDİĞİ HABERE GÖRE 20.30 SIRALARINDA OKULDAN ÇIKMAKTA OLAN ÖĞRENCİLERE KİMLİĞİ BELİRLENEMEYEN KİŞİLER TARAFINDAN OTOMOBİLLER İÇİNDEN ATEŞ AÇILDI. OLAYDA YARALANAN BİR ÖĞRENCİ HASTANEYE KALDIRILIRKEN YOLDA ÖLDÜ. ÜÇÜ AĞIR OLMAK ÜZERE 22 ÖĞRENCİ YARALANDI. YARALILAR ÇEŞİTLİ HASTANEYE KALDIRILDI. ÖLEN ÖĞRENCİNİN MAKİNA BÖLÜMÜ İKİNCİ SINIF ÖĞRENCİLERİNDEN HASAN OKUT OLDUĞU SAPTANDI. YARALI ÖĞRENCİLERİN ADLARI ŞUNLARDIR: ATAMAN ATAYİĞİT, GÜROL TARHAN, COŞKUN UZALDI, RENAN ERİŞ, LEVENT ŞENVER, CEM ERKANLI, MÜJDAT ÇELİKYAY, ....”

Radyo diğer isimleri saymayı sürdürürken ben dinlemeyi bıraktım. Sorumun yanıtını almıştım. Yeniden kendimi koridora attım. Demek Müjdat yaralıydı. Günboyu beraberdik. Sinemadan çıkıp okula beraber gelmiştik. Teneffüslerde koridorlarda kararlı adımlarla volta atmıştık.

Koridorda bir baştan bir başa yürümeye başladım. Yoruluncaya dek yürüdüm.

Yarım saat sonra kendimi toplamıştım. Boş sıralardan birine oturarak arkadaşlarımın olay karşısındaki tepkilerini izliyordum. Kimisi olayın boyutlarının bilincindeydi, oldukça soğukkanlıydılar. Yüzlerinden bir şey okumak olası değil. Bazıları nasılsa gülebiliyorlardı. Bazıları üzüntülü, durgun, bir köşeye çekilmiş düşünüyorlardı. Ben de bunlardan biriydim.

Gece 03.00 sıralarında göz kapaklarım ağırlaştı. Başımı sıraya kodum. Omuzlarımda bir ton yük vardı sanki. Pırıl pırıl cilalı tahta yüzey yanağıma ve elmacık kemiğime batar gibiydi. Çok sürmedi uyumuşum.

Sabaha karşı dışarıdan gelen korna sesleri, kapıların açılıp kapanmasından doğan gürültüler beni rahatsız ediyordu. Ancak uykudan koparmıyordu. Sesler düşüme karıştı. Biraz sonra güneşin ışıkları belirdi. Sabah güneşi öyle etkiliydi ki uykudan uyanıverdim. Çevreme uykulu gözlerle bakındım. Karatahtanın önünde konuşan birkaç kişi vardı sınıfta. Uyuyan yoktu. Sersem gibiydim. Bu rahatsız yatıştan dolayı boynum ağrıyordu.

Kendimi toparladıktan sonra koridora çıktım. Bahçeden ve caddeden sesler geliyordu. Dışarıya bakan pencereye yürüdüm. Dev bir bez afiş binanın üç katını kaplayacak biçimde asılı duruyordu. Yüzü Yıldız Yokuşuna dönük dev bir resimdi bu. Bu katta yalnız göz, kaş ve saçlar görünüyordu. Saçlarının kıvrımları birkaç fırça vuruşuyla biçimlenmişti. Pencerenin sağ yanında boş bir yer kalmıştı. Oradan yola baktım. Her yer asker ve polis. Karşıda Sait Çiftçi Dispanseri ve Yıldız İlkokulunun çevresinde birkaç panzer duruyordu. Genç insanlar akın akın okula geliyordu. Genç gırtlaklardan olaya duyulan öfke “Kahrolsun faşizm!” sloganları Yıldız Yokuşunda çınlıyordu. Sayıları biraz daha az olmakla birlikte kortejlerin içinde orta yaşlı ve daha yaşlı insanlar da göze çarpıyordu. Polis ve asker kordonunun arkasında sayıları birkaç bini bulan bir halk kitlesi izliyordu. Trafik tamamen kesilmiş, Yıldız Yokuşu bomboştu. Bahçeden de sesler geliyordu. Bahçeye bakmak için karşı pencereye gittim. Gözümle görebildiğim her yer insan doluydu. Bahçede adım atacak yer kalmamıştı. “Ne zaman geldi bunca insan” diye kendi kendime sordum. Ben uyurken olmalıydı. Yüzümü yıkamak amacıyla tuvalete girdim ancak sular akmıyordu. Yine dışarıya bakmak için cadde tarafındaki pencereye döndüm. Sınıf arkadaşlarımdan Bülent merdivenlerden çıkıyordu. Yanıma geldi. “Alt katta sular akıyor mu?” diye sordum.
-Hayır, okul idaresi suları kesmiş. Ama bahçedeki çeşmeler akıyor.
-Gideyim bir yüzümü yıkayayım.
-Çok sıra beklersin haberin olsun...
-Bir deneyeyim bakayım. Ha... sormayı unuttum. Sabah haberlerini dinleyebildin mi?
-Yo, nerden dinleyebileceğim...
-Müjdat’ın durumu ne olmuş, yarası ağır mıymış, bir yerden bir bilgi alabildin mi?
Bülent’in elmacık kemikleri çıkık, yayvan ağızlı suratına bir şaşkınlık ifadesi yayıldı.
-O öldü ya...
-Ne ölmesi, radyo yaralı demişti ya...
Bülent bana bir an baktı. Ben konuşmamı sürdürdüm.
-Sen nereden çıkardın öldüğünü? Radyo mu söyledi.
-Yook.
-O halde?
-Arkadaşların hepsi öldü diyorlar, haber almışlar.
-Yanlışları var. Radyo yaralı demişti!
-Evet, yaralıydı, ancak kurtaramamışlar. İnanmak istemiyorsun ama arkadaşların hepsi biliyor. Tüm sınıf duymuş.
-Belki adını karıştırmışlardır.
-Yahu, bak eminim! Demin arka bahçeye gittim, orada büyük bir bez üzerine resmini yapıyorlar. Ellerinde Müjdat’ın vesikalık resmi var.
Donmuş kalmıştım. Birden merdivenlere doğru koşmaya başladım. Kendim görmeliydim. Bülent arkamdan bağırıyordu:
-Hey! Nereye gidiyorsun, bana baksana! Dur! Aptallaşma nereye koşuyorsun...

Okulun eğitim binaları arasındaki Ortabahçe’ ye doğru itiş kakışlarla ulaştım. Bahçenin bir bölümünde bir çalışma vardı. Oraya yaklaştım. İki kişi ellerinde fırçalar, kenarları dört metrelik büyük bir bez üzerinde bir resmi tamamlamak üzereydiler. İyice yaklaşarak resme yoğunlaştım. Evet, oydu. Sarı saçları, sarı bıyıkları, gözlüğü... Müjdat yeşil gözleriyle bana bakıyordu.

9 Mayıs 1988 - Antakya

Hiç yorum yok: