22 Kasım 2009 Pazar

Gizemin Gizi


Solculara gelince ya da ilerici olduğunu söyleyenlere, biraz daha ağır olacak eleştirim. Çünkü dini inançlarla ilgili düşüncelerde kayıtsız şartsız itaat vardır. Bir nevi tebaalık ile beslenen bir düşünce sistemidir. Ama ilericilik bilimsellikle beslenir, yüzü hep ileriye dönüktür. Ama bu geçmişin inkârı, yok sayılması anlamına da gelmemelidir. Geçmiş ile geleceği harmanlayabilmek, işlevi biten dalları budayabilmek işte ana tema budur.”

Remzi Aydın
remziaydin62@hotmail.com

Size bir hikâye anlatacağım. Psikolog bir arkadaş; muayenehanesinde çocuk psikoloji ile ilgili kitap okurken, bir kadın içeriye girmiş. Ekonomik seviyesi oldukça iyi olan ve giyimi, kuşamı ile albenisi olan bir kadın. Doktor’un elindeki kitaba bakarak; “ay ben bunların hepsini de biliyorum… Sizde de aynı kitaplardan varmış.” demiş. Doktor da kadına bakarak; “çocuğunuzdan belli” demiş. Çocukta aileden kaynaklı ciddi psikolojik sarsıntılar varmış zira.

Anlattığım hikâye sadece o kadınla sınırlı olsaydı keşke ama değil. Toplumun büyük kesiminde olan bir hastalık maalesef. Bende beylik bir söz edeceğim, diyeceğim ki seksen ihtilalının bizde yarattığı en ciddi “vurgun” buydu işte. Hani işkencelerin iğrençliğini, cezaevi şartlarını ve orada yaşanılan olumsuzlukları hepimiz bir şekilde gözlemledik. Hatta son zamanlarda nasıl olduysa! Sık sık dizilerde de karşılaşır olduk! Gerçi bir çok şeyle karşılaşıyor ve şaşkınlık içinde el çırpıyoruz, sadece söylemlerden bile etkilenip insanları övüyoruz. En son ne zaman yapmıştık bunu? Bir adalet bakanı çıkıp;” evet işkence yapılmıştır” dediğinde, ya ne muhteşem adam bak kabul etti! Peki değişen ne oldu? İşkence bitti mi? Şu anda aklıma geldi, gericilikten şikâyet eden cumhuriyete sıkı sıkıya sarılan insanlara sormak gerekir? Seksenlerde Dersim’in her köyüne zorla cami yapan insan kimdi ve rütbesi neydi? Bak yine konu farklı mecralara kayıyor toparlamalıyım hemen! Sonra ne mi oldu? Toplum olarak beyinsel felçli olduk. Okumaktan korktuk, okuduğumuzu yorumlamaktan, akıl süzgecinden geçirip hayata aktarmaktan mahrum kaldık. Bazen kendi kendime bir korkuya kapılıyorum. Birileri bize süs bebekleri yapıyor, oynayıp sıkılınca bir kenara atalım diye. Ve bu bebekler seri halinde yapılıyor. Cezaevinde işkence bebekleri, dersim katliamı bebekleri, Pir Sultan bebekleri, Madımak bebekleri, Çhe bebekleri v.b İçi boşaltılmış, duygu ve özden uzak süs bebekleri ile devrimcilik yapıyoruz ama farkında değiliz.

Ben ilericiyim, devrimciyim, sosyalistim, komünistim, şeriatçıyım, Fettullahçıyım, tarikatçıyım vs aklınıza ne gelirse gelsin hepsinde gelişen bir hastalık bu. Bir toplum düşününki yılda yüz kişiye bir kitap düşsün ve herkes her şeyi biliyor olsun. Veli okula geliyor, öğretmenden daha çok şey biliyor. Hasta doktora gidiyor ama teşhisi zaten kafasında koymuş olsun, hastalığını da biliyor olsun. Kapıdaki görevli, başhekimden daha fazla yetkilerle donatıldığını hareket ve tavırlarıyla sergiliyor olsun. Ama yine aynı toplum, televizyonda yemekteyiz ve kaynanalar diye uyuşturucudan günde sekiz saat alsın.

Dinsel yönleri ile öne çıkanlar, efendilerinin aklı ile düşünüp onların ağzıyla konuşsun. Oysa kaynağın ilk çıkış noktası olan Kuran-ı kerimden bihaber. Kaynağı tanımadan, ona sızmaya çalışan kirli ırmaklardan susuzluğunu giderirken, en temiz sularla beslendiğini iddia edip dursun. Arabistan da iki yıl üst üste hurmalar meyve vermemiş. Halk toplanıp Hz. Muhammed’in huzuruna çıkmış. Ya Muhammed bu yılda ürün alamazsak perişan oluruz, ne yapacağız bize akıl ver demişler. Peygamber’de onlara hurmaları budamalarını öğütlemiş. Halkta hurmaları budamış ve bir yıl sonra tekrar mahsul olmayınca, birazda incinerek Peygamberin yanına varmışlar; “dediğini yaptık ama yine mahsul olmadı” demişler. Peygamber de; “ben çiftçi değilim sadece size bir öneride bulundum” demiş.

Solculara gelince ya da ilerici olduğunu söyleyenlere, biraz daha ağır olacak eleştirim. Çünkü dini inançlarla ilgili düşüncelerde kayıtsız şartsız itaat vardır. Bir nevi tebaalık ile beslenen bir düşünce sistemidir. Ama ilericilik bilimsellikle beslenir, yüzü hep ileriye dönüktür. Ama bu geçmişin inkârı, yok sayılması anlamına da gelmemelidir. Geçmiş ile geleceği harmanlayabilmek, işlevi biten dalları budayabilmek işte ana tema budur.

Tüyap’ta kitap fuarında iki tane delikanlı geldi standa. “Dini eleştiren kitap olarak neyi tavsiye edebileceğimi “sordular. Ne diyeceğimi şaşırdım, nasıl bir kitap verebilirdim! Eğer Kuran-ı kerim, ya da İncil veya herhangi bir kutsal kitap olsaydı inanın birini hiç çekinmeden verebilirdim. Tanımadan eleştirmek, sindirmeden yadsımak yok kabul etmek bu hangi duygunun iz düşümü. Eski bir dostum vardı, uzun süre içerde kalmış hâlâda kendini sosyalist olarak adlandıran bir dost. Bir gün bana dedi ki; “geriye dönüp baktığımda bu süreçte kendime ne kadar uzaklaşmışım. Kendine uzaklaşmak, bunun altında yatan gizem ise onun keşfedebileceği bir duygu. O sır; ancak onun okuyabileceği bir mektupta yazılı” Bir insan hem sosyalist hem de doğaya tapan biri olamaz mı? Bir insan hem komünist hem de bir kadına yoldaşına aşık olamaz mı? Bir insan hem devrimci, hem de kendi köküne sıkı sıkıya bağlı olamaz mı? Hem ilerici olup hem de 38’in acısını yüreğinde hissedemez mi? Devrimci olup, beş asır önce yaşayan Pir Sultan’ın düşüncelerini benimseyemez mi? Yağmalamak kötüdür, insanların elinden değerlerini çalmak yağmalamaktır. Ya daha iyisini vereceksin ve bunu yaparken kişinin rızalığını alacaksın, ya da hiç dokunmayacaksın.

Gericiler iki şeyi yağmalar; hem bu dünyalığınızı hem de bu dünyalığa göz dikmemeniz, kaderinizmiş gibi sömürülmeyi kabullenmeniz için geleceğinizi yağmalar ve siz bunu fark edemezsiniz. Size huriler ve sonsuz yiyecekler sunar olmayan cennette. Bu dünyanızda, öbür dünya diye hazırlandığınız cennetinizi de yağmalar bu arada. Hatta bu uğurda sizi kendine katil olarak tutar, insanlar yaktırır, katliamlar yaptırır ve siz katliamdan zevk alan mutlu olan tek yaratık olarak tarihe geçersiniz, çünkü doğada katliamdan mutlu olan başka bir yaratık yoktur. Sivas’da diri diri çocuklar ve aydınlar yakılırken; çığlıklardan zevk alarak, alkış tutabilecek yaratık işte bu sistem ile yaratılır. Dersimde 38 de yapılan katliamda, bebeği bacaklarından tutarak havada bir iki sefer savurduktan sonra kafasını bir kayaya vurarak parçalayan komutan, ölmüş annesinin memesinden emdikten sonra kumda oynayan bebeği süngüleyen asker, yüzlerce kadını ve çocuğu bir odaya doldurup gaz bombası ve mitralyözle taratan kafa ve uygulayıcıları böyle yetişir. Düşününki, erkekleri o anda dere kenarında kurşuna dizilirken bundan habersiz kadınlar askerlere ayran ikram ediyor ve biraz önce elinden ayran alıp içtiği kadını daha ayranı bitmeden kurşuna diziyor, böyle bir yaratılmış hangi sistem, hangi düşünce ile beslenir ve büyür?

Faşizme karşı durduğunu iddia eden insanlar; kendi milliyetçiliğini kendi ırkçılığını yapmaya başlamış. Herkes felsefeci, psikolog, sanat uzmanı, eleştirmen, yazar, ressam oluyor. Susmak bazen en büyük erdem, suskunca izlemek beslenmenin bir başka yolu. Oysa biz bu tevazuu bile gösteremiyoruz, oysa bilenler zaten bağırarak “biz bilmiyoruz” diye feryat ediyor. “Ben bilmiyorum” diye feryat eden insanların sözlerini; haraç mezat paraladıktan sonra biz bağırıyoruz “ben biliyorum”. Bilgisizliğinde bilgisizliğini pazarlıyoruz oysa.

Neden toplum olarak sözsüz müzikten haz almayız, neden klasik müziği sevmeyiz? Yo öyle ben severim deme! Çünkü yine bu topluma sorarsan herkes klasik müziği çok seviyor, nerede? Başkasının yanında. Yalnızken yine kendi aç ruhu için modası geçen müziklerle besleniyor. Sonra notalara neden sözden bir don biçeriz, sorguladınız mı? Çünkü biz “Gizem’e, keşfedilmeyi bekleyene” katlanamayız, isteriz ki her şeyi ile kendini bize sunsun, apaçık ortada kalsın ve biz beleşçe lüpletelim. Oysa notaların bize öğretildiği gibi, do, re, mi ile arasında bağda yoktur. Her ses kendisine ait gizemi içinde barındırır. Bırakın herkesin dünyasında, yüreğinde, ruhunda kendine ait keşfedilme özgürlüğünü yaşasın. Bu bile bize zor gelir, işin içinden çıkılmaz bir hâle dönüşür. Yedi ses, yedi iklim, yedi renkli çiçek, yedi kat gök, yedi kat toprak, yedi kaynak suyu, yedi haleli yıldız, yedi ulu bırakın herkes yedi notayı yüreğinde ve bilgilerinde, tecrübelerinde şekillendirsin ama bu şekillendirme yağan milyonlarca karın bir birine benzediği kadar aynılaşsın. Birbirine çarpmadan yeryüzüne insin ama birbirine hiç benzemesin yinede birleştiğinde muhteşem tek vücuda dönüşebilsin. Ne gibi mi? Farklı ruh yapısındaki milyonlarca insanın bedensiz hali gibi. Ne gibi mi? Doğadaki milyonlarca yaratılmışın muhteşem ahengi gibi. Ne gibi mi? Toprağa karışmış binlerce insanın uyuduğunu düşündüğümüz mezarlar gibi. Bir vadideki yüzlerce farklı çiçeğin, tek bir örtüde kendi özgün kişiliğini kaybetmeden, bütünün parçası olma olgunluğunu cesaretle ortaya koyabilmesi gibi.

İnsanları yağmalamak kadar kötü bir eylem olamaz. Hele bunu ilericilik ve devrimcilik adına yapıyorsan gericilerle aranda hiç fark kalmaz. Ve herkes her şeyi bilme lüksüne sahip değildir… Uzun lafın kısası, her şeyi bilmek, her düşünceye yorum yapmak ancak cahillerin işidir. Hele de bunu yaparken başkalarının beyni ve sözcükleriyle yapmaya kalkışmak zırcahillerin işidir. Bilmenin bilgisizliğinde yıkanmak; insanı kirletir… Kirlenmeyin…

Hiç yorum yok: