9 Ocak 2010 Cumartesi

Aydınlanma ve İslam’ın Sentezi ve Mirasçısı Olarak Marksizm(II)



Demir Küçükaydın

İslam da Aydınlanma da farklı yollardan aynı çözümü yani tüm insanlara biçimsel bir eşitliği sağlıyorlardı. Ama bu biçimsel eşitlik iktisadi bir eşitlikle tamamlanmadığı takdirde bizzat bu biçimsel eşitliğin kendisi bile var olma şansını elde edemiyordu. Bizzat İslam ve Aydınlanma’nın tarihi ve kaderi bunun en esaslı kanıtıydı.

İslam, toplumsal eşitsizliklere karşı, Allah’ı her şeyin ve o zamanların temel zenginlik kaynağı olan toprakların sahibi kılarak, yani özel mülkiyeti büyük ölçüde sınırlayarak ve dağılım ve bölüşümde eşitleyici tedbirler önererek çözüm aramış ama hiçbir Allah korkusu ve ahlaki öğüdün bunları sağlayamayacağını da kendi kaderiyle göstermişti.

İbni Haldun, ticaret ve imaret erbabının (Tefeci Bezirganların ve Devlet Sınıflarının), tarım ve zanaatlar ile elde edilmiş zenginliklere el koyduğunu görmüştü, ama henüz Kapitalizm ve işçi Sınıfı ortaya çıkmadığından, her uygarlığın çürümesini yıkılmaya yazgılı oluşunu doğru olarak tespit ediyordu. Kısmi çözümü ise komün geleneklerine dönüşten başka bir yerde göremiyordu haklı olarak.

Marksizm’in kökenindeki sosyalizm düşüncesinin doğuşunda da aynı sorun vardır. Evet Aydınlanma bütün insanların eşitliğini sağlıyordu belki ama gerçek bir eşitlik için, ekonomik bir eşitlik de gerekiyordu.

İlk sosyalistler bu eşitliğe giden yolu, tıpkı dinler gibi, ahlaki ilkeler veya bölüşüm ile sağlamaya çalıştılar.

Marks’ın katkısı, bir bakıma, bu eşitliğin ve sınıfların kaldırılmasının, yani bu kötü kaderden kurtuluşun yolunun tüketim ve bölüşümde değil; üretim ve mülkiyet ilişkilerinde dolayısıyla onların değiştirilmesinde yattığını söylemesindeydi. Ancak o zaman, zenginlik tüm toplumun refahı ve eşitliğin bir aracı haline gelebilirdi.

Tüm dünya tarihi, ama her şeyden önce de İslam ve Aydınlanma’nın kaderi, ne tanrı korkusunun, ne bölüşüm ve tüketim eşitliğini sağlamaya yönelik ahlaki önermelerin sınıfları dolayısıyla da egemen sınıfları ve onların egemenliğini ortadan kaldıramadığını göstermişti. Sınıfları kaldırmak için ise, mülkiyet ilişkilerini değiştirmek gerekiyordu.

Marksizm böylece, Aydınlanma ve İslam’ın niçin bırakalım gerçek eşitliği, biçimsel eşitliği bile sağlayamayan projeler olarak kaldığını ve başarısızlıklarının sırrını açıklamış oluyordu.
Öte yandan bu yasa ile birlikte bu yasayı ortaya çıkaran ve uygulayabilecek bir toplumsal güç de ortaya çıkmış bulunuyordu: İşçiler.

Bu ikisi, yani İşçiler ve bu yasanın bilinmesi ve açığa çıkarılması bile (Devrimci Sınıf ve Devrimci Teori, Tarihsel maddecilik) Aydınlanma’yı İslam’ın kaderinden kurtarabilecekmiş gibi görünüyordu.

Ne var ki, Marksizmin kendisi Aydınlanma’nın çocuğu olduğundan, Aydınlanma’nın toplumu düzenlemek için ortaya koyduğu ve kendisinin içine doğduğu ilkeyi, yani dinin özele ilişkin olduğuna dair bir ilkeyi, dolayısıyla politik ve özel ayrımını, bir sosyolojik kavrammış gibi ele alarak dinin ne olduğunu anlayamadı ve Aydınlanmanın da bir din olduğunu anlaması olanaksızlaştı.

Dinin ne olduğunu anlayamadığı için, Politik özel ayrımının bizzat bir din olduğunu; Politik olanı bir ulusa göre tanımlamanın da, yani ulusçuluğun da Aydınlanma içinde bir karşı devrim; bu dinin gerici biçimi olduğunu anlayamadı. Anlayamadığı için de, kökeninde aydınlanmanın idealleri olmasına rağmen, kendisi ulusçuluğa dönüştü. Çünkü ulus ve ulusçuluğun bilgisinin olmadığı yerde bir boşluk değil, ulus ve ulusçuluğun ulusçu kavrayışı yani ulusçuluk olur.

Elbet bu dönüşüm sadece fikirlerin ve kavramların kendi iç evrimiyle ve mantık sonuçlarına varmasıyla gerçekleşmedi. İşçilerin ilk kez Rusya gibi geri bir ülkede iktidara gelmesi; bu devrimin yayılamaması ve savuş ve iç savaşın toplumu korkunç bir yoksulluğa gömmesi ve bunun sonucunda bizzat sosyalizm idealinin de başına tıpkı İslam ve Aydınlanmanın başına gelen geldi. İslam’da Muaviyelerin, Aydınlanmada Bonapartların temsil ettiği karşı devrimi sosyalizmde Stalinler yaptı.

Ancak nasıl Hıristiyanlık ve İslam’da, onun devrimci döneminin ideallerini yaşatanlar zındık

olarak kovuşturuldu ve Batıni tarikatlarda varlıklarını sürdürdülerse, Aydınlanma ve sosyalizm düşüncesi içinde de onun devrimci niteliklerini sürdürenler var oldu ve kovuşturuldu.
Ama bu eleştirel ve devrimci özü koruyanlar bile, Din ve Ulus söz konusu olduğunda, Aydınlanmanın Din; Ulusçuluğun Ulus kavramından ötesine gidemediler. Halbuki Din’in ne olduğu konusunda, İslam çok daha açık ve doğru görüşe sahipti. Dinin bir inanç veya özele ilişkin olmadığını bildiği, bu gerçekten hareket ettiği için, İslam’ın Din kavramı, Aydınlanmanın Din kavramından çok daha sosyolojik gerçekliği yansıtıyordu.

Marksizm’in dinin bir inanç olmadığını; onun tüm toplumsal üst yapının ifadesi olduğunu; bizzat dine inanç demenin bir din olduğunu görmesi, aslında kendi kavram sistemini aydınlanmanın kalıntılarından arındırmak; kavramlarını mantık sonucuna götürmektir.

Ama bu aynı zamanda İslam’ın din kavrayışıyla Aydınlanma’yı bir senteze ulaştırmak olarak da görülebilir.

Bu anlamda, Marksizm, Aydınlanma ile İslam’ın sentezidir. Marksizm Aydınlanma’nın Din kavramından arındığında İslam’ın Din kavramıyla buluşmuş ve Aydınlanman da bir din olduğunu ve kendisinin de eğer gerçekten devrimci olmak istiyorsa, bir din olması gerektiğini; yani tüm insanlık için tüm toplumsal yapıyı düzenleyen bir çağrı olması gerektiğini görmüştür denilebilir.

Bu günün dünyasında egemen olan, on binlerce yıl boyunca kıtlık içinde ve neolitik devrim sonrasında da köy komünü biçiminde insanın var oluşunu sağlamış ama tarımsal uygarlıkların ve Dünya Ticaretinin gelişimi ile bu gelişimin önünde bir engele dönüşmüş Totemler (Putlar) yok artık.

Bu günün dünyasında egemen olan, Klasik Antik uygarlıklar ve bu uygarlıkların dinleri ve klasik İmparatorluklar da değil.

Dolayısıyla ne İslam’ın Totemler karşısındaki Allah’ı; ne klasik uygarlıkların dinlerini Politik alanın dışına atmaya yarayan Özel Politik ayrımı, İnsanlığın ihtiyaçlarına uygun bir düzen kurma olanağı sağlayamaz.

Bu günün dünyasında politiği ulusla tanımlayan yüzlerce devlet, tıpkı Muhammet döneminin totemleri, gibi insanların biçimsel bir eşitliğinin önünde bile bir engel haline gelmiştirler.
O halde yapılacak iş bellidir: aşiret gibi uluslara ve ulusal devletlere ve totemler gibi ulusal bayraklara Muhammet gibi savaş açmak.

Ve bu savaşta, Aydınlanma’nın Antik uygarlıklara yaptığını bu uluslara yapmak: yani ulusal olan nasıl tanımlanırsa tanımlansın, politik alandan dışlamak, ulusal olanı, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, tıpkı antik uygarlıkların ve komünlerin dinleri gibi özele atmak.

Yani uluslara ve ulusal sınırlara karşı, biricik dünya topluluğu için savaş.

Şimdiye kadar olduğu gibi, ulusal sınırlar çerçevesinde eşitlikçi talepleri yükseltmek, fiilen ulusu içinde mücadele edilip iktidara gelinebilecek tarafsız bir ortam olarak gördüğünden; ulusu ve ulusal devleti sınıfsız toplum gidişin aracı olabilirmiş gibi gördüğünden, uluslara ve ulusal devletlere karşı mücadeleyi gündemden düşürdüğünden, nesnel olarak gericiliğe hizmet eder oldu. Bir dünya cumhuriyeti, sosyalist olmuş ulusal devletlerin birleşmesinin sonucu olarak görüldü. Bu baştan aşağı yanlış ve gerici ve gerçekleşemez anlamında ütopik bir programdı ve Marksizm’in kendi önermeleriyle bir çelişki içindeydi.

Çünkü bizzat Marks, İşçilerin var olan devlet cihazını alıp kullanamayacaklarını; onun yapısının sınıfsız topluma gidişin aracı olmaya uygun olmadığını, bu nedenle onu parçalamak gerektiğini söylemişti.

Bu önerme doğruysa, (ki bizce doğrudur) uluslar ve ulusal devletler de sınıfsız topluma gidişin araçları olamazlar ve parçalanmaları gerekir.

Yani Paris Komünü’nün derslerini mantık sonuçlarına götürmek bile, uluslara ve ulusal devletlere karşı savaşı; onları parçalamak için mücadeleyi en başa almak gerektiğini göstermektedir.

O halde, tıpkı İslam’ın Allah’ının putlara karşı mücadelesi gibi, uluslara ve ulusal devletlere karşı mücadeleyi başa almak ve tıpkı Aydınlanmanın önceki dinlere yaptığı gibi; ulusal olanı, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, politik alanın dışına atmak ve bir tek dünya cumhuriyeti için savaşmak, Aydınlanma ve İslam’ın bir sentezidir ve onların vasiyetinin yerine getirilmesidir.
Ancak bürokratik olmayan bir dünya cumhuriyetinde, ezilenler, tüketim ve bölüşüme yönelik tedbirlerin ve ahlaki vaizlerin eşitliği sağlayamayacağını yine Marksizm sayesinde bileceklerinden ve üretim ve mülkiyet ilişkilerini sınıfların var olmasına veya ortaya çıkmasına değil; yok olmasına yönelik olarak düzenleyebileceklerinden, bu devrimin, ilk kez İslam ve Aydınlanma’nın kaderinden kurtulma ve onların yarım kalmış ve gerçekleşememiş vasiyetlerini yerine getirme şansı ortaya çıkar.

Bunun için de yapılması gereken ilk iş, bir İnsanlık ve İnsanlar Dini/Partisi kurmaktır.

Buradaki insan kavramı, biyolojik bir kavram olan sosyal varlık olarak insanı değil; sosyolojik olarak İnsanı tanımlar. İnsan, tıpkı totemi değil Allah’ı tanıyan Müslim gibi; İnsan, tıpkı soyun ve inancı ne olursa olsun tüm insanları eşit kabul edenlerle tanımlanması gibi bir anlama sahiptir. İnsan: sadece soyun ve inancın değil, ulusal olanın da politik olmasını kabul etmeyendir.
Nasıl bir insan hem bir puta tapıp Müslüman olamaz ise; nasıl insanların soyları ve inançları ne olursa olsun eşitliğini kabul etmeyen bir İnsan olamaz ise; politik olanın ulusal olanla çakışması gerektiğini savunanlar da İnsan olamaz.

Bir insan hem milliyetçi (ulusal olanın politik olanla çakışmasını kabul eden) hem bir İnsan olamaz. Bir insan hem bir Kürt, Türk, Alman, Amerikalı hem de bir İnsan olamaz. Y da tersinden, bir insan, hem İnsan, ham da Türk, Kürt, Alman, Çinli vs. olamaz.

Bir insan, hem bir demokrat (Yani ulusal olanı bir dille, dinle, tarihle tanımlamaya karşı bir toprak parçasında yaşayanlarla tanımlayan) hem de bir Türk, Kürt, Alman, Fransız (Yani ulusal olanı bir dille, tarihle, soyla vs. tanımlayan) olamayacağı gibi, bir Demokrat da, (yani ulusu demokratik ölçülerle (örneğin toprak parçası) tanımlayan) bir İnsan ulusal olanın politik olmasını reddeden olamaz.

Önce İnsanların, Türkler, Kürtler, Almanlar, Çinliler, Hitliler ve Demokratlar karşısında üstünlük kurmaları; Türklüğü, Kürtlüğü, Almanlığı, Çinliliği, Hintliliği ve Demokratlığı politik alandan dışlayıp tıpkı gerçek bir laikliğin dinlere yaptığı gibi özele ilişkin kılmaları gerekiyor.
Ancak o zaman İnsanlar, Kapitalizm ve meta üretimine dayanan bir sistemle mi, yoksa ihtiyaçlara ve kullanım değerleri üretmeye yönelik planlı bir ekonomiyle mi yaşayacaklarına karar verebilirler.

Türklerin, Kürtlerin, Almanların, Çinlilerin, Hintlilerin veya Demokratların bir sosyalizm kurabileceklerini söylemek, fiilen bugünkü ulusal devletleri; yeryüzünü kaplamış putlar düzenini savunmaktan başka bir sonuç vermez.

Zaten bütün dünyada Sosyalist ve İşçi hareketinin bunalımının temel nedeni de budur.
Biz Türkleri, Kürtleri, Çinlileri, Amerikalıları, Hintlileri ve Demokratları İnsan olmaya çağırıyoruz.

Kendi nefsine karşı savaş savaşların en kutsalıdır.

Türklerin Türklüğe, Kürtlerin Kürtlüğe, Çinlilerin Çinliliğe, Hintlilerin Hintliliğe, Amerikalıların Amerikalılığa karşı savaşı, yani nefislerine karşı savaşı en kutsal savaştır.
Bu savaşı vermeden kimse İnsan olamaz.

Yeryüzü ölçüsünde bir insanlık topluluğunu, Türkler, Kürtler, Çinliler, Amerikalılar, Hitliler değil, İnsanlar kurabilir; tıpkı Allah’ın egemenliğini putlara tapanların değil, Müslümanların kurabilmesi gibi.

04 Ocak 2010 Pazartesi
http://www.koxuz.org/

Hiç yorum yok: